30 Nisan 2010 Cuma

1 MAYISLARDA ENTERNASYONALİZM

Herhalde, sosyalistlerin ve işçi sınıfı hareketinin mutasavver topluma ilişkin düşüncelerini en berrak biçimde tasvir eden gün 1 Mayıs olmalıdır. Zira, işçi sınıfının dayanışmasını temsil eden bu günün baskın özelliği, günümüz toplumunun sınırlarla birbirinden yalıtılmışlığının bu yalıtılmışlıktan doğan dostlukların da düşmanlıkların da oluşmasına ihtiyacın kalmayacağı Tevfik Fikret’in dizesiyle ‘ Vatanım yeryüzü, milletim insanlık’ çağrısının şu kaotik dünyada bir kez daha hafızalarda canlanmasına fırsat vermesidir.

Dostlukların da ihtiyacının kalmayacağına işaret ederken, dostluğun kavram olarak değerini bilerek bunu ifade ediyorum. İnsanların oluşturduğu toplumlar yarattıkları kimlikleri politikleştirdikleri zaman ayrışma bu düzlemde ya dostlukla ya düşmanlıkla sürdürülüyor. Günümüz dünyası ulusların dostluk ve düşmanlıklarıyla yüklü sorunlarla boğuşuyor. Verili durumun yani ulus-devlet paradigması üzerinde şekillenen kapitalist dünya sisteminin penceresinden ulus-devletlerin anlaşmazlıklarını, savaşlarını, çatışmalarını, düşmanlıklarını bertaraf etmek isteyen liberal çözüm önerilerinin sarıldığı çare her zaman dostluk kavramıyla kısıtlı kalıyor. Oysa sistemin kendisi ulus-devletleri birer saatli bomba gibi içinde barındırıyor ‘ülke çıkarları’ sözleri akan suyu durdurarak görünürdeki dostlukları da berheva eden diplomasinin sabit pusulası rolünü oynuyor.

Bir toprak parçasında yaşayan bir topluluğun dünya sistemi içerisinde ulus statüsüne erişmesi yine sistem tarafından temel bir şarta bağlanmış durumda o da devlet olması. Kuşkusuz bu devlet bir toprak parçasının üzerinde egemen olup kendisini diğer devletlerden sınırlarla ayırmalı. Bir devlete sahip olamayan dili, kültürü, coğrafyası ortak olan toplumlar ulus olarak değil etnisiteler olarak öncelikle asimilasyonun sonra da çokkültürlülüğün bir objesi olarak tanımlanıyorlar.

O halde sınırlara sahip bir devletin oluşmasının ardından ulusun inşasının başladığını belirten görüşlerin dikkate alınması gerekiyor. Sovyet blokunun yıkımının ardından oluşan devletler oluşan ve oluşacak uluslar bu gerçeği ortaya seriyor. Romen etnisitesi iki devlet ve ulus yarattı, Romanya ve Moldovya olmak üzere. Arnavut etnisitesi üzerinden Kosova ulusu da oluşuyor. Aynı dili konuşan Türkiye ve Azerbaycan devletlerinin iki devlet tek millet şiarı bir fantazi olmaktan bile yoksun gözüküyor.

Her sınırlara sahip devlet kendi ulusunu yaratıyor. Bu nedir? Bir toprak parçası üzerinde ayrı olarak var olan tarihsel cemaatler hepsini içeren üst cemaati oluşturuyorlar. Bu durumu Benedict Anderson şöyle dile getiriyor ‘Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş cemaattir.’
Kapitalist dünya sisteminin ulus devletler paradigması hayali cemaatler olarak amacını yerine getirdi. 1. Dünya savaşı ertesinde Ortadoğu’da İngiltere’nin yarattığı sınırları cetvelle çizilmiş aynı etnisitenin ulus-devletleri de (Irak, Suriye, Ürdün) bu gerçeği anlatmıyor mu?

Bir başka açıdan konuyu irdelediğimizde sorunun derinliği daha da açık olarak karşımıza çıkıyor. 1917 Ekim devrimiyle başlayan işçi devletleri sürecin içerisinde kendisini dünya devriminin parçası olarak tanımlamaktan süratle koparak ‘Tek ülkede sosyalizm’lerin akıntısına kapıldı kapitalist dünya sisteminin ‘sosyalist’ ulus-devletleri olarak sisteme eklemlendi.

Bu yönelimin sonuçları üzerine bir kaç hatırlatma yaparsak daha anlaşılır olur. 2.Dünya savaşı sonunda ABD,İngiltere, SSCB arasında yapılan Tahran,Yalta, Potsdam konferansları bu devletlerin etki alanı paylaşımına sahne oldu. Burada bizi ilgilendiren SSCB’nin bu paylaşım sistemine ortak oluşu olmalıdır. Bu toplantıda Stalin’in şu sözleri anlayışın niteliğini ortaya koymaktadır;’Biraz daha belirleyeyim;Romanya, Bulgaristan, Macaristan, ve Finlandiya’daki Alman yatırımları bize gerisi size kalır’ Şifre sözcüğün Alman yatırımı gerçeğin ise etki alanı olduğu apaçıktır. Bu tutumlar gelecekte de ‘sosyalist’ ulus-devletlerin milliyetçi çatışmalarının yolunu döşeyen taşlardan birini de işaret ediyordu sanırım. Güney-doğu Asya’da Vietnam-Kamboçya savaşı, Çin’in Vietnam’a saldırısı ulus-devlet ‘sosyalistliği’ nin iflasının belgelenmesiydi.

Toplumlar kapitalizm tarafından bir hayali cemaat olarak işlenerek yaratılan devletlerin ulusu olarak inşa edilmiştir. Bu bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. Ama bu gerçekliğin sistem tarafından bilinçli öncülerce inşa edilmiş olmasının bilinmesi varolanın dışında ve ulus-devleti aşacak bir seçeğin de mümkün olduğunu gösteriyor.

Bir kez daha 1 Mayıslarda enternasyonalizmin hafızalarda canlanması ancak onun anlamına uygun bir zihinsel sıçramaya fırsat verdiği ölçüde önümüzü açar. Sosyalizmin bir dünya cumhuriyetine ulaşması, devletin sönümlenerek ulusun politik olandan dışlanması hedefine sahip olmadan ve bu düşünceyi derinleştirmeden enternasyonalizmi kavramak mümkün değildir.

Ferhan Umruk
ferhanumruk@yahoo.com
http://yalansz.blogspot.com
30.04.2010

17 Nisan 2010 Cumartesi

YURTSEVERLİK SOLA İÇKİN MİDİR?


l
08 Nisan 2010 Perşembe

YURTSEVERLİK SOLA İÇKİN MİDİR?

Bu kavram bana kalırsa, sosyalizmin insanlığa seslenen bir çağrı niteliğini taşımasından ötürü sola içkin olmamalıdır. Ancak 20. yüzyıl sosyalizmi bırakın içkin olmayı, yurtseverliği veya ulusalcılığı veya milliyetçiliği sosyalizmin de önüne geçirmiştir. Üstelik yolu açan 1917 Ekim devrimini başaranların, 1914’te 2. Enternasyonal’in vatan savunması kararıyla sürüklendikleri çöküşün karşısında durup egemen sınıfa karşı savaş doğrultusunda zihinleri sarsıcı bir yol izlemelerine rağmen bu böyle olmuştur.

Dikkat edilirse sosyalizmin önüne geçen bu üç kavramı birlikte eşitleyerek değerlendirdim. Kanaatim bu üç kavramın da sonuç itibarıyla benzer olduğudur.

Ama sol yelpazede yer alıp bu üç sözcükten sonuncusunu siyasetin sağına gönderip ilkine daha fazla anlam yükleyerek ama ikincisini de ihmal etmeden sürdürülen tutumlar her an bir yerlerden karşımıza çıkıyor. Bu defa da 4 Nisan tarihli Radikal İki’deyayınlanan yazısında Baskın Oran, hem de doğru ve demokrat bir tavırla Sur belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın uğramış olduğu devlet baskısına karşı tutum alırken, yine aynı tuzağa düşüyor. Sözleri şunlar; .

‘Nedir aradaki fark? Yurtsever, doğduğu toprağı ve özelliklerini sever. O kadar. Onu mukayese etmez. Dolayısıyla, kendi dışındakileri küçültmez. Milliyetçi ise, sadece kendi milletini yüceltir, yani başkalarınınkini küçültür. Abdullah böyle yapmadı. Kürtlere, sadece Kürtleri düşünmemeyi gösterdi. Başkanı olduğu Sur Belediyesinde yaşayanların yüzde 72’sinin anadili Kürtçe, yüzde 24’ününki Türkçe, yüzde 3’ününki Süryanice ve Ermenice, yüzde 1’ininki Arapça çıktı. Abdullah broşürleri Türkçe, Kürtçe, Süryanice, Ermenice, İngilizce, Rusça bastı. Kendisinin anadili olan Kürtçe bu 5 dilden sadece biri.’

Aslında Baskın Oran, Abdullah Demirbaş’ın yaptıklarını anlatırken onun eyleminin yurtseverliği aşan, evrensel değerlere ulaşan bir eylem olduğunu anlatıyor ama bunu ya önemsemiyor ya da resmi ideolojinin Türkiye’deki etnik kimlikleri reddeden tutumunu vurgulamak için sadece anadil olan 5 dilden söz edip İngilizce ve Rusça basımının anlamını atlıyor. Peki Abdullah Demirbaş’ın broşürleri, ilçede yaşayanların dili dışında iki dili de ekleyerek basması evrensel bir dünya görüşünün mü ürünüdür, yoksa başka saikler mi söz konusudur? Bunu bilemeyiz, ancak sonuçta elimizde kendi toprağına (yurduna) kapanmayı değil dünyaya açılmayı ihmal etmeyen bir davranış var.

Milliyetçilik, ulusalcılık, yurtseverlik...

Bu üç kavramın benzerliğini, ilk ikisinin zaten aynı olduğunu ve sonuncusunun da ilk sözcüklerle birlikte özü itibarıyla evrenselcilikle çelişirliğini, ilk önce sözlük karşılıkları ile değerlendirmek yerinde olacak. Türkçe sözlüğe baktığımızda milliyetçilik şöyle açıklanıyor; 'Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık, nasyonalizm.' Ulusalcılığın karşılığı ise şöyle; 'Milliyetçilik'. Demek ki bu iki sözcük aynı anlama gelmektedir. Yurtsever tabirine gelince, karşılığı; 'Yurdunu, milletini büyük bir tutku ile seven, bu uğurda her türlü özveriye katlanan (kimse), vatansever, vatanperver.'

Yalnızca Türkiye’de değil dünyada da siyasetin dili kendi işaretini sözcüklerle yaratıyor. İçeriği aynı veya benzer olan sözcükler siyasetin solu ve sağında paylaşılarak sembolize ediliyor. Burada da milliyetçiliğin sağa malolması, solun da ulusalcılık ve yurtseverlik sözcükleri arkasında dizilmesi sathi zihniyet dünyasının belirtisi olarak değerlendirilmelidir.

Sağ siyasetin milliyetçiliği ona içkin bir niteliksel özellik olmalıdır. Zira sağcı dünya görüşü eşitsizliği doğal bir sonuç olarak değerlendirir, insanların sosyal, etnik, kültürel, cinsiyet farklılıklarını, vb. veri alır ve bu doğallık içerisinde kendi pozisyanunun güçlenmesini hedefler. Buna karşın sol dünya görüşü genel olarak söylenirse her türlü eşitsizliğin ortadan kalkması üzerinden siyasi konumunu belirler. Dolayısıyla sosyalistler sosyal kurtuluşu, insanlığın kurtuluşu olarak değerlendirirler. Sosyalistlerin, her türlü ayrımcılığın karşısında evrensel bir dünya görüşünün taşıyıcıları olmaları gerekir.

Sol evrenselci olmalıdır...

Ama 150 yıllık tarih gösteriyor ki, sosyalist hareketlerin izlediği güzergah onu evrenselci bir dünya görüşüyle buluşturmayı sağlamamıştır. Hatta aksine, 20. yüzyıl sosyalist hareketi, ulusalcı siyasetin payandası olarak eylemiyle de kapitalizmin temelini oluşturan yeni ulus-devletlerin bizzat inşasını gerçekleştirmiştir. Türkiye’de de sosyalist hareketlerin önemli bölümü günümüzde de ağırlıklı olarak sürdürdüğü gibi Ulusal kurtuluş, Milli Demokratik Devrim, 2. Kuvvayı Milliyecilik, Ulusal Demokratik Cephe, Yurtsever Cephe taktik ve önerileriyle milli hisler üzerinden kitlesel destek arayışına yönelmişlerdir.

Şunu hatırlar 68’in devrimci yükselişini yaşayanlar, anti-emperyalist ulusalcılıkla marksist teorinin enternasyonalist yanının kavranması süreci o dönemde kafaları karıştırmıştır. Ben o tarihlerde Dev-Genç’in lise gençliği içindeki örgütlenmesi olan Dev-Lis üyesiydim İTÜ Taşkışla binasında yapılan toplantılarda devrimci marşlar da öğrenilir gençlik içersinde yaygınlaştırılmaya çalışılırdı. Bu kafa karışıklığına bir örnek olarak birbirini dışlayan iki marşın mısralarını hatırlatayım. Günümüzde artık solun yinelemesi pek mümkün gözükmeyen ve buram buram milliyetçilik kokan ilk marşın sözleri şöyleydi; 'Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi / Bağımsız olacak Türk’ün ülkesi'.... Diğeri ise Avusturya İşçi Marşı idi. İlkiyle bağdaşmayacak evrensel bir görüşü dile getiren marşın sözleri de şöyleydi: 'Dil farkı bilmeyiz, din farkı bilmeyiz / Sanki doğduk bir anadan / Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim / Hazırlandık o büyük kavgaya, başta bayrağımız sosyalizm...'

Millici anti-emperyalizm...

Tartışmamız yurtseverlik kavramı üzerinde olduğuna göre onun evrenselci dünya görüşüyle gerilimine ilişkin bu yaklaşıma karşı özellikle geçmişte bu kafa karışıklığını millici yönde gidermek üzere Mihri Belli’nin düstur haline getirdiği, Jean Jaures’un şu sözleri Türkiye sosyalist hareketinin ulusalcı şekillenmesinde etkili olmuştur; 'Yurtseverliğin azı enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir. Enternasyonalizmin azı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir.'

Milliyetçi bir anti-emperyalizmin zihinlerde yerleşmesine yol açan bu hipotezin, yurtseverlik başat olduğunda enternasyonalizmi güçlendirdiği hiç görülemedi. Aynı şekilde dünya sosyalist hareketi günümüze değin enternasyonalizmi başat kılan bir siyasi hareket geliştiremediği için, yurtseverliği güçlendirip güçlendiremeyeceğini test etmek imkanı da olamadı.

Alıntıladığım yazıda Baskın Oran’ın, yurtseverliği milliyetçilikten ayırırken kullandığı yüceltme -küçültme yapmaması- niteliği onun başat olarak yurduna özverili olması yani yeryüzünün bir parçası ile ilgili olduğu gerçeğiyle de alakalı olduğuna göre, evrensel düşünce burada ya yoktur ya da ikincildir. İkincil olduğunda da zaten yoktur yalnızca söylemden ibaret bir fantezi olabilir.

Evrenselcilik yurtseverliği de içerir...

Bugün artık Jean Jaures’in önermesi gibi düşünerek 'yurtseverlik zaten evrenselciliktir' denilebilir mi? Ya da tersi denilebilir mi? Bu soruların doğru yanıtı birincisi için hayır ikincisi için evet'tir. Neden böyledir? Zira yurtseverlik kendi bulunduğun mekanı kapsar evrenselcilik ise kendi bulunduğun mekan da dahil olmak üzere bütün yeryüzünü içerir. Dolayısıyla evrenselcilik yurtseverliği içerir ama yurtseverlik evrenselliği içermez.

Bu önermeyi biraz daha ilerletirsek yurtseverlik başat olarak sınırlanmış mekanında fedakarlığı yücelttiğinde, mekanın dışındakileri ötekileştirmeye yönelecektir. Bir kere ötekileştirme başladığında kendi içinde de ötekileştirmenin karakter haline dönüşmesi kaçınılmazdır.

Evrenselci dünya görüşü ile ulusalcılık ve yurtseverliğin de sonuçta ulaştığı milliyetçi dünya görüşü bir dikotomiyi oluşturuyor. Marx Manifesto’yu ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz’ şiarıyla bitirmişti. Bu onun evrenselci bir çözümü önerdiğini işaret eder. Ama aynı Marx, 'İşçilerin vatanı yoktur' derken, sonrasında her ülkenin proletaryasının politik iktidarı ele geçirerek kendisi bizzat ulus olacağından proletaryanın milli, ama burjuva anlamda milli olmadığını işaret ediyordu. O kapitalizmin dünyaya yayıldığı ölçüde de zaten ulusların, halkların ayrılıklarının düşmanlıklarının yok olacağını öngördü. Burada burjuva anlamda milli olmamaktan, proleter olarak milli olma anlamı çıkarıldığında dahi evrenselcilikle milliciliğin dikotomisini ve yarattığı gerilimi tespit etmek gerekiyor. Yani kısaca proletaryanın millileşmesi ile evrenselleşmesi birbirinin zıddını oluşturan dikotomi yaratmıştır. Bu durum monarşilerin imparatorlukların aşılması bakımından burjuvazi tarafından inşa edilen ulus-devletlerin tarihsel ilerleme anlayışıyla desteklenmesi ile dünya işçilerinin birleşerek komünizmi inşa etmeleri çağrısının, ulus-devletle hesaplaşmadan hatta onun üzerinden inşası projesi, tarihin sonraki dönemde yaratacağı ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ ler olarak yaratılan ‘milli sosyalizm’ ler yıkımını öngörememekten kaynaklanıyor.

Marx’ın teorisindeki bu dikotomi ve onun yarattığı gerilim 1917 Ekim devriminin sancılarını da açıklıyor. Troçki ve Lenin’in ve onların yanında yer alan Rosa Luxemburg’un devrimi evrensel bir bakışla değerlendirip Rus devrimini dünya devriminin bir parçası olarak kavramalarına karşın, millici bakışın simgesi olan Stalin’in nesnel koşullar da elverince iktidarı ele geçirdiğinde ‘Tek Ülkede sosyalizm’ teorisi doğrultusunda uluslarası işçi hareketini SSCB’nin bekçisi haline dönüştürmesi sorunun derinliğini açıklamaktadır.

Küreselleşme ve ulus devletler...

Yaşanan tarihsel süreç, kapitalizmin küreselleşmesinin ulusların ayrılıklarını düşmanlıklarını yok etmediğini gösterdi. Dolayısıyla Marx’ın öngörüsü doğrulanmadı. Bir dünya sistemi olarak kapitalizm Marx’ın analiz ettiği gibi özel mülkiyet ve emeğin sömürüsüne dayalı üretim tarzını sürdürüyor ama onun düşündüğünün aksine ulus-devletler dünyası da sistemin hala temelini oluşturuyor. Kimi sosyalistin de sandığı ve hayali olarak mücadele ettiği gibi kapitalist küreselleşmenin ulus-devleti yok ettiği falan yok. Ulus-devlet yok olmadığı gibi düşmanlıklar da sürüp gidiyor.

O halde yurtseverlikle, milliyetçilikle süregiden kapitalizmin karşısına onun araçlarıyla değil, everensel bir zihniyetle karşı durmak gerekiyor. Aslında burjuvazi gelişmeye başladığı 16. yüzyılda devrimci bir niteliğe sahipti, o zaman insanlığa seslenip yeni bir dünya kurmanın çağrısını yapıyordu. Burjuvazi iktidarı ele geçirdiğinde, o görüşlerin kendisine karşı dönmesi nedeniyle hızla bu görüşleri terk etti.

İşte burjuvazinin terk ettiği görüşleri dile getiren Montaigne’nin sözleriyle bitirelim yazıyı ’Kendi yaradılışıma uyarak, üstelik aşırılığa kaçarak bütün insanları hemşerim sayıyorum. Ama Sokrates söyledi diye değil. Bir Polonyalı’yı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum, dünya ile akrabalığımı kendi ulusumla akrabalığımın üstünde tutuyorum. Doğduğum yerin o kadar düşkünü değilim... Doğa bizi özgür ve bağımsız yaratmış, bizse tutup kendimizi olmadık çemberler içine hapsediyoruz.’


Yazar:Ferhan Umruk

Sol Seçenek İçin Parti

Ferhan Umruk

Vakti zamanında sosyalistler için parti olabilmek yeterli koşulların yerine getirilmesi ile mümkün olabilen bir yapı olarak düşünülürdü. Bu koşulların birincisi teorik yetkinliğin oluşturacağı bir program ikincisi ise bu siyasi programı hayata geçirecek yeterli kadro birikiminin oluşturulabilmesiydi.

Dolayısıyla, şimdi ancak kulaklarımızda çınlayabilecek şu sözler bu anlayışı mizahi bir hınzırlıkla dile getirirdi; Parti kurmak, çadır kurmaya benzemez.

Asri zamanımızda ise, ne diyelim, bu köprünün altından çok sular aktığından, parti üstüne parti kurmak alışkanlık haline gelmiş gibi görünüyor.

Sosyalistlerin aktüel eğiliminin bu biçimde tezahür etmesinin muhakkak ki nedenleri vardır. Bu bakımdan eleştirelim ama kınayarak yüzeysel tutumla geçiştirmeyelim.

Fazla derinleştirmeden felsefede düşünce ve eylem ilişkisi konusunda tam aksi görüşler olmakla beraber, örneğin stoacılar gibi, ama düşünce ve eylemi ayrıştıran yaklaşımın ele alındığı bir örnek olarak, Roma filozoflarından Seneca’nın ‘Bilgelerin, toplumsal ve siyasal yaşamdan uzak durarak, bilgelik ve felsefeyle uğraşıp, bu yolla insanlara yararlı olmaya çalışmaları gerek..’ sözüne yanıt Marx’ın 11. tezinde verilmişti; Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.

İşte Marx’ın sosyalistler için bir düstur haline gelmiş olan bu sözleri, onlara eylemin önemini, dolayısıyla da eylemi mümkün kılacak örgütlülüğü yerine getirmek için parti zorunluluğunu meşru bir önkabul haline getirmiştir.

Şimdi çok sayıda ‘parti’ var ama parti yok. Şu söylediğim, eğer bu yakın zamanların bürokratik parti anlayışına karşı seslendirilen ‘parti olmayan parti’ gibi bir şey olsaydı yine de bir adım atılabilmiş olurdu. Hiç olmazsa hakiki bir durumun tartışması olurdu. Yani bahsimiz o değil. Ortada olan partiler yasal veya değil, formel olabilmekten öteye hakikate yaklaşma yeteneği bile göstermiyorlar.

Sosyalist hareketin bu manzarai umumiyesi yakın tarihin başarısız partileşme hareketlerinin neticesi olarak zuhur etti. Bütün bu süreçlerde payı olan tüm sosyalistlerden; varsa günahsız olan, ilk taşı o atsın!

Tabii ki, birleşik parti süreçlerine katılmamış olan sosyalistlerin bu söylenenden kendisine pay çıkarmaya kalkması da en hafif tabirle yersiz olur, zira bu günahkarlığa! ortak olmamanın karşılığı olarak o yoldan da sosyalist bir seçenek yaratılabilmiş değildir.

İki Eğilim

Durum böyle olunca, kuşkusuz farkındalığın olmadığını da söylemek mümkün değil. Sosyalistlerin durumun vahameti karşısındaki farkındalığı iki eğilime sebep oluyor.

Birinci eğilim yaşanmış bunca deneyden sonra yeniden aynı suda yıkanmanın mümkün olmadığını düşünüp, denizde boğulmaktansa bir damla suyun kuytularında hayatiyeti sürdürerek elverişsiz koşullarda mücadeleyi sürdürmek, kendi çapında fedakarlık fakat aynı zamanda ikameci eylemin sınırlarına tıkanmanın zorunlu neticesiyle karşı karşıya kalış içinde.

Daha da önemli olan, bu atomizasyon sonucunda küçülen yapıların kaçınılmaz olarak birer sekt haline sürüklenmeleridir. Böyle bir sonuç tarihsel deneyimi içeren marxist literatürün temel konularından biri olmuş, başlı başına mücadele edilmesi gereken bir olumsuzluk olarak değerlendirilmiştir.

Sosyalist hareketin sekt haline dönüşmüş örgütsel yapılardan ibaret hale gelmesi. Onu birbiriyle uzlaşmaz, yıkıcı rekabetin egemen olduğu, örgütün bir araç değil amaç olarak bellendiği zihniyetin kabullenildiği, düşüncenin, tartışmanın hiyerarşiye tabi olduğu bir atmosferin girdabına sürüklemektedir.


Bugün bu olumsuz gerçekle yüzleşmeyen, varolan durumu aşma yönünde çaba harcamayan sosyalistin, diyelim ki bugün tekel işçisinin çadırında sabahlaması onların her eyleminin içinde bulunarak sarfettiği emek elbette önemlidir, ancak bu eylemliliklerin içinde bulunması onun görevini yerine getirdiğini anlamına gelmeyecektir.


Sosyalistlerin farkındalığının yarattığı ikinci eğilim ise belki de Samuel Beckett’in veciz sözlerinde ifade ettiği ‘Yine dene, yine yenil.. Daha iyi yenil..’ dercesine seçenek olabilecek birleşik parti yaratma çabası içine girerek sürdürülen tartışmalar...


Yeni Parti Projeleri

Başarısızlıkla sonuçlanmış birleşik parti deneylerinden sonra şimdi iki koldan gitmekte olan birleşik parti çalışmalarının sonuca ulaşmadaki sıkıntıları dikkate alındığında Beckett’in daha iyi yenilmeye davet eden sözlerine sosyalistlerin henüz yeterince hazır olmadıklarını ve de bu ihtimali göğüsleyerek yürümeye adım atmakta zorlandıklarına şahit oluyoruz.

Birleşik parti oluşumu önerisi, öncelikli olarak ‘Çatı Partisi’ projesiyle gündeme geldi. Bu önerinin ardından Şimdi ‘Yeni Sol Parti’ olarak adlandırılan bir proje de gündeme gelmiş bulunuyor.


Bu iki projenin kendi içindeki programatik ve örgütsel anlayış konusundaki tartışmalar dışında bu ayrı yürüyen süreçlerin iki ayrı partinin oluşması sonucunu verme ihtimali karşısında Barış ve Demokrasi Partisi’nin Türkiyelileşme kararı gündeme getirilerek çatı partisinin kendisinin BDP olduğu görüşü bu cenahın bir kesimi tarafından ifade edilerek Demokrasi ve Birlik hareketinin BDP’ye katılması önerilirken, ayrı bir parti kurma teşebbüsünün de rakip bir parti sonucunu vereceği eleştirisi yöneltildi.


Bu iki ayrı proje ve bu iki ayrı projenin bileşenleri dikkate alındığında altı çizilmesi gereken temel özelliklerden birincisi Veysi Sarısözen’den ödünç ifadeyle Fırat’ın doğusunda halk desteği sağlamış örgütsel bir gücün varolduğu ve bugün bunun siyasal platformda BDP aracılığıyla temsil edilmekte olduğu gerçeğidir. Kürt solu, sosyalistleri BDP ile reel bir güç olarak siyaset zemininde yer almaktadırlar. Buna karşın Fırat’ın batısında solun, sosyalistlerin böyle bir durumda olmadıkları apaçık bir gerçektir.


İkinci temel özellikse bu iki ayrı projede yer alan bileşenlerin yakın tarih dikkate alındığında büyük ölçüde somut siyasal anlarda ortaklaşarak hareket etmiş olmalarıdır. Bütün bileşenler yakın dönemde zaman zaman farklılıklar olsa da hem genel hem yerel seçimlerde ittifak içinde yer almışlardır. Demokrasi İçin Birlik Hareketi bileşenleri böyle bir özellik gösterdiği gibi Yeni Sol Parti girişiminin bileşenleri olan SHP’de Özgürlükçü Sosyalist grupta ittifak doğrultusunda hareket etmiştir.

İmkanlar ve Gerçekler

İlk özellik ele alındığında olumlu veya olumsuz sıfatı kullanmadan ifade edilmek gerekirse 1980 bir dönüm noktası olarak değerlendirildiğinde sol hareket bakımından roller değişmiş bulunmaktadır. Geçmişte Fırat’ın batısı sosyal ve siyasal hareketliliğin önünde yürürken bugün Fırat’ın doğusu kitle hareketinin önünde yürümektedir. Üstelik bugün iki yaka arasındaki dengesizlik geçmiştekiyle kıyaslanmayacak boyutlara ulaşmış bulunuyor. Kuşkusuz mücadele süreci içinde kitlesel bilinci yükselen Fırat’ın doğusu karşısında mücadelesizliğe sürüklenen Fırat’ın batısında kitle bilinci de gerilemiş alt sınıflar siyasal islamın ardında birikmişlerdir. Sürmekte olan Tekel işçilerinin mücadelesinde öne çıkanların Batmanlı, Diyarbakırlı işçiler olması bile bu gerçeğin açık bir ifadesidir. İşte bu nesnel durum, niyetlerin ötesinde, Fırat’ın doğusu ve batısını birleştirecek her ittifak veya birleşik parti oluşumu, sürdürülen aktüel söylemin dışında başka araçlar öne çıkarılmadığı takdirde kitleler nezdinde de hakikatte de ne ittifak olarak görülecek ne birleşik parti olarak algılanacaktır.

Birliğin gerçekleşmesi için önerilen çatı partisi projesinin bir cephe-parti modeli olarak sunulduğu dikkate alınırsa durum daha da içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Hali hazırdaki bileşenlerden yalnızca Kürt siyasi hareketinin kitlesel temsili güce sahip olmasına karşın bu projeye katılmış olanlara diğer sol parti ve gruplar da katılsa bile bir temsil gücünden bahsetmek ancak çok iyimser bir yaklaşımla mümkün olabilir. Böyle bir durumda parti biçiminde bir cephe olarak tasarlanan çatı partisi projesi farklı sosyo-politik güçlerin ortak bir eylem programı doğrultusunda eylemlerini birleştirdiği bir zeminin niteliksel özelliklerinden yoksun bulunmaktadır. Bu koşullarda, bütün bu nedenlerden dolayı özneleri tarafından ifade edilmese de kronikleşmiş bir hal alan çatı partisi süreci bu modelin formel olarak dahi oluşabilme ihtimalini yok etmektedir. Belki de çatı partisi hedefininin kendisi ona ulaşmaktan öte Fırat’ın doğusu ile batısı arasında yarattığı diyalog ve işbirlikleri imkanı ile olumlu rol oynamaktadır denebilir, bu bakımdan varılan noktadan geriye düşmemek bile önemlidir.

Sürecin birinci temel özelliği şimdiye değin yapılmış seçim ittifaklarında ortaya çıktığı gibi bu ittifaklar Fırat’ın doğusunda ses getirirken batısında kısmi başarılara karşın istenen sonuçlara ulaşamadığında hayal kırıklıklarına yol açsa da ikinci temel özellik olan iki projede yer alan tüm bileşenlerin ittifaklara yönelik eğilimleri geleceğe yönelik imkanın kapısının kapanmadığını, açık olduğunu göstermesi bakımından son derece önemlidir.

Muhtevada Birleşmek

Şimdi ittifaka yönelik eğilimin olumluluğunun hangi koşullarda Fırat’ın batısında da başarı kazanabileceğinin yollarını aramanın zamanı gelmiş görünmektedir. Bunu gösteren en önemli işaret kuşkusuz BDP’nin Türkiyelileşme kararı almış olasıdır. Gerçi BDP’nin selefi olan partiler her aşamada böyle bir eğilimi ifade etmişlerdir, ancak bir kenara itilmemesi gereken nesnel şartların etkisi diğer yandan da bu eğilimi somutlaştıran bir planın ortaya konulamamış olması bu hedefin söylemden ibaret kalmasına neden olmuştur. Bugün de nesnel şartların engel yaratması ihtimali ortadan kalkmamıştır, dolayısıyla nesnel şartların oynayacağı rol iradenin hedefine katkıda da bulunabilir, o hedefe engel de çıkarabilir.

Peki nesnel şartların yaratacağı engelleri de aşabilecek somut bir plan mümkün müdür? Doğrusu buna kesin cevaplar verebilmek kolay gözükmüyor. Ama bu yanıtın muhtevaya ilişkin olduğu söylenmelidir. Son dönemlerde dile getirilen Fırat’ın batısında ayrı bir dil,(sosyal) Fırat’ın doğusunda ayrı bir dil(demokrasi) kullanılarak çözüme ulaşma yöntemi formel bir çözüm önerisinin kısıtlarıyla malul gözükmektedir. Yalnızca AKP örneği bile, formellikle sınırlı böyle bir yöntemin başarısızlıkla sonuçlanacağını ortaya koymuştur. Son yerel seçimlerde AKP’nin devlet ve Genelkurmay’ın desteğiyle bir ‘devlet partisi’ misyonuyla bölgede uyguladığı bu yöntem yani ‘demokratik dil’ tarihsel bilince sahip Kürt halkının direnişiyle püskürtülmüş ve AKP’nin bölgede gerilemesine yol açmıştır.

Soruna ilişkin geçmiş deneylerin dersleri günümüze ışık tutabilir. Türkiye sosyalist hareketinin 12 Eylül öncesinde izlediği seyrin bugün tersinden izlenmesi ihtiyacı fiilen kendini dayatmaktadır. Sosyalist hareket yükseliş dönemindeki süreçte entenasyonalist bilinçle teçhizatlanarak giderek ezilen ulus kavramını siyasi programının temel maddelerinden biri haline getirmiş UKKTH ilkesi temelinde eylemini derinleştirmiştir. Hatırlanması gerekir ki bugün ulusal solculuğun şovenizm çukuruna yönelerek ergenekon bileşeni olmuş olan Doğu Perinçek bile geçmişinde Kürtlerin inkar ve imhasına karşı mücadele eden bir siyasi aktördü. Yaşanan bu süreç inkar,imha, sürgün ve katliamlarla ezilmiş olan Kürt halkının kimliğine sahip çıkışının kıvılcımlanmasına katkıda bulunmuştur. Tarihin derinliklerinden gelen Deniz’in son sözleri olan ‘yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği’ tam da bu dönemin karakteristik özelliğini belirtmektedir.

Günümüzdeki koşullar tersine dönmüş bulunuyor. Kürt siyasi hareketi bir siyasi güç olarak Türkiye siyaseti içerisinde belirleyici bir aktör olarak yer almış bulunuyor. Sistemin hegemon olmaya yönelen Anadolu burjuvazisini temsil eden AKP ile geleneksel sivil askeri bürokrat zümre ve burjuvazisinin temsilcisi CHP ve MHP ‘ye eşlik eden darbeci odak olarak beliren iki aktör dışında üçüncü siyasi aktör Kürt siyasi hareketidir. Bu durum Kürt siyasi hareketinin fıratın batısına yönelik politikalarının derinleştirmesinin önünü açıyor. Açılan bu yoldan solun uzun yıllardan sonra parlamentoda temsil edilmesine sunulan katkı, parlamentoda emekçilerin ezilen kesimlerin sorunlarının gündemleştirilmesi bu yönelimin somut belirtileri olarak ispatlanmıştır.

Ancak hem Fırat’ın batısı hem Fırat’ın doğusu için bütünlüklü bir siyasi programın oluşturulması gerçekleştirilememiştir. Bugün de tartışma, ulus devlet paradigmasının sınırları içinde Demokratik Cumhuriyet-Sosyal Cumhuriyet ikileminde sıkışıp kalıyor. Kuşkusuz ezilen kitlelerin kısmi ekonomik ve demokratik mevziler kazanması ulus devlet aşılmadığı sürece onun sınırları içinde mümkün olacaktır. Ama sorun kapitalizmin ve onun dayanağı olan ulus devlet sisteminin aşılması olarak ele alındığında dünya sisteminin köklü bir değişimiyle alakalıdır. O halde kitlelerin kısa vadeli çıkarları ile tarihsel çıkarlarını birleştirecek anti-kapitalist bir program dünyanın dönüşümünün, devriminin bir parçası olarak insanlığa seslenebilir.

Evrensel Bakış’a Doğru

Tarihsel deneyim kapitalizmin yeryüzündeki hakimiyetini kıramayan atılımların dünya sistemi tarafından kuşatılarak çürütüldüğünü, sisteme eklemlendirildiğini sonunda da yıkıma sürüklediğini ortaya koydu. Bu durum ağaca bakmaktan ormanı gözden kaçıran paradigmanın yanlış olduğunu gösterdi. Artık bir zihniyet devrimi ile ağacın nihayetinde ormanın bir parçası olduğunu görmeliyiz. İnsanlığın ve doğanın kapitalist anarşinin yarattığı ekolojik yıkım tehdidi karşısında orman çöktüğünde o tek ağacın da ayakta kalamayacağı gün gibi aşikardır. Bu metafor bir ülkenin de bir insanın da bütün sosyal, kültürel, politik hayatının her aşamasına uygulanabilir gerçekliği içeriyor.

Sisteme karşı bütünlüklü bir seçeneğin oluşması dahilinde bu topraklarda da Fırat’ın batısı ile doğusunun ortaklaşacağı, ulus kimliklerinin özgürlüğü ve eşit yurttaşlığı hedefleyen mücadeleyle birlikte bu kimliklerin politikanın belirleyicisi olmaktan çıkıp insan kimliğinin başat olması koşullarını hedefleyen anlayışı hakim kılan bir siyasi programı yaratabilmek Türk, Kürt, Ermeni, Laz bütün kimliklerin insan kimlikleri altındaki sosyal kimlikleri ile sömürü ve adaletsizliğe karşı mücadelelerininin yolunu açabilir.

Eğer sosyalizmi bir zamanlar sanıldığı gibi bir ülkenin kalkınma yöntemi değil de insanlığın kurtuluşunu hedefleyen bir dünya görüşü olarak belirliyorsak Türk’ün, Kürt’ün, İngiliz’in vb. kurtuluşundan bahsetmek düşüncenin doğasına aykırıdır. Kurtuluşun her adımı insanlığın kurtuluşuna doğru atılan bir adım olarak değerlendirilmelidir.

Bu doğrultuda Fırat’ın iki yakasının politik zihniyet dünyasının ortaklaşması gerekiyor. Ezen ve ezilen ulus solunun ortaklığa ulaşacağı dünya görüşü evrensel bir çözümü başat kıldığında güncel mücadelenin her türlü ezme biçimine karşı kazandığı mevzilerin geleceğin sınırsız ve sınıfsız bir dünya taqhayyülünün basamakları olarak değerlendirildiği ölçüde toplumun farklı ulusal kimliklerinin ortak mücadelesini yükseltme imkanı da genişleyecektir.

Yakın dönemin en belirleyici özelliği, Fırat’ın batısındaki solda genel siyasi atmosferde gelişen kutuplaşmayla kalın çizgilerle örtüşen ulusalcılık-sınıf mücadelesi ve liberal-demokrat kutuplaşması uç veriyor. Bu ayrışma kendi içinde gri tonları da içererek şekilleniyor. Kuşkusuz bizim üzerinde düşünmemiz gereken kemalist ideolojinin damarından beslenen solun, ulus-devlet savunusu üzerinden kapitalist özünü örterek sürdürdükleri ‘anti-emperyalist’ şoven-militarist darbeci çözümler değildir. Ancak ulusalcı solun indirgemeci sınıfçı anlayışı kalkan olarak kullanarak kendine mal ettiği ‘devrimci’ mistifikasyonun rejimin Kürtlere, Alevilere, azınlıklara, tüm ötekileştirilenlere karşı sürdürdüğü baskılara payanda olduğu gibi entenasyonalist solu zayıflatmak gibi bir fonksiyonu da gözden kaçırılmamalıdır.. Kuşkusuz ulusalcı solun ezilenlere karşı giriştiği bu saldırıyı püskürtmek için sosyalistlerin ideolojik politik mücadeleyi bütünsel olarak sürdürmeleri gerekiyor. Bu bütünsellikten kasıt ulusalcı solun demokrasi mücadelesini geriletmek için kullandığı ‘sınıf mücadelesi’ kavramını onlara terk etmeden bu sosyolojik gerçekliğe uygun politikalar geliştirebilmenin önemini kavramaktır.

Koşullar Kapıyı Aralıyor

Solda gelişmelerin hangi yönde ilerleyeceği, içinde bulunduğumuz aşamada önemini artırmış bulunuyor. Türkiye’de sistemin egemenlerinin AKP eliyle sürdürdükleri hegemonya onun dinsel retorikle kitleler nezdinde sağladığı itibar islami kesimde artık derinleşmeye başlayan eşitsizliklerle birlikte yıpranmaya başladı. Nihayetinde kapitalizm dine sosyal gerçekliği anlatıyor. İslami retorik eşliğinde yollarda beraber yürüyenlerin yolları ayrılmaya başladı yine büyük çoğunluk gecekondularda kalırken devlet kaynaklarının yağmasından beslenen azınlık sefahat yolunda ilerliyor. Önümüzdeki süreç siyasi mevzilenmenin taşlarının yerinden oynayacağını işaret ediyor.

Öyleyse, Fırat’ın iki yakasındaki solun bu atmosferin yarattığı imkanın gereklerini yerine getirip getirememesi de gelecek günlerin ne yönde şekilleneceğini belirleyecek. Eğer solda somut bir seçenek yaratılamazsa sistemin partileri olan CHP ve MHP’nin yükselişi ihtimali göz ardı edilemez. Bu partilerin iktidar olması demek Türkiye’nin kaosa ve kanlı olaylara sürüklenmesi anlamına geliyor.

Bu bakımdan solun somut bir seçenek yaratması için gündemde olan Yeni Sol Parti projesi de, Çatı Partisi bileşenleri de tarihsel bir görevle karşı karşıya.

Çözüm, yalnızca formel olarak ayrı partilerin örgütsel birliğini yaratmak değil ,politik zihniyette ortaklığı yaratmaktır. Ayrı partiler olsa dahi politik ittifaklarla, eylem birlikleriyle sorun teknik olarak çözülebilir.

Ancak, solda Fırat’ın üzerinde kurulacak bir köprüyle neden ortak bir partiye ulaşılmasın.

YORUM;Mehmet yücel

. Yeni Sol Parti projesi de, Çatı Partisi bileşenleri de tarihsel bir görevle karşı karşıya.

Çözüm, yalnızca formel olarak ayrı partilerin örgütsel birliğini yaratmak değil ,politik zihniyette ortaklığı yaratmaktır. Ayrı partiler olsa dahi politik ittifaklarla, eylem birlikleriyle sorun teknik olarak çözülebilir.
...
Yazarin vardigi bu sonuc gayet isabetli, iyi de formule edilmis. Katiliyorum. yUcel


YORUM; Mehmet Özgen

Fıratın iki yakası iki farklı gerçekliği yansıtıyor: Birinin niteliği onun çözüm kapsamını demokratik olarak belirliyor, diğerininki ise sosyal bir belirlenim altında. Ferhan yazısında bu gerçekliğe işaret ediyor zaten. Fıratın doğusu sınıfsal bir yelpazeye, dolayısıyla güçlü bir kitle hareketine dayanan ulusal bir siyasal hareket olarak gelişiyor. Bu hareketin ufkunda bir anti-kapitalizm yok, anti-emperyalizm de Kürt sorununun doğasından ve uluslararasılaşmasından ötürü olmadı. Bana göre bu hareketin de anti-kapitalist bir doğrultu kazanabilmesi, ancak ideolojik bağımsızlığı temel alan bileşik sosyalist partinin kurulması ile daha mümkün olacaktır. Böyle bir parti, ulusal sol ve kemalizmin etkisindeki kitleleri de kazanma imkanına sahip olabilir. Yaşam tarzlarının, siyasal islamın egemen olmasından ötürü, tehdit altında olduğu algılaması içindeki bu kitlelerin enternasyonalist bir sola yönelimi ancak böyle bir partiyle mümkündür. Fıratın iki yakası arasındaki köprü de bu yolla kurulabilir. BDP’nin ya da onun değişik bir türevi olabilecek Çatı partisinin bu köprüyü kurabilmeleri zayıf olasılıklardır. Böyle bir parti kurulmasına kurulur, ama bu da solu bir başka demokratizme sürüklemek olur. Çünkü böyle bir partide ister istemez demokratik talepler ön planda olacaktır. Marksistler kendilrini geçiş programının içeriğini teşkil edebilecek sorunlarla sınırlayamaz..

Kürd'e Prokrustes Yatağı

Ferhan Umruk

Her kritik dönemeçte, Türkiye’nin muktedirleri siyasi yelpazenin neresinde yer alırlarsa alsınlar sanki bir yerlerden düğmeye basılmış gibi müşterek bir dille konuşmayı ustalıkla başarırlar. İşte yine o meşum zamanlardan birinin daha içinde bulunmakta ve onlar tarafından belirlenen zihniyet dünyasının çepeçevre içine sıkıştırılmaya çalışılıyoruz.

Yazının başlığını mitolojiden esinlendim, yine tarihin derinliklerinden insanın toplumsal yaşamına bir ışık huzmesi gönderiliyor buradan. Grek mitolojisinde yer alan Prokrustes isimli eşkiya kendi boyuna uygun bir demir yatağa sahiptir. Yolu onun bulunduğu yerden geçen yolcuları yakalayarak bu yatağa yatırıyor, eğer yatağa yatanın boyu kısaysa onu gererek yatağın boyuna denk getirerek parçalıyor, eğer yatağın boyundan uzunsa bu defa keserek amacına erişiyor.

DTP kapatıldı, meclisten çekildi ya...

Dün belledikleri demir yatağa uzun geldiğine karar verip DTP’nin kapatılmasının gerekçelerinin yasal dayanaklarını sağdan soldan bulup küstahça veya utangaç tarzda sunan muktedirlerin siyasi yelpazesinde yer alan aktörler, şimdi DTP meclisten çekildiğinde AKP’sinden CHP’ye ,MHP’ye kadar partileriyle, medyanın köşelerinde yer tutan ulusalcısından liberaline, faşistinden sosyal demokratına islamcısına bilcümle köşeci yazar Prokrustes edasıyla bu defa demir yataklarına kısa gelen Kürd’ü gererek meclis zeminine davet şarkısını terennüm ediyorlar.

Muktedir sınıfların bu tutumları süre giden zihniyet dünyalarının değişmediğini aksine sosyal, etnik, dinsel, kültürel, cinsiyet bakımından altta olanların ancak onların belirlediği sınırlar içinde siyasal varlıklarını sürdürebileceğini ve bu sınırlar içinde hak elde edebileceklerini bir kez daha teyid ediyor.

Daha yakın zamana kadar Kürt sözcüğünü kullanmak cezalandırılma nedeni olmuştu. Neden böyleydi, zira cumhuriyetin ulus devlet paradigması tek tip Türk-Sünni vatandaş yaratmak doğrultusunda gelişti. Zora dayalı asimilasyon, bu aşamada yaşadığımız coğrafyanın otokton bir halkı olan Kürtlerin kimliklerini koruması ve tarihsel bilincinin derinleşmesinin direnciyle karşılaşarak iflas etmiş bulunuyor.

İflas etmiş bulunuyor ama muktedir sınıflar bu hakikati kabullenemedikleri gibi asimilasyonun yeni bir yöntemini keşfedebileceklerinin hayali içinde görünüyorlar. Başbakan meclis konuşmasında , Türkiye halkı demenin neden yanlış olduğunu soruyor, ama arkasından hemen Türkiye halkı zaten Türk milleti demektir diye ilave etme ihtiyacı duyuyor.

Somut duruma bakıldığında artık Kürt kimliği fiilen toplumsal meşruiyeti kazanmış durumda, ancak yasal statü sorunu orta yerde duruyor. Kürt siyasetinin eşit yurttaşlık talebi kuşkusuz yasal bir statü ile mümkün olabilir. Muktedir sınıflar koalisyonu, Kürt kimliği meşruiyetini fiilen kazanmışken Kürtleri Türkleştirme hedefinden Osmanlı’nın anasırı islamın milleti hakime damarına uygun bir politik yönelim doğrultusunda tabii ki bu defa Türk’ün milleti hakime oluş biçimi istikametinde ilerleme çabasında görünüyor.

Ancak farklı etnisitelerden farklı dinlerden oluşan Osmanlı imparatorluğunun farklılıkları bünyesinde taşımasını sahip olduğu hoşgörü meziyeti iddiası ile zamanımıza taşımaya eğilimli olanların yarattığı bu mistifikasyonu çürütmek için izninizle Karl Marx’ın şu değerlendirmesini sizlerle paylaşayım. ‘Türk işçidir, çiftçidir, küçük mülk sahibidir, tacirdir, feodalizmin en düşük, en barbar düzeyinde feodal beydir, memur ya da askerdir; Ancak bütün bu değişik yerlerde olsa da, o, ayrıcalıklı bir dine ve ulusa mensuptur, silah taşıma hakkı sadece onundur, en yüksek düzeyde bir hıristiyan, karşılaştığı en aşağı düzeyde bir müslümana yol vermek için kaldırımdan aşağı inmek zorundadır.’

Görüldüğü gibi çözümü Osmanlı’da arayanlar , bir de bakarlar ki, tavan arasındaki sandıklarından çıka çıka zamanın ruhuna hiç de uygun olmayan kirli çamaşırlar suratlarına çarpıvermiş.

Güncel durumda, meclisten çekilmenin siyasi mücadelenin bütünsel hedefini değiştiren değil siyasetin taktik bir halkası olduğu dikkate alındığında bu kararı veren Kürt siyaseti içinde de tartışmanın olması doğaldır. Bu bakımdan da, söz meclisten dışarı olmak kaydıyla, yani şovenizm tuzağına düşmemiş, demokrat, enternasyonalist görüşe sahip olanların DTP’li vekilleri meclis zeminine çağrısını da ayırarak , muktedir sınıfların siyasi aktörlerinin hiçbir demokratikleşme düzenlemesi yapmadan DTP’li vekilleri meclise daveti buyurgan milleti hakime rolünü tekrardan ya da tek parti zihniyetinin yine zuhur etmesinden ibaret kalıyor.

DTP’li vekillerin meclisten çekilmelerinin ortaya çıkardığı iki sonuç gözüküyor. Birincisi mecliste yer alan Kürt siyasetçiler, bu tutumlarıyla Türk siyaset sınıfının parlamentonun varlığını sürdürdüğü tarih boyunca bir kaç istisnai durum dışında yapmadığı bir eylemi gerçekleştirerek milletvekili olmanın kendilerine sağladığı maddi manevi müşevvikleri ellerinin tersiyle itiyorlar. Yalnızca bu sonuç bile sistemin siyasi aktörlerinin rantçı karakterinin teşhir edilmesi bakımından çok önemlidir. Günümüzde siyasetçinin toplum nezdinde itibarının yerlerde sürünmesinin en önemli sebebi seçim kampanyalarında halka verdikleri sözlerinin aksine yer aldıkları sistemin siyasi partilerinin temsil ettikleri üst sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket edişleri olduğu gibi bu hizmetleri karşılığında devletin ve toplumun kaynaklarının yağmasında bizzat yer almış olmalarıdır. İkinci önemli sonuç. hakim Türk siyasi aktörlerinin Kürt siyasetini parlamento dışına itmelerinin siyasi bir özne olarak onları yok edemeyeceğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Ankara Kürt siyasetini dışlamıştır ama Kürt siyaseti Diyarbakır’da halkın özörgütü olarak doğan Demokratik Toplum Kongresi’nde bir bakıma ikili iktidarı somutlaştırmıştır.

Kürt siyasetini Prokrustes yatağına yatırarak sistemin belirlediği sınırlar içinde ve onun bir parçası haline getirmek için muktedir sınıflar her türlü aracı kullanmayı deniyorlar denemeye de devam ediyorlar. AKP açılım retoriğiyle yarattığı mistifkasyon vasıtasıyla Kürt kitlelerini kazanmayı hedefliyor. Liberaller Kürt siyasetinin bölünmesi için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Açılımın da bir devlet projesi olarak ilan edildiğini ve MGK onaylı olduğunu unutmazsak bunun muktedir sınıflar koalisyonunun taktik bir yönelimi olduğu aşikardır. Kuşkusuz CHP ve MHP’ nin ve ulusalcı-milliyetçi kesimin saldırgan karşıtlığı sanki ortada bir koalisyon veya devlet projesi yokmuş görüntüsü vermektedir. Ancak bunun Kürt taleplerinin ve geniş yığınların hak taleplerinin baskı altına alınması işlevi gördüğü böylelikle de taktiğin bir parçası olduğu gözardı edilmemelidir. Yalnızca şunu hatırlamak bile bu koalisyonun ipliğini pazara çıkarmak için yeterlidir. Bilindiği gibi Kürt seçmeninin oyundan vazgeçmiş olan CHP-MHP Kürt illerinde oylarını AKP’ye yönelttiğini açık açık ilan etmekte bölgedeki emniyet güçlerinin bütünün de bu doğrultuda halka baskı yaptığı basın organlarında dile getirilmektedir.

Bir başka üzerinde durulması gereken nokta AKP’nin açılım politikasını başlatırken içeriğini ortaya koymamasından öte yıllardır şovenizm zehiriyle bilinçleri bulandırılmış olan Türk halkının çoğunluğunun açılım sözcüğüne dahi tahammülsüzlüğünü giderecek ikna çalışmasına girmediği gibi böyle bir hedefi olmadığı da ortaya çıkıyor. Görüldü ki DTP’ nin Anayasa mahkemesince kapatılması öncesinde AKP’nin görevlendirilen iki etkili ismi kapatmanın siyasi zeminini hazırlamak için kampanya yürüttü, Cemil Çiçek ve Burhan Kuzu İspanya’da yasaklanan Herry Batasuna örneğiyle televizyon ekranlarını işgal ederek DTP’nin kapatılmasının zeminini hazırladılar.

AKP siyasetinin içyüzünü ortaya çıkaran yalnızca bunlar değil. Bir başka işarette kararın Anayasa mahkemesinin 11 üyesinin oybirliği ile alınmış olması. AKP’nin kapatılmasında 6’ya 5 bölünmüş olan AYM DTP kararını ise oybirliği ile verdi. Kuşkusuz mahkemenin AKP kararı üst sınıfların aile içi çatışmasının işaretlerini verirken, DTP kararı ise ailenin müşterek olduğu zihniyeti su yüzüne çıkarmaktadır. Daha iyi anlaşılması için şu anda AYM başkanı olan Haşim Kılıç’ın parti kapatma davalarında kullandığı oylar fotoğrafı berraklaştırmaktadır. Haşim Kılıç bugüne kadar HEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DTP davalarında kapatılma yönünde oy kullanırken, Refah, Fazilet, AKP davalarında kapatılmaya ret doğrultusunda oy kullanıyor. Bu belirgin tabloya ek olarak Haşim Kılıç’ın kapatılma kararına ret verdiği bir karar da HAK-PAR’la ilgili. Bunun da nedeni anlaşılır gibi gözüküyor, etkisiz bir parti olması ve Kürt siyasetinin ana damarı dışında ve ona karşı propaganda faaliyetinde bulunuyor olması icazete imkan sağlıyor .

Süre giden savaşın can kayıplarına neden olan istenmeyen sonuçları ortaya çıktığında, akan kanı durdurmak için çözüm arayanların iktidar partisi olan AKP’nin yarattığı açılım mistifikasyonundan umut beklentisi içine girmeleri anlaşılırdır, ama buzdağının altında kalan hakikati göremeyince ve bunun için çaba harcamayınca onların yani Liberallerin hatta onların etkisi altına giren bazı sosyalistlerin bu mistifikasyonun yaratacağı yangına odun taşıdıklarının farkında olmadan tutum geliştirdikleri görülüyor. Kuşkusuz bu tutumların iyiniyetli veya kötü niyetli, bilinçli veya bilinçsiz tepkiler olduğunu ölçecek bir kuyumcu terazisine sahip değiliz.

Ancak hatırlanmalıdır ki muktedir sınıfların alt sınıf ve kimliklerin her türlü örgütlenmesini bastırmak için makul gerekçeler peşinde olmadıkları aşikardır. 1960’ta kurulan Anayasa Mahkemesinin bugüne kadar kapattığı sosyalist partilerin hiçbirinin de şiddetle alakası olmadığını ve de suçlanmadığını bildiğimiz TİP, TEP, TBKP, SP, STP, EP olarak sıraladığımızda bu partilerin hepsinin bölücülük nedeniyle kapatıldığını görürüz. Denebilir ki koşullar değişti günümüz koşulları artık başka bir aşamadadır. Doğrusu DTP’nin kapatıldığı koşullar dikkate alındığında bu tutum en hafif deyimle çok naif kalır.

Burada Liberallerin kurguladığı askeri vesayet rejimi paradigmasını yalnızca askerlerin üzerine kurup Türk siyaset sınıfının yahutta Türk burjuvazisinin aslında alt sınıf ve kimliklerden doğan ürkekliğinin yarattığı karakteri icabı bu rejimin bir parçası olduğunu gözden kaçırıp serdettikleri analizler gerçekleri ters yüz ediyor. Darbe ‘mağdurları’ Süleyman Demirel’in ve Bülent Ecevit’in 28 şubatçılığı hatırlanırsa rejimin niteliksel özelliği daha iyi kavranır. Refah partili Mukadder Başeğmez ekranlarda 28 şubat’ın her kafadan bir sesin çıktığı RP’ye vurduğu darbenin son derece yerinde olduğunu beyan ediyor.Türk burjuvazisi sosyal varlığını sürdürmek için siyasal varlığını askeri cenaha bırakmaya her zaman gönüllü olmuştur. Liberaller Türk siyaset sınıfının gerçekliğini gözden kaçırınca şematikleştirmenin tuzağına düşerek Kürt siyasetine de bu analizi uygulayarak kopuş çağrılarında bulunuyorlar. Bu tutum Kürt hareketinin sosyolojik bir olgu olduğu gerçeğini gözardı etmektedir. Her sosyolojik olgu kendi yarattığı kurumlarla var olur. Bu gerçekliğin bireysel tercihlerle veya toplumsal mühendislik önerileriyle değiştirilmesi mümkün değildir. Kaçınılmaz olarak sosyolojiler kendi sembollerini kendi değerlerini üretirler, martirler doğar, sonuçta bütün bunlar mücadelelerin mihenk taşının kendisi olurlar.

Resmi görüşün sözcüleri çıkmazı gördükleri için sosyolojik analizle değil psikolojik analizle yöntem öneriyorlar Avni Özgürel kıyılarda dolaşarak şunları dile getiriyor.‘Hal böyleyken ‘Açılım’ı Öcalan’la pazarlık ederek değil ama onu göz ardı ederek inşa etmeyi düşünmenin fazla iyimserlik olduğu kanısındayım... Açık söyleyeyim, farzımuhal Kürtler adına bugüne kadar seslendirilen taleplerin tamamına evet deyip bir tek Öcalan’ı tartışma harici tutsanız, şiddetin önüne geçme şansınız yok seviyesinde olabilir.’ Bu görüş bir gerçekliğe yaklaşıyor ancak zaten taleplerin tamamının gerçekleştiği Türkiye’nin, artık halkların barışının gerçekleşmiş olduğu bir Türkiye olarak her sorunu çözecek iradeye sahip olacağını kavrayamıyor. İşte önerilen Hakikatleri Araştırma kurulu Türkiye’nin bütün karanlık tarihini aydınlatmak ve barışın hüküm sürmesi için yerinde bir öneri olarak masada duruyor.

Son söz olarak DTP’nin meclisten çekilmesi Kürt siyaseti bakımından çok ciddi bir mevzi kaybı anlamına gelmez, zira Kürt hareketi örgütsel gücünün yaygınlığıyla bu eksiği kapatma imkanına sahiptir. Ancak örgütsel gücü zayıflayan Türkiye emekçileri yoksulları ve bütün mağdur kesimlerin parlamentodaki mevzilerini yitirdikleri açıktır. Büyük ölçüde bilinci karartılmış olan işçi sınıfı bugün bunun ayırdına varmayabilir ama Meclisten ayrılma açıklamasını yaparken de Ahmet Türk kapitalist piyasa ekonomisinin kurbanı 19 maden işçisinin acılarını paylaşarak sözüne başladı. DTP mecliste, AKP ve CHP’lilerin işveren olduğu Tuzla tersanesinde tersane işçilerinin can pazarına dönen durumları için, Davutpaşa’da canlarını kaybeden işçiler için soru önergesi veren tek partiydi. Silikozis hastalığına, kot taşlama işçiliğinden dolayı yakalanan işçilerin durumunu mecliste gündemleştirdiler. Artık mecliste emekçilerin taleplerini seslendirecek bir parti yok.

Tarihsel tesadüf mü bunlar? DTP kapatılıyor, Ankara’da işlerinden edilen binlerce Tekel işçisi gaz bombasına maruz kalıyor, Demiryolu emekçileri işten atılıyor. Maden işçileri karların düşmemesi için sistemin yol açtığı tedbirsizliği küstahça sürdürüp hiçbir maliyete katlanmayan kapitalistin kurbanı oluyorlar.

Üsttekilerin tarihsel çıkarları için birleşerek yol aldığını görüyoruz, alttakilerin de tarihsel çıkarları için birleşmeyi başarmaktan başka seçenekleri görünmüyor. Prokrustes’in yatağı ancak böyle parçalanabilir.

Savaş Rejiminin Çıkmazı

* Ferhan Umruk

Siyasi rejimler genel olarak demokrasi, krallık, diktatörlük, vs. kavramlarla ifade edilir. Bu kavramlara eşlik eden bir diğer tanım da o rejimin sürekli olarak savaş içinde ve savaş tehdidi altında bulunduğu atmosferin sıradanlığa dönüşerek rejimin bekasının olmazsa olmaz koşulu haline getirildiği savaş rejimleridir.
Geçmişte, örneğin hanedanlıklara dayalı dünya sisteminin bir aktörü olan Osmanlı imparatorluğu diğer benzerleri gibi savaş ganimetine ve zaptettiği yerlerdeki halklardan aldığı haraçlarla ekonomisini ayakta tuttuğu için varlığını sürdürebilmesi savaşlara bağlıydı. Dolayısıyla eski dünya devletlerinin rejiminin aynı zamanda savaş rejimi olması onların niteliksel özelliğidir.
Kapitalizm ve ulus devletlerin doğuşu ise giderek meta üretimine ve kesintisiz sermaye birikimine dayalı ekonominin hem artı değer aracılığıyla içte sınıfsal sömürüyü hem de dışta eşitsiz mübadele ve sermaye ihracı yoluyla dünyanın geri kalmış bölgelerini savaş yapmadan da sömürebilmesinin yolunu açtı. Kuşkusuz bu değişim, savaşları ve şiddeti ortadan kaldırmadı ama devletler içte ve dışta sömürüye karşı direniş olmadığı takdirde savaşa gerek de duymadılar. Haklı olarak şu soru hemen akla gelir. Savaşların en büyüğü 20. yüzyılda olan 1. ve 2. dünya savaşları değil miydi? Kuşkusuz öyleydi, aslında bu iki savaşın emperyalist rekabetin çözüme savaşla ulaşma yönteminin son uygulamaları olduğunun altı çizilmelidir. Bir başka önemli saptama, kapitalizme ve ulus devlete gecikerek ulaşan Almanya’nın özellikle 2. savaşta faşist savaş rejimine sahip olmasının yol açtığı sonuçtur. Faşizmin modernleşmeye karşı gerici bir başkaldırı olma özelliği, onu ‘yaşam alanı’ elde etme amacıyla, bu bir intihar olsa bile, geçmiş yöntemler olan savaş ve fethe yöneltmekten alakoymamıştır. Aslında her yeni tarihsel evrede geçmiş bütünüyle silinmez ondan izler sürmeye devam eder. Gelgelelim dünyada günümüzde de savaşlar sürmeye devam etmekte olup, biteceğine dair bir işaret ufukta gözükmemektedir. Zaten burada söylenmek istenen de dün ekonomi savaş üzerinde yükselirken, günümüzde savaşın ekonomi üzerinden yükseldiğidir.
Şimdi buradan Türkiye’nin sürdürdüğü savaşa gelebiliriz. Bugün yaşanan savaş artık bir dış savaş haline de dönüşmüş durumda. Son gelişmeler düşük yoğunluklu çatışma tarifinin hızla aşılmakta olduğunu göstermekte. Gelinen bu aşamada, egemen sınıfın kendi içindeki çatışmalarının, cumhurbaşkanlığı, türban vs de olduğu gibi, bu çatışmaların onlar bakımından kurulu düzeni yıkıcı addedilmediğini ve bunun kendi aralarındaki hegemonya mücadelesinden ibaret olduğunu, Erdoğan-Büyükanıt ikilisinin Dolmabahçe mutabakatı ile gözler önüne serdi. Dolmabahçe mutabakatı, örtülü egemen sınıf ittifakının örtüsünün sıyrılarak çırılçıplak ortaya çıkması bakımından son derece yararlı olmuştur. İslamcı, laik, militarist üst sınıflar ittifakının çatışmalı karakteri, bu çatışmanın sınırlarını kavrayamayanlar için, bu ittifakın alt sınıflara, asimile edilememiş etnisitelere ve tüm ezilenlere karşı yekpare bir blok olarak hareket ettiğini gizleyen bir faktör olagelmiştir. Bu tezi daha önce 2005 de şöyle dile getirmiştim, ‘ Bu belge (milli güvenlik siyaset belgesi) İslamcı, laik, militarist üst sınıflar koalisyonunun tarihsel sınıf çıkarları üzerine kuruludur, temel karakteri budur. İkincil niteliği ise üst sınıfların kendi içindeki rekabetin koşullarını belirlemekte egemen sınıfın fraksiyonlarından hangisinin hegemon güç olduğunun tespit edilmesine vasıta olmasıdır.’ * Kuşkusuz bu görüş ‘Dolmabahçe mutabakatı’ ve arkasından gelişen sürecin sonuçları ortaya çıkana kadar ne liberaller ne sosyalistler ne de Kürt hareketi içinde bir etki yaratabildi. Muhalefetin aralarındaki köklü farklara karşın kimi nüanslarla ortaklaşmış oldukları fikir AKP’nin siyasi bir aktör olarak demokrasiyi genişleteceğine dair inançtı. Bu o kadar ileri derecede saflık haline geldi ki, ona yapılan tek eleştiri ‘ürkeklik’ söylemiyle sınırlı kaldı. Liberallerin zaten bilinen tavrını bir yana bırakarak sosyalistlerin de bu tuzağa düştüklerini gösteren yalnızca şu örnek bile siyaseti okumada vahameti ortaya koyar. Sosyalist demokrasi partisi yakın döneme kadar Kürt sorununun çözümü temelinde politikasını demokratik çözümün aktörü olabileceğini ileri sürdüğü AKP hükümetinin DTP’yle masa başına oturması çağrısı doğrultusunda merkezileştirdi. Şimdi görüldüğü gibi yersiz beklentilerin aksine AKP fiilen ve hukuki olarak savaş baltasını elinde sallayan başkomutanlık mevkiinde bulunuyor. Demek ki sanıldığının aksine üst sınıflar koalisyonunu parçalamanın yolu bu koalisyonun aktörlerinden birinin payandası misyonuna sürüklenerek ona güç katmaktan geçmiyor. Böyle bir taktik beklenilenin aksine bu süreçte görüldüğü gibi AKP’nin ‘demokrat’ özneliğe kendine rağmen terfi ettirilmesi onun Kürt halkı gözünde yanlış algılanmasına yol açmasından öte sonuç yaratmadı, AKP’nin Kürtlerin yerleşim alanlarında kazandığı siyasi zemine bu hatalı tutumun katkıda bulunduğu gözardı edilemez. Bunun böyle olduğu neredeyse artık bütün köşe yazarları tarafından dile getirilmekte, sistem içi tek alternatif olarak Genelkurmay tarafından da Kürt coğrafyasında AKP’nin desteklendiği dile getirilmektedir.
Türkiye’nin rejimini tanımlama konusunda siyaset alanında ortak bir tanımlamanın mevcut olmadığı bilinen bir vakadır. Parlamenter demokrasiden, yarı-askeri demokrasiye! Askeri vesayet rejiminden, faşist rejime kadar tanımlamalardan söz edilmektedir. Bu tartışmanın ötesinde rejimin Osmanlı imparatorluğunun yıkıntısı üzerinde inşa olduğunun ve onun savaş-ekonomisi geleneğinin de varisi olduğunu belirtmek gerekiyor. 1. emperyalist paylaşım savaşının Almanya ile ittifak halinde taraflarından olan Osmanlı imparatorluğu paylaşarak genişlemeyi umarken kendisinin paylaşıldığı bir yenilgiyle karşı karşıya kaldı. Yerine kurulan Cumhuriyet rejimi savaş yenilgisi üzerinden kurulmanın doğal sonucu retoriğini ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ olarak kurguladı. Ancak bu kurgulamanın, cihanda sulh bakımından uzunca bir dönem karşılığı olsa da yurtta sulh bakımından tam aksi yönde olduğu 1938’ e kadar süren Kürt isyanlarını tenkil ve imhaya dönük açık bir savaş rejiminin hüküm sürmesiyle gerçekliğe tekabül etmediği belirtilmelidir. 1974 de Kıbrıs işgaliyle rejimin uluslar arası kamuoyunun bütün tepkisine karşı durarak yayılmacı bir savaş rejimi karakteri dışarıya dönük olarak da bir daha zuhur etti. Yakın tarihte Ortadoğu’da kaydedilen gelişmeler sonucunda rejimin temel karakteristiği bir kez daha su yüzüne çıktı. Üst sınıflar koalisyonunun bütün sözcüleri misak ı milli’den , eski anlaşmalardan kaynaklandıklarını ileri sürdükleri kanıtlarla Kerkük, Musul üzerinde Türkiye’nin hakları olduğu yaygarasını kopardılar. Şurası açık ki yetersiz sermaye birikimi sorunuyla uluslar arası rekabette zorlanan burjuvazinin rakip fraksiyonları ekonomi ile elde edemedikleri gücü savaş yoluyla elde edebilmenin karakteristik refleksini hep birlikte gösterdiler.
Eğer bir rejimin temel karakteristiği savaş üzerine kuruluysa, bu tür rejimler kazandıkları savaş ve ganimetle güçlenirler. Aksi durumda ise rejimin çöküşü kaçınılmazdır. Dünya tarihinin bu duruma uyan en tipik örneği kuşkusuz ‘yaşam alanları’ amacıyla imparatorluk peşinde kendi halkını felakete sürükleyen Hitler rejimidir. Kendi tarihimiz bakımından da Enver Paşa’nın Turan hayallerinin yarattığı yıkımdır. Bu tür rejimlerin makul aklın ferasetiyle değil, çılgınlığa, maceraya temayül eden akıl dışılığa dayandığını kendi felaketini de yaratmaya gözü kapalı sürüklendiğini belirtmek gerekiyor.
Bu yazıyı kaleme almaya başladığımda yukarıdaki başlığı koymuştum. Bu savaşı
rejimin çıkmazı olarak değerlendirdim. O sırada ABD savunma bakanı Gates’in ve Başkan Bush’un Türkiye’nin en kısa sürede çekilmesi ültimatomuna. Hükümet sözcüleri rest çeker havada cevap verirken, Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt ‘kısa sürenin izafi olduğunu 1 gününde 1 senenin de kısa süre’ olarak değerlendirdiğini ifade ederek ordunun hedeflerine ulaştıktan sonra geri çekileceği sözlerinin daha mürekkebi kurumadan geri çekilme başlayıverdi. Bizzat Abdullah Gül’ün açıklamasında dile getirdiği direnişin kuvvetli olduğu vurgusu bütünüyle nüfuz edemediğimiz diğer faktörler ordunun süratle geri çekilmesi sonucunu doğurmuş bulunmakta. Savaşın sonucunun nasıl değerlendirildiğini haberin düştüğü gazetelerin okuyucu yorumlarında ki kandırılmışlık, savaş karşıtlarına verilen haklılık, AKP ve Genel Kurmaya yönelik sert eleştirilerde görmek mümkün. Toplum nezdinde, iktidarıyla muhalefetiyle resmi sivil bütün kurumlarının izlediği savaş politikası yenilgiye uğramıştır ve bundan dolayı, itibar kaybı kaçınılmaz olan muktedirler karşısında yeni bir imkan doğmuş bulunuyor. Halkların barışını , devlet politikalarında değil halkların dayanışmasında arayan, yeni bir toplumun üst sınıfların partileri arasında değil, emekçilerin, yoksulların, tüm ezilenlerin kendi siyasal partilerinin ortaklaşmasında arayan doğrultu güç kazanırsa, belki de bu imkan yeni bir dönemecin eşiğinde olunduğunun habercisidir.
· Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı Versus Yayınları

MUSTAFA SUPHİ’NİN KATLİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

06 Şubat 2010 Cumartesi



Tarih yalnızca geçmişin hakikatlerini bilmemize ya da malumatfuruş bir kimse olmamızla ele alınmaması gereken bir disiplin olmalıdır.

Tarih, kuşkusuz günümüze ışık tutar, ama tarihin günümüze ışık tutması için ezilenlerin, mağdurların mücadelesini bastırmış muktedirlerin yazdığı ve tüm toplumun zihnine boca ettiği eğreltilmiş tarihe değil, ezilenlerin mağdurların dile getirdiği gerçekleri gün ışığına çıkarmak gerekiyor.

Yaşadığımız bu topraklar da, mağdurların, mağdurluğu ortadan kaldırmak için mücadele edenlerin yenilgileri ile bezeli..

Bizim üzerimize düşen muktedirlerin resmi tarihle yarattıkları yalanları teşhir etmek, hakikatin üzerinde yarattıkları sis perdelerini yırtmak olmalıdır.

Bu bakımdan tarihin yaprakları aralandığında bu topraklarda cumhuriyetin kuruluşuna zemin olan Ankara’nın hakimiyetindeki topraklarda katledilen Mustafa Suphi ve yoldaşlarını unutmamak ve unutturmamak gerekiyor.

Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Partisi kurucusu kimliğiyle bilinen ve bu kimliğiyle olduğu gibi, siyasi sistemin günümüze kadar süren tetikçisi belli ama faili meçhul kalmış kurbanlarından biridir.

28-29 ocak 1921 tarihi onun 14 yoldaşıyla birlikte Yahya Kahya tarafından Karadeniz'in karanlık sularına gömülüşü o gün olduğu gibi bugüne kadar da sosyalistlerin yüreğine saplanan bir sızı olmuştur.

Bir sızı olmuştur ama sosyalist hareketin tarihsel serüveninin ulusal ve uluslararası reel siyasetin girdabında düştüğü çıkmaz sokaklarda hakikatle yüzleşilmekten çoğu zaman kaçınılmıştır.

Burada değinmek istediğim konu Mustafa Suphi’nin yaşamını anlatmak değil. Konuyla ilgili kitap, makale çok sayıda yayınlanmış bulunuyor.

Konuyla ilgili bütün çalışmalarda da Mustafa Suphi ve yoldaşlarını kimin öldürttüğü bir soru işareti olarak tezahür ediyor. Halbuki katilin kimliği belli, onun Trabzonlu Yahya Kahya ve çetesi olduğunda bir tartışma bulunmuyor. Bulunmuyor ama, tetikçinin ipleri kimin elinde sorusu zihinleri kurcalıyor.

Olayın bir boyutu olarak; Günümüzden baktığımızda geçmişe doğru, bir şeyler örtüşüyor zihnimizde. Hırant’ da Trabzon’lu genç olan bir katil tarafından katledildi. Yine aynı biçimde, sahneye çıkarılan bir tetikçiyle yetinilmesi isteniyor. Şimdi hepimiz devletin çeşitli yetkililerinin katilleri koruduğunu, ilişkide olduklarını, cinayetin iklimini yaratanları görüyor biliyoruz ancak devletin meşum perdesi hakikati örtmeye devam ediyor.

Neden Mustafa Suphi üzerine düşünürken Hrant’ı hatırlamak gerekiyor? İki insan ve her ikisi de varoluşlarıyla sistemin paradigmasına aykırı düşmüşler. İkisi de o kadar benzer bir senaryonun kurbanı olmuşlar ki, söz konusu olanın neredeyse kopya cinayetler olduğunu söyleyebiliriz

Adım adım kurgulanan cinayet önce toplumsal iklimin yaratılmasıyla başlıyor. Kars’dan Erzurum’a gelen Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin düzenlediği provakatif gösteriler bekliyor.

Hrant katledilmeden kısa bir süre öncesinde faşist bir güruh işyerinin önünde ‘ya sev ya terket’ nidalarını kusuyorlar. Devletin onlara sunduğu 301. madde desteği sayesinde.

Daha bir dizi benzerlik eklenebilir 1921 Ocak ayından 2007 ocak ayına akseden cinai tertibin genetik özelliklerinden.

Mustafa Suphi’nin katledilmesinde dikkate alınması gereken iki boyut var. Ulusal ve uluslararası dinamikler bunlar.

1920 Nisan’ında ilan edilen Ankara hükümeti bir yandan İstanbul hükümetiyle hegemonya mücadelesi içinde, diğer yandan esas olarak ittihatçı kadrolardan oluşan Ankara kendi içinde bir iktidar mücadelesini yaşıyor. Enver Paşa’nın karizmatik kişiliği Mustafa Kemal ve ekibi için her zaman dikkate alınması gereken bir faktör olarak yerinde duruyor.

1919 - 1921 yılları arasında Anadolu'da, Rusya’da devrimi başaran Bolşeviklerin prestijinin dorukta olduğunu da ifade etmek gerekiyor. Yeşil Ordu'nun bolşevikliğe sıvanması, TBMM’ de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın varlığı , hem Enver Paşa’nın Rusya’da bolşeviklerle teması hem de Ankara’nın aynı yönde sürgündeki ittihatçı önderlerle irtibatlı olarak bu temaslara eşlik etmesi oluşan atmosferin niteliğini gösteriyor.

1920 yılı boyunca siyasi gelişmelerin bir kaç on yılı içerdiğini gözlemek mümkündür. Bir yandan İngiltere desteğiyle Yunan işgalinin Fransa’yı rahatsız etmesi, İstanbul’un işgali, Meclis'in kapatılması, Ankara’da Meclis'in açılması, bütün bu gelişmeler hızla gerçekleşiyor.

Bu koşullarda Ekim devriminin rüzgarını arkasına almış olan Mustafa Suphi’nin Anadolu'ya gelmesi Ankara için ikircikli bir durum yaratıyor. Bir yandan emperyalist savaşın aktörü olarak savaşta rol almış Osmanlı Devletinin yenilgisinin ardından galipleri ikna ederek kalan parçada devleti ayakta tutma çabasının pek karşılık bulamaması ve yalnızlaşma öte yanda İngiltere’nin Kafkasya’ya elini atmasını engellemeyi amaçlayan Sovyetler'in Ankara’ya sunduğu desteğin önemi. Sovyetler'in desteğini sağlamak için 10 Eylül’de kurulan TKP’nin lideri Mustafa Suphi’ ye görünüşte yakın ilgi göstermek gereği kendisini dayatırken iktidar savaşında yeni bir aktörün ortaya çıkış ihtimali karşısında içten içe gelişmekte olan tepkiler süreci belirliyor.

Biraz uzun da olsa aktarmak istediğim Mustafa Kemal’in iki mektubu ikircikli durumu ve parametrelerin değişimini çok açık olarak belirliyor.

Bu mektuplardan birincisi Mustafa Kemal’in Mustafa Suphi’yi Ankara’ya davet mektubudur. Bu mektup sosyalist hareketi Kemalizmin kuyruğuna takma teşebbüslerinde ulusalcı sol yazının sık sık kullandığı bir belgedir. Mektubun tarihi 13 Eylül 1920’dir

‘“Bakü’de Türk İştirakiyun Partisi Merkez Komitesi Başkanı Mustafa Suphi Bey ve üyelerden Mehmet Emin yoldaşlara,
Büyük çoğunluğu işçi ve köylülerden oluşan milletimiz Garp’ın emperyalizm ve kapitalizm mahkumiyetinden kendini kurtarabilmek için bunlara karşı birleşmiş olarak mücadele ve direnişe karar vermiştir ve bu kararını uygulamaktadır.
Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’nın da aynı kanaat ve amaç ile çalışmakta olmasını büyük bir memnuniyetle karşıladık. (…)
Gaye ve prensip itibarıyle bizimle tamamen ortak olan Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’ndan maddeten ve manen hakkıyla yararlanabilmemiz için teşkilatınızın acilen BMM Başkanlığı’yla irtibata geçmesi gerekmektedir. Türkiye dahilinde yapılacak her çeşit örgütlenme ve eylem ancak bu kanal aracılığıyla yapılabilir.
Aynı hedefe doğru yürüyen Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’yla tamamen bir arada çalışmak üzere BMM nezdine tam yetkili bir üye göndermenizi ve BMM tarafından Azerbaycan hükümeti nezdine üye olarak Bakû’ya gönderilmiş Memduh Şevket Bey’le ilişki kurmanızı ve birlikte çalışmanızı rica eder ve bu vesileyle samimi saygı ve selamlarımı sunarım.
TBMM Başkanı Mustafa Kemal”

Bu mektup 1920 Eylül’ünde Ankara hükümetinin Sovyetler'le sıcak ilişki dışında bir seçeneğin bulunmadığı bir kesitte yazılıyor.

Fakat bunun ardından Ali Fuat Cebesoy’a yazdığı mektup Mustafa Kemal’in konuyla ilgili hakiki görüşünü serdetmesi bakımından çok önemlidir.

‘’ Bolşevikler aynı zamanda memleketimizde Bolşevik teşkilatı vucude getirmek için fevkalade faaliyete başlamışlardır. Bakü’ye gönderdikleri Mustafa Suphi ve arkadaşları vasıtasıyla Türkiye Komünist Merkezi Umumisi ihdas ettirdiler (kurdurdular). Tamamen Bolşevik efkarına kazanılan saf ve gayri saf adamlardan sahilin her noktasına çıkardıkları gibi dahilen de Eskişehir ve Ankara’ya kadar göndermişlerdir. Bunların maksadı memlekette bir inkilabı içtima vucuda getirmektir. ...
Bila kayd u şart Rus tabiyeti demek olan dahildeki komünizm teşkilatı gaye itibarıyla bizim aleyhimizdedir. Gizli komünizm teşkilatını her surette tevkif ve teb’it (uzaklaştırma) mecburiyetindeyiz. Mecliste ahiren (sonradan) meydana çıkan halk zümresi bizim tanıdığımız arkadaşlardır. Bunlar memlekette bir içtimai inkilabın kısmen olsun luzumuna kani olanlardır. Bu teşebbüsün mehalikini (tehlikesini) ihata edememektedirler (kavrayamamaktadırlar). ‘’
(Mustafa Kemal İttihat ve Terakki ve Bolşevizm. Emel Akal)

Daha iyi anlaşılması için Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katleden Yahya Kahya’nın Mustafa Kemal tarafından şu sözlerle taltif edildiğini ekleyelim. “vatanperverâne hissiyat ve
temennilerinize teşekkür ederim’’

Şunu biliyoruz, İttihat Terakki’nin 1915 Ermeni kırımıyla Anadolu'yu Türkleştirme doğrultusunda attığı adım ve onu takip eden süreç muktedirlerin paradigmasını oluşturdu. Zira 1924 Anayasasıyla cumhuriyeti tek etnik kimliğe dönüştürmek suretiyle Kürtlerin dışlanması dinsel olarak büyük ölçüde homojenleşmiş olan Anadolu'nun etnik olarak da homojenleşmesi planının yürürlüğe girmesi anlamına gelmekteydi.

İttihatçı damardan kuvvet bulan Ankara’nın Komintern’in dünya devrimini hedefleyen enternasyonalist görüşle donanmış kuruluş yıllarındaki politikasıyla örtüşebilmesi eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Bundan ötürü de politik ufku komintern’den kaynaklanan TKP de Ankara için uzlaşılabilir bir ortak niteliği taşıyamazdı.

Mustafa Suphi’nin Komintern’in kuruluş kongresinde dile getirdiği görüşler milliyetçi Ankara hükümetinin izlediği istikametle çelişen fikirleri barındırıyordu. ‘’Gerçek şudur ki Türkiye’ de diğer devletlerde olduğu gibi, halkın canına kastedip kanını emen bir çok barbar ve alçaktan başka, bir de sadece Ermenilerin değil, fakir işçi ve köylü kitlesinin de kanını akıtan Osmanlı padişahları vardır.’’

TKP’nin Mustafa Suphi’nin katlinden sonra 1922’lerde de bu politikasını sürdürdüğünü Rum, Ermeni, Yahudi işçilere yaptığı çağrılarda ve Türk işçilerin milliyetçi ön yargılarını kırma çabalarında gözlemlemek mümkündür.

1921 Ocak ayı yalnızca Mustafa Suphi’nin katliyle sınırlı değildir. Ankara, hegemonyasını kuvvetlendirmek üzere THİF’i kapatarak üyelerini istiklal mahkemesinde cezalara çarptırmış. Yeşil Ordu'yu dağıtmıştır.

Ankara ile ilişkilerini sürdürmekte olan Sovyet hükümetinin komünistlere karşı saldırıya geçen Ankara karşısında bu ilişkileri değiştirecek hiç bir girişimi olmadığı gibi kısa bir süre sonra 16 Mart 1921’de dostluk anlaşması imzalamıştır.

Bu durum 1926 ya doğru Buharin - Stalin bloku tarafından ortaya koyulan ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ teorisinin pratikte filizlenmesi olarak değerlendirilebilir mi? Doğrusu Lenin’in Komintern’in 2. kongresinde dile getirdiği ‘Biz, Komünistler olarak, sömürgelerde burjuva-kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci oldukları ve ancak bu hareketlerin yöneticileri bizim köylüleleri ve sömürülen yığınları devrimci bir ruhla eğitip örgütlememize engel olmadıkları takdirde destekleyeceğiz.’ Sözleri dikkate alındığında bu şekilde değerlendirmemek için hiçbir neden gözükmemektedir, zira Ankara’nın komünistleri ezmesi açıkça ortada olduğuna göre, pratikte bu ilkenin değil devlet çıkarlarını temel alan ‘Tek ülkede Sosyalizm’ teorisinin yolunun açıldığı açıktır.

Lenin’in parti liderliğinin Troçki’nin merkez komitede olduğu bir evrede her ikisinin de sonradan zuhur eden böyle bir teoriyle hiçbir ilgisi olmamakla, Troçki’nin 1926’larda bu teoriye karşı sürdürdüğü çetin mücadelesi olmakla beraber, yaşanan tarihsel olay pratik ihtiyaçlara tabi olmanın kabullenilmesi veya sessiz kalınması, kırılmanın da başlangıcı sayılabilir.

Bu kırılmanın o günlerde, herhalde geleceği de işaret edercesine çıplak bir biçimde yine Stalin tarafından ifade edilmiş olması dikkat çekiyor. ‘Halen Karadeniz’in kilidi olan İstanbul’u ellerinde bulunduran ve Kafkasya üzerinden doğuya olan doğrudan yolu korumak isteyen İtilaf devletleri bütün bunları hesap ediyorlar. Bütün mesele, en sonunda kimin Kafkasya’ya hakim olacağı, kimin petrolü ve Asya’ya giden çok önemli yolları kullanabileceğidir; Devrim mi, yoksa İtilaf devleri mi?’

Soruda yer alan Devrim sözcüğünün yerine Sovyet Devleti sözcüğünü yerleştirdiğinizde geleceğin kurgusunun da yapılmış olduğu görülür. Dolayısıyla Kafkasya üzerindeki stratejik hesapların Türkiye ile ittifak dahilinde İngiltere’nin püskürtülebileceği üzerine kurulduğu anlaşılırsa Ankara’nın komünistlere karşı yürüttüğü baskı ve yok etme politikasını Sovyet hükümetinin neden gözardı ettiği net olarak anlaşılır.

Sınıfsız toplum hedefi olarak ‘Bir ülkedeki proleter mücadelenin çıkarlarının bu mücadelenin bütün dünya ölçüsündeki çıkarlarına tabi kılınmasının’ gereğine işaret eden Komintern 1926 larda ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ teorisine savrularak 1943’te de kendisini yok etmesine varan süreç sonraki dönemin de Milli-Sosyalizmler olarak şekillenmesine ve yıkımına yol açtı.

Günümüzün dünyası kapitalizmin hegemonyasının dayanağı olan ulus-devletlerden oluşuyor. Eğer yeni bir dünya hedefi olacaksa bu sınıfsız ve özgür insanların yer alacağı bir toplum olacak, bu hedefe ulaşmanın şartı ne ulusun çıkarlarından, ne devletin çıkarlarından, ne ulus-devletin çıkarlarından, ne sınırlara sahip en demokratik olan ulusun çıkarlarına dayalı olarak belirlenebilir. Bu hedef marksizmin kurucularının, Ekim devrimini yaratanların hayal ettikleri bir Dünya Cumhuriyeti ve insanlığın çıkarlarına dayalı olduğunda gerçekleşebilir. İşte o zaman devletin sönümlenmesiyle birlikte ulus da politik alandan dışlanmış olur.

O halde tek ülkede sosyalizm teorisiyle hesaplaşmadan ne dünü anlamak mümkündür ne de geleceği inşa edecek bir ufka sahip olunabilir.

Mustafa Suphi trajedisini de bütün boyutlarıyla ve eleştirinin hiçbir tabuya boyun eğmemesi gerektiğini kavrarsanız anlayabilirsiniz.

Yazar:Ferhan Umruk

İskender'in kılıcı

İskender'in kılıcı


22 Kasım 2009 Pazar
Kördüğüm haline gelmiş sorunların çözümünde hangi yolun tercih edileceği düşünüldüğünde, ilk akla gelen tarihsel çözüm yöntemi İskender'in kılıcı efsanesidir. Efsanenin tarihin her dönemi için öğretici niteliğinden bir şey kaybetmemiş olduğu kanaatindeyim. Bu bakımdan kısaca günümüze de ulaşan anlatıyı paylaşmak istiyorum. Bilindiği gibi İskender'in kılıcının çözdüğü Gordion'un düğümüydü.Ünlü Gordion düğümü aslında Asya'daki toplumsal karmaşayı temsil etmekteydi.Ama efsanede bu olgu başka bir biçimde kıssadan hisse diyeceğimiz biçime bürünüyor. Ölen Frig kralının varisi olmadığından kente ilk giren arabalı kişinin kral olacağı vasiyeti üzerine, kral öldüğünde kente arabasıyla ilk giren Gordion arabasını bağlarken bir düğüm atıyor. Bu düğümü kim çözerse Asya'nın hakimi olacağını da dile getiriyor. Bir çok kişi bu düğümü çözmeye çalışsa da bunu başaramıyor.Düğümü çözmeyi başaran İskender’in yöntemi ise elindeki kılıç oluyor ve İskender'in imparatorluğu veya 'barışı' geniş topraklar üzerinde hakim oluyor.

Kılıcın kördüğümü çözme metaforu, toplumsal kördüğüme bir gönderme olduğuna göre yaşadığımız topraklarda günümüze tevarüs etmiş olan çözülememiş kördüğümlere kılıcını atacak bir İskender'in zuhur ettiğini ima edenler olduğuna tanık oluyoruz.

Kasım ayının ilk günleri Türkiye'nin gordion düğümünün iki bileşenini bir güzel çakıştırıverdi. 8 Kasım'da İstanbul'da yapılan kitlesel Alevi mitingi, eşit yurttaşlık talebini seslendirdi. 10 Kasım ise Kürt açılımı ile başlayıp, demokratik açılıma dönüşen en sonunda ise milli birlik projesi diye adlandırılan açılımlar zincirinin herhalde temel halkası olan Kürt meselesi veya haddi zatında 'Türk ' meselesi haline dönüşen gündemle Meclis'in toplanmasına vesile oldu.

Doğrusu, yıllarını kapana kapana karartmış olan Türkiye'nin açılımı diline dolayabilmiş olması bile, bir nebze olsun yüreklerin ferahlamasına yol açabiliyor. Bu ferahlamanın pespembe iyimserliğe dönüşmesine, inanarak veya sadece inandırmak gayesiyle destek olan profesyonel kanaat oluşturucular yukarıda sözünü ettiğim İskender'in kılıcının Recep Tayyip Erdoğan'ın elinde parladığını ilan ediyorlar.

Gerçekten durum denildiği gibi, Başbakan’ın elinde kılıç kördüğümü çözmek üzere harekete geçmiş olduğuna mı işaret ediyor? Görünüşteki gelişmeler dış ve iç politikada sorunların çözülmesi istikametinde ilerliyor. Dışişleri Bakan’ının stratejik derinlik politikası, Türkiye’nin komşularıyla sorunlarının çözülmesi ve işbirliğinin geliştirilmesi doğrultusunda Ermenistan’la protokollerin imzalanması, Suriye ve İran’la sıcak ilişkiler ve hatta sermayenin dizginlenemeyen yatırım ve kar hırsıyla katliam suçuyla uluslararası ceza mahkemesince aranan El Beşir Sudan’ına müslüman dayanışması imasıyla uzatılan ellerle somutlaşıyor. Ancak tuhaf bir derinleşme olan El Beşir kardeşliği duvara çarparken, Kıbrıs sorununda değişen bir şey olmadığı gibi Ermenistan’la imzalanan protokollerin uygulamaya geçmesi meçhul gözüküyor.

Peki, iç politikada kördüğümün başat halkaları olan Kürt meselesinde ve Alevi yurttaşların meselesiyle alakalı olarak, bu kördüğümü parçalayacak bir kılıç parıltısı göze çarpmakta mıdır? 10-12 Kasım’da yapılan meclis oturumlarında Hükümet kanadı kuşkusuz ilk anda kulaklara hoş gelen ancak sonrasında boş olduğu anlaşılan hamasete dayalı çıkışlarla vakit geçirdi, Hükümet’in açılım planına ilişkin olarak hiçbir somut öneriyi ortaya koymadığı, açılımı destekleyenler veya karşı çıkanların müşterek kanati haline geldi. Uydu yayın çağında Kürtçe televizyonu açılım ilan etmek ne kadar tuhafsa, taş atan Kürt çocuklarını sindirmek için yaptığı yasa değişikliğiyle ağır cezalara tabi tutan hükümet, şimdi bu cezaları hafifletmeyi açılım diye sunuyor. İş adeta fıkra gibi Nasrettin Hoca’nın kaybettiği eşeği bulmasına dönüyor senaryo. Açılımın parçası YÖK başkanı yüzde doksanı Farsça, Arapça, Türkçe olduğunu ileri sürdüğü Kürtçe’nin bir dil olmadığını ifade ediyor.

Öte yandan, 2007 seçimlerinde AKP’den seçilen bir kaç alevi milletvekilinin Erdoğan’dan vize alarak önayak olduğu şaşaalı Alevi açılımı doğrultusunda yapılan toplantılar hiçbir sonuç üretmeden akim kalmış teşebbüsler olarak hafızalara nakşoldu. Cumhuriyetin uluslaşma paradigmasının odağına yerleştirdiği Türk-Sünni kimliği doğrultusundaki asimilasyon politikasının AKP’nin politikasına uyumlu niteliksel özelliğini görmemek ancak saflıkla muzdarip olmakla mümkün olabilir. Bu bakımdan Alevi yurttaşların Diyanet’in ve zorunlu din derslerinin kaldırılması doğrultusundaki haklı ve temel talepleri sadece AKP’nin değil, onun gibi sistem partileri olan CHP, MHP’nin de bağlı olduğu cumhuriyet paradigması duvarı ile karşı karşıya kalıyor.

Bütün bunlar, üst sınıfların siyasi temsilcileri olan partiler, sadece siyasi partiler de değil, şu anda buzdağının üstündekileri ortaya serilen siyasi planlarıyla ordu-partinin de , sosyal, kültürel, etnik, dini alt sınıflar olarak tezahür eden kimliklere karşı uyguladıkları inkar ve imha politikaları çözümsüzlüğün derinleşmesine neden oluyor. Sistemin siyasi aktörleri kendi aralarindaki çıkar çelişmelerinin kavgasını verirken alt sınıf ve sosyolojilerin taleplerini bastırarak sistemin ihya edilmesi için kendilerine verilen rol doğrultusunda yeteneklerini ortaya seriyorlar. Unutmayalım ki milli güvenlik siyaset belgesi yerli yerinde durmakta üst sınıflar koalisyonunun Kürde, Aleviye, sistem dışı sola karşı ortak programı işlevini sürdürmektedir.

AKP’nin demokrasiyi içtenlikle arzulamasına karşın ulusalcı muhalefetin ve devlet bürokrasisinin engellerinden dolayı ileri adımlar atamadığından söz edenler bir mistifikasyon yaratıyorlar. Onlara hatırlatılması gereken bu coğrafyada iç ve dış dinamiklerin tesiriyle yukarıdan yapılan her reform veya hafızaları canlandırmak için şu sözcüğü kullanalım ‘islahat’ın yine aynı siyasi aktörler tarafından kanlı çözüme basamak yapılması ile karşı karşıya kalınmıştır.

Konuyu bir başka yönden ele alırsak parlamenter demokrasilerin üst sınıfların iktidarını sürdürmek bakımından en elverişli hegemonya biçimi olduğuna dair genel yaklaşımın nedenleri sorgulandığında, temel özelliğinin sistemin siyasi aktörlerine sistemi sarsacak toplumsal taleplerin basıncına karşı ellerine kart verebilmesi olduğunu görürüz. Neden AKP’nin görünürde demokrasi söylemi içindeyken hakikatte toplumsal talepleri dizginlemenin yolu olarak muhalefetin ‘şiddetli’ tepkisini gerekçe haline getirdiği düşünülmesin? Veya sistemin aktörlerinden olan muhalefetin bu rolü şevkle yerine getirdiği düşünülmesin?

Aslında senaryonun kötü adamı rolünü üstlenen Onur Öymen’in son söyledikleri anlatmaya çalıştıklarımı çok iyi özetliyor, cumhuriyetin muktedir siyasi aktörlerinin ‘sol’undan sağ’ına bütün hepsinin haddizatında iştirak halinde bir cemiyet olduğunu şu sözlerle ifade ediyor ‘ Benim dediğim, AKP’nin yöntemi, söyledikleri gibi Atatürk’ün yöntemi değildir. Ben mi bastırdım Dersim isyanını? O zaman Atatürk niye böyle davrandı? Celal Bayar Başbakan’dı. Fevzi Çakmak da Genelkurmay Başkanı. Onlar da mı faşistti?'

Şimdi meseleler anlaşılabiliyor olsa gerek diye düşünüyorum. Umalım ki Türkiye’de otoriter vesayet rejiminin tarihsel geleneğinin ittihatçılık ve tek parti CHP damarından ibaret sayıp, Kurucusu Celal Bayar olan Demokrat partiden AKP’ye uzanan sivil siyasi geleneğin demokrasi damarı olduğu analizlerini önümüze sürenler tarihle yüzleşmeye bir daha ihtiyaç duysunlar ve bu analizlerini gözden geçirsinler. Bunu yaparlarsa eğer günümüz dünyasında dönüştürücülüğünü yitirmiş olan sistemin siyasi aktörlerinin ve onların temsil ettikleri sınıfların değil ancak sistemin muhalifi olabilecek mülksüzlerin, ezilenlerin ‘gordion düğümü’nü çözecek ‘İskender’in kılıcı’nı ellerine alabileceklerini görürler.
Yazar:Ferhan Umruk

Protokol ve sol

Protokol ve sol

17 Ekim 2009 Cumartesi
10 Ekim günü Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan protokoller, hem Dünya hem de Türkiye medyasında tarihi bir adım olarak duyuruldu. Ufak çaplı 3 saatlik gecikme krizi tarafların Dışişleri Bakanlarının imza sonrasında konuşma yapmaktan imtina etmeleriyle aşılmıştı.

Gerçekten de televizyon ekranlarından izleyebildiğimiz imza töreninde, dikkat çekici bir kompozisyonla karşı karşıya olduğumuz apaçıktı. İmza serenomisi esnasında iki Bakan'ın arkasında fon olarak ABD, Fransa, Rusya ve ev sahibi olarak İsviçre Dışişleri Bakanları ve de Avrupa Birliği'nin üst düzey temsilcisi arzı endam etmekteydiler.

Bu fotoğraf bizim izlemekte olduğumuz imza töreninin sıradan bir tören olmadığını açıkça gözler önüne sermekteydi.

Demek ki olay son derece önemli.

Ancak tarafların öne çıkan çözülememiş dağ gibi iki sorunu mevcut. Ermenistan için ‘jenosidin’ kabulü, Türkiye için Karabağ meselesi.

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından, Kafkasya'da ulus devletlerin yeniden yapılanışının sancılarına şahit olundu, halen de bu sancılar sürüyor. Bu sürecin temel karakteri yeniden yapılanmanın etnik kimliğe dayalı niteliğidir.

İşte bu niteliksel özellik Azerbaycan sınırları içinde yer alan Karabağ'daki Ermeni nüfus, yeniden yapılanma sürecinde genel gidişata uygun davranış biçimine uyarak, Ermenistan'ın da desteğiyle Karabağ'ın Azerbaycan'dan kopuşunu gerçekleştirdi.

Her ulus devletin yaptığı gibi Azerbaycan bu durumu toprak kaybı olarak değerlendirerek diplomatik atağa geçti. Her ne kadar kendisi Kıbrıs'da başka bir devletin topraklarına asker gönderip oraya yerleşmiş olsa da, nasıl olsa dünya diplomasisi de çifte standarta aşina olduğuna göre, halen en yetkili ağızlarda pelesenk edilmekte olan 'İki millet, tek devlet' avazeleriyle Türkiye Azerbaycan'a destek olmak için Ermenistan sınırını kapatıp, diplomatik ilişkileri kesti. Sene 1993. Şimdi bu durum Türkiye için protokollerin uygulamaya geçmesinde ön koşul mu? Değil mi? Hükümet yetkililerinin çelişkili beyanlarına bakılırsa, en hafif ifadeyle durum müphem gözüküyor.

Ermenistan içinse 1915 faciasının Ermeni halkı üzerinde yarattığı travmanın basıncı sürüyor. Türkiye'de ulus devletin kuruluş sürecinin bir katarsis süreci olduğu tarihin yaprakları arasından süzülüyor. Süzülüyor ama, sistemin egemenler koalisyonu bu gerçeği kabul etmek niyetinde değil. Olsa olsa koalisyonun bir bölümü hakikati, süreci süründürerek örtmek peşinde.

Egemenler katında amaç bir yöntem farklı olarak tezahür ediyor. CHP, MHP, Saadet Partisi gibi ulusalcı yelpazenin değişik uçlarında bulunan siyasi aktörler şoven-milliyetçi bir uslupla çözümsüzlüğü çözüm olarak dayatıyorlar. AKP-Liberal kanat ise ‘Jenosit’i tarih komisyonuna havale ederek süründürmek, Karabağ meselesinin de Dünya’nın büyük devletlerinin enerji kaynakları akışında Kafkasya’yı stabilize etme zorunluluklarının sonucu olarak çözüleceğini, Ermenistanın zayıflığı, ve izolasyonunun onu zorunlu olarak bu çözüme razı edeceğini düşünüyorlar.

Peki bu iki yöntemin farklılığı amaçta birliği içerdiğine göre sonuçta kim ne elde edebilir? Ulusalcı odak ulusal çıkarları savunduğunu söyleyerek izlediği gerilim politikasıyla anlaşmazlıkların sürmesine hatta savaşların bile çıkmasına zemin hazırlayabilir. Yukarda ulusal çıkara dayalı politikayı başka yöntemle sürdüren AKP - Liberal kampın reel diplomasinin güce,zayıflığa dayalı yönteminin son tahlilde barışın yolunu açacak ahlaki bir politika olduğu söylenebilir mi?

Yoksa bütün bunlar ulus-devlet sisteminin partilerinin iyi polis, kötü polis rollerinin tezahüründen mi ibarettir?

Solun görüşü var mı?

Şimdi işin bizden tarafa daha da önemli yanına değinmek istiyorum. Şu protokol öncesi ve sonrası sistem partileri ve ideologlarının dışında kalan sistem muhalifi siyasi aktörlerin değerlendirmelerini bekledim. Kimler olabilir, sosyalist parti ve gruplar, Kürt hareketi, anarşistler, bu siyasetlerin dergileri yayınları veya olabilecek açıklamalarıydı beklediğim. Aslında beklediğim diyorum ama herhangi bir refleks beklemiyordum da doğrusu. Nitekim, kendini sistem dışı olarak niteleyen örgütlerin grupların büyük çoğunluğunun konuyla ilgili görüşlerini deklare etme ihtiyacında daqhi olmadığını, ya IMF protestosunda, ya bir grevde, ya da kendine özgü başka bir sorunda takılıp kaldığı açıkça bir kez daha ortaya çıktı.

Bunun yanında belirtilen görüşler de demokrat olmakla beraber resmi görüşün paradigması sınırları içerisinde sıkışıp kalıyor.

Tespit edebildiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Araştırmaya TKP ile başladığımda, partinin bu konuyla ilgili bir açıklaması olmadığını gördüm. Yalnızca, bu partinin oluşturduğu Yurtsever Cephe'nin yayın organı olduğu bilinen Sol sitesinde Bursa'da oynanacak Türkiye - Ermenistan maçı ile ilgili bir yazı göze çarpıyor. Bu yazıda protokol üzerine bir cümleye rastlıyoruz 'Hafta sonu Türkiye ile Ermenistan arasındaki protokollerin ufak çaplı bir kriz sonrasında imzalanmasıyla birlikte iki ülke arasındaki ilişkiler yeni bir döneme girdi. İki ülkenin ABD öncülüğünde çizilen genel hat üzerinde anlaşmaya varmış oldukları gözükse de, söz konusu meselenin karmaşıklığından dolayı hâlâ süreç gerilimli ve bıçak sırtında ilerliyor.' Böylelikle konunun 'karmaşık' olduğunu öğrenmiş! oluyoruz.

Yine, biraz uzun olacak ama, EMEP çizgisinde yayın yapan Evrensel gazetesinin 12 Ekim tarihli editörden köşesinde şu ifadeye rastlanıyor. 'Diplomatik gelişmeleri dikkatle izleyenler, çeşitli konjonktürel nedenler ve dönemsel çıkarlar açısından Türkiye ve Ermenistan’ı bu normalleşmeye büyük güçler tarafından zorlanmış olmasalar, bu protokolün de imzalanmayacağını biliyorlar. Yani aslında medyanın iddia ettiği gibi, Türkiye hükümetinin ve yönetenlerinin bu konuda ortaya koydukları bir özveri siyaseti bulunmuyor. Aksini savunan medya organları, iki ülke arasındaki protokollerin imza töreninin 3.5 saat gecikmesine yol açan sorunların başında gelen Karabağ sorununda, Türkiye’nin ‘taviz vermeme’ siyasetini aşan bir yaklaşımı olup olmadığını sorgulamalıdır."

Herhangi iki ülke arasındaki sorunların sadece tek taraftan taviz bekleyerek çözülmesi mümkün müdür?' Bu ifadeler, yazarın günümüz devletler sistemi paradigması doğrultusunda hakkaniyete dayalı karşılıklı tavizlerle çözüm arayışını işaret ediyor.

Sonuç itibarıyla sistem karşıtı siyaset iddiasında bulunan siyasi öznelerin yukarda belirtilenlerin dışında epey miktarda mevcut olduğunu biliyoruz. Ama karşımıza çıkan tablo yalnızca Türkiye'yi değil tüm dünyayı ilgilendiren siyasi olgu karşısında, ya yukarda görüldüğü üzere kapsamlı olmayan ve sistem partilerinin görüşlerini aşmayan 'demokrat' görüşlerle konu geçiştiriliyor ya da tamamen ilgisizlikle karşılanıyor.

Peki bu durum sol hareketin gerilemesinden doğan bir refleks kaybından mı kaynaklanmaktadır? Bunun temel neden olarak düşünülmesi yanıltıcı olur. Herhalde daha önemli olan parametre uluslararası politika konusundaki ideolojik-politik sol görüşün sistem partilerini aşmayan 'Halkların Kardeşliği' çağrısında ifadesini bulan sistem içi 'barışcı' bir aktör olarak kendisini sınırlamış olmasıdır.

Kapitalizmin varlığının temeli olan ulus-devlet sistemi, ekonomik ve siyasi eklemlenmeyle bir dünya sistemini oluşturmaktadır. Ulus-devletler sistemi savaşı da kardeşlik ve barış politikasını da bünyesinde taşımaktadır. Sol bu paradigmanın ikileminin barış tarafında yer almakla sanıldığı gibi sistem karşıtı bir rol oynamış olamaz. Zira sistem partileri de koşullar gerektirdiğinde bugün AKP'nin yapmakta olduğu gibi 'Barış' aktörü olabilirler.

Ulus-devlet sisteminin dünya sistemi olarak kabullenildiği günümüz dünyası 'ulusal çıkar'ın politikanın belirleyici bir faktörü olmasından kendini kurtaramamıştır, zaten kurtarma niyeti de olamaz . Paradoksal gözüken ama esasında ulus devlet sistemi içerisinde yer alan, şu eski 'sosyalist' ülkeler olan Çin-Sovyet çatışmasını, Vietnam-Kamboçya savaşını hatırlamak bile bu düşüncenin doğruluğunu kanıtlamak için yeterlidir.

Kapitalist dünya sisteminin bütünleyici parçası olan ulus-devlet sistemini aşmak yerine 'ulusal bağımsızlık' politikasını temel alan sol siyaset, yukardaki ifadelerde görüldüğü gibi ulus devletlerin anlaşmazlıklarında yine 'ulusal çıkar' doğrultusunda hareket ettiğinden, ya karmaşıklıktan bunalacak ya da sistemin zaten içselleştirdiği 'karşılıklı tavizler' diline esir olacaktır.

Kapitalist küreselleşme karşısında, küresel devrimin yerine ulus - devlet savunuculuğuna savrulan sol, hem muhafazakarlaşıyor, hem de Dünya'yı okuma yeteneğini kaybediyor. Sol ulus devleti savunurken yanılsamaya sürükleniyor, zira kapitalist dünya sistemi temel parametresi olan ulus devleti ortadan kaldırsa, kendi kendinin berheva olmasıyla karşı karşıya kalacaktır.

Artık solun, sosyalistlerin gelecek dünya tahayyüllerinin sistem içi prangalardan kendisini kurtararak, güncel siyasi olgulara da bu pencereden bakması gerekmiyor mu?

Hani devletin sönümlendiği, hani sınırların ortadan kalktığı, hani ulusun değil insanlığın kurtuluşu istemi, hani eşit ve özgür dünyaya olan özlem vardı ya onu hatırlamak ve hatırlatmanın şimdi tam sırası.
Yazar:Ferhan Umruk