30 Haziran 2010 Çarşamba

SAMİMİYETSİZ BİR DÜNYADA TARAF OLMAK

HAKKI YÜKSELEN

PKK’nin koşullu ateşkese son verip “aktif savunma”ya geçmesiyle 26 yıllık savaş yeni bir aşamaya girdi. Seçim propagandasını fiilen başlatan hükümet, suçu İsrail’in üzerine yıksa da, konuyla az çok ilgili olan ve en azından ortalama bir zekâ seviyesine sahip herkes gerçeğin farkında. Savaşın yeniden alevlenmesi, intikam peşindeki İsrail’in, Türkiye’nin “yükselişini” engellemek ve tabii hükümeti devirebilmek amacıyla tam da referandum döneminde PKK’yi ‘taşeron” olarak ileri sürmesiyle ilintili değil. Gelişmelerin temelinde bir yıl önce büyük bir alâyişle ilan edilen ve duruma göre sürekli isim değiştiren “açılım”ın yattığı açıkça ortada. Tabii, bu söylediğimin “Terörün nedeni, hükümetin açılım politikasıdır!” türü, burjuva muhalefetine has bir bayağılıkla ilgisi yok. Söylemek istediğim, bu “açılım”ın daha en başından itibaren boğazına kadar bir samimiyetsizliğe batmış olması.
Her Şeyin Başı…
Dilimizde “Her şeyin başı samimiyet!” diye bir söz vardır. Ancak ortada samimiyetten başka her şey var. Öyle bir manzara ki, iyi polis-kötü polis oyunu oynayan ve her sıkıştıklarında dişlerini göstermekten çekinmeyen devletlû birileri, sorunu gerçekten çözmenin değil, istedikleri kıvama getirip ucuza kapatmanın peşinde. Zaten sureti haktan görünüp var olan egemenlik biçimini bu defa da “çözüm ve demokrasi” kisvesi altında sürdürmek isteyenlerle neyi çözeceksiniz ki? “Eski mutlu ve Kürtsüz günler”in hayaliyle yanan ve “Kürt sorunu yok, terör sorunu var!” diyenleri saymıyorum bile!
Cumhurbaşkanı’nın geçen yıl “İyi şeyler olacak!” diye müjdelediği “açılım”ın gerekçelerine bakmak bile yeterli: “Model ortak” ABD, yeni projelerine uygun bir Ortadoğu şekillenmesinde bize “bölgesel güç”, yani bölgesel hegemon rolü vermeyi kabul etmiş. Devletimizin içinde bugüne kadar görülmemiş bir uyum ortamı oluşmuş. AB, bir zamandır “terör örgütü”ne desteğini kesmiş. “Herkeslerin” tasfiyesine karar verdiği PKK, iyice sıkışıp çaresiz kalmış, hatta dağılıp bitme noktasına gelmiş. Yani “devlet içi uyumu” saymazsak neredeyse tamamen “dış kaynaklı” bir mesele. Tabii, haklarını yemeyelim, bir de “Analar ağlamasın!” gerekçesi var ki, insanın “Allah razı olsun!” diyesi geliyor!
Netice itibariyle Barzani’yi, Talabani’yi saymazsak şöyle Kürtsüz cinsinden güzel bir çözüm imkânı! ABD-Irak-Irak Kürdistan Yönetimi bir de Biz. Yani, meselenin asıl politik muhataplarının, BDP’nin, PKK’nin yok sayıldığı, hatta tasfiye edilmeye çalışıldığı, öyle kendi aramızda, baş başa; halksız, haksız, adaletsiz, eşitliksiz ve de tekinsiz bir çözüm. Hem de temelleri onca yıldır kimi devlet güçleri ve bağlantılı sivil güçlerce atılmış her türlü provokasyona açık, oynak, kaygan ve de faşizan bir zemin üzerinde.
Eşitlik Korkusu!
Bizde özellikle “milli meselelerin” reformlar yoluyla çözümü, yani diz boyu samimiyetsizlikte uydurmasyon reform işleri epey eskilere dayanır. Ermeni meselesinde olduğu gibi, uydurma çözümler, gerçek kırımlara yol açmıştır her daim. Bu reform işi tehlikeli bir tahterevalli gibidir. Birileri kazanacağını hayal ederken, birileri de kaybedeceğini düşünür. 1879-1951 yıllarında yaşamış İstanbullu yazar ve gazeteci Aram Andonyan, ilk defa 1913’te yayımlanan ‘Balkan Savaşı’ adlı kitabında, imparatorluktaki Türk unsuruyla diğer unsurlar arasındaki ilişkilere değinirken, gerçek bir reformun temelinin eşitlik olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Ama şu var ki, memlekette gerçek bir eşitlik kurulursa, Türk unsuru, sadece en çok avantaja sahip unsurlarla eşit olmamakla kalmayacak, daha da geride kalacaktır(…) Eşitlik sistemi içerisinde, sayısının azlığı yönetim yollarını kapatacaktır önünde. Zanaat, ticaret, alışveriş onun işi değildir. Sayıca kendisinden çok aşağı olan unsurlar bile, eşitsizlik engeli kalkınca onu geçeceklerdir(…) Şu halde reform varlığını sürdürmek için şart olmakla beraber, eşitlik sisteminden kaçınmak da şarttı. Eşitlik olmadan ise reform olamazdı. Reform yapılırsa Türk unsur muhakkak kaybedecek; reform yapılmazsa muhtemelen Türkiye elden gidecekti(…) Mithat Paşa bu kördüğümle karşılaştı yolu üzerinde. ‘Türkiye Türklerindir’ ilkesinin ilk bayraktarlarından olan bu devlet adamı, aynı zamanda hem memleketi hem de Türk unsuru kurtarma çabası içinde, reformu eşitlik ilkesiyle birlikte kabul edemezdi(…) Çaresiz samimiyetsiz bir sistem buldu: Memleketin hoşnutsuz unsurlarını parlak laflarla yahut biçimsel bir düzen ve kurumlarla oyalayacak, her şeyi vaat edip hiçbir şey vermeyecekti. Dış görünüşüyle liberal, gerçekte zorba bir sistem olacaktı bu. 1908’de Mithat Paşa’dan otuz yıl sonra, Jön Türkler bu samimiyetsiz sistemi uyguladılar.’
Eşitlik korkusundan mütevellit derin ve çaresiz bir samimiyetsizlik hastalığı…
Yeniden Paylaşmak
Tabii, o zamandan bu zamana köprülerin altından çok sular aktı. Her şeyden önce bugün hâlâ kaşınanlar olsa da artık imparatorluk falan değiliz. Üstelik kendi ulus devletimiz içinde büyük bir çoğunluğu oluşturuyoruz. Bütün yönetim yolları, ardına kadar açık, önümüzde uzayıp gidiyor. Gayrimüslim mülklerinin Türklere devri işi ise (çokuluslu yatırımları ve “hoşgörümüze” sığınmış birkaç azınlık mensubunu saymazsak) büyük ölçüde tamam. Türkler zanaatı da, ticareti de, alışverişi de öğrendi; hem de şeytana külahı ters giydirecek tüm fırıldaklarıyla birlikte. Kimi internet provokatörlerinin “Ey Türkoğlu uyan, her şey Kürtlerin eline geçti!” veya “Zenginlerin çoğu Kürt!” türü hikâyelerine bakmayın, bu memlekette patronun kim olduğunu herkes bilir. Ancak yine de ortalıklarda “eşitlik ihtimali”nden kaynaklı bir yığın korku ve endişe vardır. Sıradan Türkler arasında epeyce yaygın olan, ‘Elimin altındaki Kürt de giderse ben kimi aşağılarım?’ endişesini; ölen evlatlarının hesabını, asıl sorumlulardan değil, Kürtlerden sorma eğilimini ve zaman zaman kabaran faşizan ruh halini hesaba katmak zorundayız. Unutmayalım, hayali de olsa “iktidar”, iktidardır!
Tabii, bir de “üst düzey” endişeler var. Siz bakmayın kimi hakiki iktidar sahiplerinin “Bu Kürtlere yüz verirsek astarını da isterler!” veya “Önce kültürel haklar, ardından da bölünme!” söylemine. Dertleri, yalnızca “devletin, vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne halel gelmesi ihtimali değil; aynı zamanda bir şeyleri de Kürtlerle paylaşmak zorunda kalmaktır. Yani, birlikte paylaşarak yaşamak, neredeyse ayrılıktan beterdir! Eh alışmamışlar ne de olsa!
Üzerine pek laf edilmez, ama işin bir de bu yönü vardır. Anayasa maddesi haline gelmiş bir “siyasi eşitlik” ekonomik, toplumsal ve idari alanları da zorlar. Kendimizi, kaynakların yeniden dağılımı, daha eşit paylaşımı gibi mevzuları tartışırken buluveririz. Bölgeye aktarılacak ekonomik kaynaklar, yapılacak yatırımlar, ciddi eğitim ve sağlık harcamaları, zorunlu sosyal politikalar, kültürel hakların gerekli kıldığı destekler, idari reformlar ve daha bir yığın şey. Hepsi masraf kapısı. Şimdi bir de kendi boğazından kesip Kürde yedir; olacak iş değil. Tabii, her şey ekonomiyle kültürle de bitmiyor. Öyle anayasalara falan geçmiş kolektif hak ve özgürlüklere dayalı bir eşitlik, bugüne kadar birilerinin yararına “tıkır tıkır” işleyen, adeta doğal bir düzeni de bozacaktır. Milli eğitimin yeniden düzenlenmesinden tutun da, anadilinde eğitime, tarih vs. ders kitaplarının yeniden yazımına, harp okullarına öğrenci alımına, en hassasları da dahil, devlet kurumları üzerinde ortaklık taleplerine kadar bir yığın devlet ve memleket işi… Küflenmiş resmi ideolojimizin açık ve güneşli bir havada şöyle bir havalandırılması, “hallaç pamuğu” gibi atılması, sadece devlet mitolojimizin değil, burjuva egemen ideolojimizin de çivilerini yerlerinden oynatır! Hele bir de yerel yönetimlerin güçlendirilmesi veya “özerklik’ türü ihtimalleri de eklediğinizde ortaya önce yerel, ardından da ulusal planda siyaset yapmaya başlayan, kendisine yeni makam ve mevkiler talep eden, eskisinden çok daha güçlü ve iştahlı bir Kürt siyasi sınıfı ve bürokrasisi çıkacaktır. Tabii bu durum, bir “yeniden yeniden paylaşım” konusunu da gündeme getirecektir. Yani, bir alay risk, bir yığın bela!
Hassas Mevzular
Böylesine tarihi öneme sahip meselelerin, işleri bazen “hot-zotla” bazen de sahtekârca bir koyun pazarlığı ile yürütmeye alışmış çapsız, riyakâr, fırsatçı, korkak ve samimiyetsiz insanların eline kalması çok tehlikelidir. Çünkü bunlar, kendilerinin ve temsil ettikleri güçlerin kayıplarını sanki halkın kaybıymış gibi göstermeyi iyi bilirler. İşlerin sarpa sardığı bir noktada, bütün çılgın darkafalılıklarıyla, zaten uzun yıllardır çeşitli resmi-gayri resmi kışkırtmalarla fokurdatılan kin ve nefret kazanının ateşini harlamaları işten bile değildir.
Bakın bu memlekette, “milli meseleler” nedeniyle çok kan dökülmüştür. Yani konu, hassas bir konudur. Bu hassasiyet özellikle “açılım, çözüm ve reform” dönemlerinde çok artar. Osmanlının son yüzyılında reformun sadece sözünü ederek, ancak gerçekten reform yapmayarak Hıristiyanları öfkelendirmek; aynı anda da “Gâvurlar tepemize çıkacak!” diyerek Müslümanları kışkırtıp saldırganlaştırmaktan başka bir işe yaramayan yönetim anlayışı, “devlet yönetiminde süreklilik” ilkesi gereği, bu memleketin sırtında hâlâ bir kambur gibi durmaktadır.
Özgürlük Eşitlik Kardeşlik!
Oysa Kürt halkının kazancı, Türk halkının emeğiyle yaşayan büyük çoğunluğunun da kazancı olacaktır. Sabahtan akşama kadar “birlik” nutukları çeken egemenlerin en büyük korkusu Türk ve Kürt emekçilerinin özgürlük ve eşitliğe dayalı gerçek birliğidir. Onlar, bu birliği engellemek için şeytanın dahi aklına gelmeyecek yolları bulurlar.
İşlerin yoluna girdiği inancının çokça yayıldığı dönemler, aynı zamanda tehlikelerin de arttığı dönemlerdir; hele ki arabanın direksiyonu, malum kişilerin elindeyse.
Bugün “çözüm” mevzuunun dışında tutulmak istenen sadece Kürt halkı, Kürt emekçileri değildir; aynı şekilde Türk halkı ve Türk emekçileri de devre dışı bırakılmak istenmektedir. Oysa halkın, emekçilerin dahil ve müdahil olmadığı, destek vermediği ‘çözümler’ sadece yeni ve belki de daha kanlı çözümsüzlüklere kaynaklık eder.
Taraf Olmak
Tarihteki büyük meseleler, eğer zamanında ve doğru araçlarla çözülememişlerse, ortalıkta kalan dev bir leş gibi çürümeye, eskilerin deyişiyle “tefessüh” etmeye, yani kokuşmaya başlarlar; yanlarındaki, yörelerindeki hemen her şeyi, bu arada mücadele eden güçleri de çürütüp kokuşturarak. Kürt meselesinde de durum yaklaşık olarak budur.
Yıllarca süren “kirli savaşla” iyice kirlenip çıkmaza giren, her türlü enfeksiyona açık hale gelen mesele, emperyalizmin ve bölge egemenlerinin oyunlarıyla “kimin elinin kimin cebinde olduğu bilinmeyen” bir Ortadoğu klasiğine dönüştü. Meselenin genel toplumsal, siyasi ve vicdani çürümeye etkisinin yanı sıra Türkiye solundaki çözülme ve çürümeye etkisi de çok açık.
Sözüm, yıllardır “akıntıya karşı yüzenlere” veya zaten “her şeyi bilen, gören ve her zaman haklı” olanlara değil; dayanılması güç bir şovenizm fırtınası karşısında zorlukla ayakta kalmaya çalışan, hatta sık sık yolunu şaşıran emekçilere, solculara sosyalistlere ve hatta çok sayıda “eski dosta!”
Kafalar karmakarışık. Çoğu zaman bir bıkkınlık ve kendini hiçbir yere ve hiçbir şeye ait hissedememe hali egemen. Her şey yabancı, kirli ve uzak. Birçok sosyalist, artık her şeye (en başta Kürtlere!) kızıyor, her şeyden aynı derecede uzak durmaya gayret ediyor. “Temiz” kalmaya, ruhunu kurtarmaya çabalıyor. Ancak yine de gücün, gündelik “fikirlerin”, vasatın, sabah akşam oradan buradan duyulan sözlerin, bayrakların, asker cenazelerinin, fısıltıların, e-postaların, haberlerin, “bilgilerin”, “mahalle baskısının” etkisinden kurtulamıyor ve bin bir bahaneyle, giderek “onlara” benzemeye başlıyor. En iyi ihtimalle, “Her türlü milliyetçiliğe karşıyım”ın, yani kimi zaman “içimizdeki Türk’ü” gizleyen dermansız bir “tarafsızlığın” limanına sığınmaya çalışıyor. Hatta bunu “proletarya enternasyonalizmi” adına yapanlar bile var! Oysa bitaraf olmanın mümkün olmadığı, “taraf olmayanın -en azından düşünsel olarak- bertaraf olduğu”, sonunda “eksen kaymasına uğradığı” bir dünya burası.
O halde, yapılması gereken ilk iş taraf olmak.
Peki, hangi tarafta olmak? Elbette kendi tarafında! Bu ülkenin ve bu dünyanın gerçek sahiplerinin işçi ve emekçilerin, yoksulların ve kaderlerini onların kurtuluşuna bağlamış olanların olması gereken tarafta.
Nereden Başlamalı?
O zaman, nereden başlamalıyız? Önce, bazı “batıl itikatlardan” kurtulmakla başlayabiliriz
Mesela “Bütün milliyetçilikler her zaman birbirinin aynı” değildir. Bir şeye, sırf o şeyin soyut tanımı ve “en sonunda” varacağı noktayı ileri sürerek düşman olmak; ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında bir fark olmadığını söylemek aslında hiçbir şey söylememektir. Gerçek bir politik tavrın temeli, kavramların sözlüklerdeki zaman ve mekân dışı soyut tanımları değil, belirli bir tarihsel bağlamda ifade ettikleri toplumsal dinamiklerdir. Her şeye toplumsal mücadele içindeki konumuyla bakmalıyız. Bizler falcı değiliz. Bu nedenle asıl işimiz geleceğe ilişkin tahminler yapmak değil, önce halihazırdaki durumu, gidişatı kavramaktır.
Ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği farklı sınıfsal, sosyal, demokratik, politik dinamikleri barındırır. Biri tarihsel dönüşümünün sonbaharında, her türlü ırkçı, şoven, karşıdevrimci rezilliğin göbeğindedir. Diğeri bir anlamda tarihsel yolunun başlangıcında, nesnel olarak ilerici, devrimci, demokratik özellikler taşır; ta ki, yolun bir yerinde şu veya bu “zorunluluk” nedeniyle emperyalizmle oynaşmaya; emperyalist bir işgale destek vermeye; işçilere, emekçilere düşmanca davranmaya; ezen ulus egemen sınıfıyla devrimci hareketlere karşı işbirliğine; veya bir ezen ulus milliyetçiliğine dönüşüp mesela Irak Kürdistanı’nda Arapları, Türkmenleri, Asurileri, Yezidileri, Keldanileri ve diğerlerini aşağılayıp ezmeye başlayacağı güne kadar.
Ancak o zaman bile önderliğin durumuyla halkın talepleri ve mücadelesi arasındaki ayrımı unutmamak gerekir.
Kısacası ezilen ulus milliyetçiliğine, yani ulusal kurtuluşçuluğa bakışımızdaki bu fark, onun pirüpak bir şey olmasıyla veya bizim ona safça bir hayranlık duymamızla değil, tarihsel konumuyla ilgilidir.
Yoksa Troçki, devrimci bir siyasetçi ve bir gazeteci olarak izlediği Balkan Savaşları üzerine yazdığı makalelerden birinde şöyle der:
“Milli ihtilalciler, sosyal ihtilalcilerin tersine şiddet eylemlerini daima ya kendi ülkelerinin ya da başka ülkelerin hanedan ve diplomatlarıyla bağlantılı hale sokmaya çaba harcarlar.
Mesele, genç bir ulusun toprak ve siyaset ile ilgili kendi kaderini tayin etmesi olunca, Carbonari’nin sabırsız eylemleri, çokluk yalnızca hanedanlık ve diplomasi güçlerinin, hep ağırdan aldıkları hamleleri başlatmaları ve tamamlamaları için teşvik etmeye yöneliktir ve ilk fırsatta politik inisiyatifi söz konusu ikinci kuvvetlere bırakır.”
Fark budur ve günümüz örneklerinde olduğu gibi, mücadelenin sosyal kurtuluş boyutu silindikçe, “millici” -diplomatik boyutu parlamaya başlar. Diplomasi sadece “dış güçlerle” değil, aynı zamanda egemen “iç güçlerle” de yürütülür veya yürütülmek istenir. Bu, devrimci sosyalizmin ve işçi sınıfı mücadelesinin güçsüz olduğu hallerde, neredeyse bir tabiat kanunudur. Ancak, diplomasinin kirli ve karanlık dehlizlerinde “kurtuluş ışığını” ararken, zamanla yolunu şaşıran kimi önderliklerle hesabımızı kestiğimiz durumlarda bile, bizim tavrımız kendi burjuvazimizin yanında yer almak veya her şey kahredip küsmek değil, ezilen halkların yanında yer almaktır.
Birlikten Yana Olmak
Amacımız sınıf mücadelesini yükseltecek imkân ve dinamikleri ıskalamamak, işçi ve emekçilerin birlik ve dayanışmasına ve bütün halkların gerçekten kardeş olduğu bir dünyaya giden yolu bulmak olmalıdır.
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını” kayıtsız şartsız desteklemek zorundayız. Bu, “politik anlamda bağımsızlığı, ezen ulustan politik irade yoluyla ayrılığı” da içeren, ancak “hiçbir biçimde ayrılma, kopma ve küçük devletler kurma ile eşdeğer olmayan” bir haktır.(Lenin’in görüşü; joker kullanmak amacıyla değil, doğru olduğu için aldım.) Yurtsever küçük burjuvamızın kafasının karıştırsa da bu “çelişkili” ifadelerin anlamı açıktır: Eğer gerçek birliği istiyorsan, ayrılma hakkını da kabul edeceksin! Ulusların gönüllü birliği başka türlü mümkün değildir. Bu iş biraz da evliliğe benzer, eğer boşanma hakkı yoksa, sonu ya ihanete ya da cinayete varır.
Birlikten, hem de bugünkünden çok daha geniş bir birlikten yana ve “Balkanlaşmaya” karşı olmalıyız. Sadece “Misakı Milli sınırlarını değil bütün Ortadoğu’yu, Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı, Avustralya’yı ve Kuzey ve Güney Amerikayı istemeliyiz. Yani gözümüz yükseklerde olmalı; ancak bizimle kalmak istemeyen hiçbir halka da bu talebinden dolayı kurşun sıkmamalı, sıkanlarla da işbirliği yapmamalıyız. Birliğin propagandasını yapmalı; kapitalizme ve emperyalizme karşı ortak mücadelenin ve örgütlenmenin her türlü yolunu aramalıyız; ama nihayetinde halkların özgürce vereceği kararlara da saygı göstermeliyiz. Teklikten değil, gerçek ve özgürlüğe dayalı bir birlikten yana olmalıyız. Bu birlik kimsenin kimseyi ezemediği, zorla asimilasyonun olmadığı, eli sopalı “ağabeylerin” “model”lik yapamadığı bir birlik olmalı. Halkların, ulusların, dillerin, kültürlerin gerçek eşitliğine, adalete, devrimci dayanışmaya, proleter enternasyonalizmine dayanan bir birlik. Bugün gideni yarın bulup kucaklayacak bir birlik…

Bir de Şu PKK Olmasa!
Kürt ulusal sorununun varlığı “normal” zamanlardaki teorik beklentilerin aksine sınıf mücadelesini güçlendirmediği gibi işçi ve emekçilerin önemli bir bölümünün de şoven milliyetçiliğin etkisine girmesine neden oldu. Burjuvazinin iki mücadelenin birleşmesini (Bir zamanlar Zonguldak-Botan hattı’ndan söz edilirdi.) engellemek için sarf ettiği kanlı çabaların yanı sıra sosyalist hareketin deva bulmaz sorunları da bu durumu pekiştirdi. Evet, işler umulduğu gibi yürümedi; üstelik hiçbir zaman gönüllerimize uygun bir PKK de olmadı! Ancak PKK’nin nesnel bir olgu olduğunu ve mücadelenin zihinlerimizde değil maddi dünyada yaşandığını unutmamak zorundayız. Öncelikle durumumuzun asıl olarak PKK’nin varlığıyla doğrudan ilişkisi olmadığını kabul edelim. Bu duruma esasen sınıf mücadelesindeki sert gerilemenin ve bunun yanı sıra kendi güçsüzlüğümüzün, kavrayışsızlığımızın, yönsüzlüğümüzün ve zaman zaman kuyrukçuluğumuzun sonucunda geldiğimizi unutmayalım. Bazı genetik hastalıkların ve sınıf pusulasını kaybetmenin yarattığı körlük, insanların kimi güçlerin pırıltısına kapılmalarına yol açtı. Bazıları, güçler dengesi değiştiğinde, daha önce, “peşlerinden ayrılmadıklarına, hatta milletvekili pazarlıkları yaptıklarına” düşman kesildiler. İktidar açlıklarını devlet kapısının önünde milliyetçiliğin çeşitli kılıklarına girerek gidermeye çalıştılar; hâlâ da öyleler.
Sosyalist devrimci bir önderlik altında yürümeyen her türlü ulusal hareket, sosyalistlerin sürekli “eleştiri kırbacı” (Troçki) altında olmalıdır. Ulusal hareket önderliklerine verilecek destek eleştirel, sınırlı bir destektir ve bu destek yukarıda sayılan olumsuz durumlarda tamamen çekilir. Ancak bu, “devrimci bahaneler” bularak, ezenle ezilen arasındaki mücadelede taraf olmaktan kaçarak, bir halkın ulusal özgürlük mücadelesine sırt dönerek veya Türk emekçilerine ulusalcılığı uygun görüp Kürt emekçilerinden proleter enternasyonalizmi talep ederek düzenin yanında yer almak anlamına gelmemelidir.
Teröre Terör Demek
Açık sözlü olmalı ve eşyaya adıyla hitap etmeliyiz. Mesela durakta bekleyen, otobüsle işe giden, yolda yürüyen emekçinin, parkta oynayan çocuğun canını alan, neredeyse kimin yaptığından bile emin olunamayan teröre, açıkça “terör” diyerek onu kendi dilimizle protesto etmeliyiz. Nasıl ki terör eylemiyle aradaki farkları bilerek siyasi mücadeleye “siyasi mücadele”, silahlı mücadeleye “silahlı mücadele”, gerilla mücadelesine de “gerilla mücadelesi” diyorsak. Egemenlerin düzene karşı her türlü silahlı, hatta silahsız mücadeleye “terör” adını taktığını biliyoruz; ancak kimi zaman, terörün, devrimci kitle mücadelesinin yerini alan, sonuçta halklar arasındaki milliyetçi nefreti körükleyen bir siyasi araç olarak kullanıldığının da farkında olmalıyız.
Bireysel terörü ve teröristi çok iyi tanıyan Troçki, siyasal baskının belirli sınırları aşması durumunda yalıtık terörist patlamaların kaçınılmaz olduğunu belirtip hemen ardından “Terörizmin çıkmaz sokağında provokasyonun eli güvenle hükmeder” demiş. Terörün nedenlerini biliyoruz, ancak bu bilgi, bazı istisnai tarihsel koşullar dışında, teröre karşı çıkmamıza engel olmamalıdır. Çünkü terör her şeyden önce ancak kitlesel eylemlerle oluşabilecek sınıf bilincinin en büyük düşmanıdır. Kitlesel sınıf mücadelesinin yerini bireysel terörün aldığı durumlarda kitleler ya gökten inecek “kurtarıcıları” beklemeye başlar ya da büyük bir ürküntüyle otoritenin, yani düzenin yanında yer alır. Bu nedenle terör, bir siyasi araç olarak kesinlikle reddedilmelidir.
Barış!
Anayasaya geçmiş hakların dahi fiilen hükmünün olmadığı bir memlekette, anayasaya geçmemiş veya “bireysel” kalmış hakların hiçbir hükmü olmayacaktır. O nedenle yarın bu ülkenin, hangi kökenden gelirse gelsin bütün emekçilerinin ağır ve kanlı bir bedel ödememesinin tek yolu, bugüne kadar olduğu gibi “teklik” değil, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe dayalı gerçek bir çözümdür. Savaş gerçek anlamda ancak böyle bitecek; barış, ancak bu temelde, geçici bir “ateşkes” olmaktan çıkıp gerçek bir barışa dönüşecektir. Ve bu barışın asıl teminatı başta Türkler ve Kürtler olmak üzere bu memleketin bütün emekçilerinin sınıfsal birliği ve ortak mücadelesinden başka bir şey değildir.
Adalete, eşitliğe özgürlüğe ve kardeşliğe dayalı onurlu bir barıştan yana olmalıyız. Gerçek barışın ancak “işçilerle geleceğini” ve bunun da işçi ve emekçilerin birliği ile mümkün olduğunu her yerde söylemeliyiz. İşçi ve emekçilerin her iki kesiminin emperyalizme ve kapitalizme (Tabii milli kapitalistlere de!) karşı birliği, ancak ortak mücadele ve güven temelinde sağlanabilir. Bizim için en yüksek ilke emekçilerin birliğidir. Sonra… Sonra, dost düşman bütün dünya, “ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin” nasıl bir şey olduğunu görecektir…
Taraf olmak en iyisidir, tabii ki, kendi tarafımızda olmak şartıyla…

27 Haziran 2010 Pazar

DEMOKRASİ VE DİPLOMASİ

Ferhan Umruk

Bu iki kavramın birbiriyle olan alakası incelenmeye değer görülüyor. Zira yakın tarihimiz diplomat politikacıların başat rol oynadıkları bir döneme tekabül ediyor. Özellikle Cumhuriyet Halk Partisi genel başkan yardımcılığı görevini üstlenen Onur Öymen yalnızca dış politika ile ilgili olarak değil iç politikada da partinin sözcülüğünü yakın tarihe kadar sürdürerek herhalde en önemlisi Dersim açıklaması olarak nitelendirilecek skandalleriyle demokrat görüşlerden ziyade ırkçı ayrımcı zihniyetin bir temsilcisi olarak temayüz etti.

Etimolojik kökeni itibarıyla bu iki sözcükte Yunanca kaynaklı. Demokrasi sözcüğü Yunanca’da demos’nun halk krasi’nin egemenlik olarak birleşmesinden türeyerek halk egemenliği anlamına geliyor. Diplomasi sözcüğü ise Yunanca di (iki), ploma (katlama) anlamındaki iki kelimenin birleşmesiyle meydana gelmiş, diplomata sözcüğünden türemiştir. Bu da eski Yunan’da yazılı kağıtlar ikiye katlanarak taşındığından "kapatılmış dosyalar" anlamına gelmektedir. Sonuç olarak diplomasi bu sözcükten türeyerek bugünkü anlamıyla uluslararası ilişkileri düzenleyen antlaşmalar bütünü olarak kavranmaktadır.

ŞÜPHECİ VE TUTUCU

Demokrasi ve diplomasinin birbiriyle olan alakası, içerik olarak diğer alanlardan örneğin ekonomi, hukuk, sağlık, maliye, tarım, güvenlik vb. gibi alanların demokrasiyle olan alakalarından ne gibi farklılığı vardır ki, diplomat elitin hem bireysel hem de kollektif çıkışlarında genellikle tutucu refleksler öne çıkmaktadır.

Bu yapısal durumla ilgili Gramsci’nin analizi aydınlatıcı gibi gözüküyor ‘Gerçekten de siyasetteki irade ögesi diplomasiye oranla çok daha büyük bir öneme sahip bulunmaktadır. Diplomasi, farklı devletlerin siyasetlerinin çarpışmasından ileri gelen durumları onaylar ve sürdürmeye eğilim gösterir; ancak mecazi anlamında ya da felsefi gelenek (tüm insan faaliyetleri yaratıcıdır) bakımından yaratıcıdır. Uluslararası ilişkiler, içindeki her tekil Devlet ögesinin gayet sınırlı bir biçimde etkileyebileceği, bir güç dengesiyle ilintilidir... İşte bunun içindir ki diplomat bizzat meslekten ileri gelen yaradılışı dolayısıyla, şüpheciliğe ve tutucu dar görüşlülüğe yönelir.’

Her ne kadar mesleklerle alakalı toptancı değerlendirmeler her zaman hakikate ulaşmaya imkan tanımazsa da ve hatta bazen yerinde bazen de yerli yersiz hükümler tepkilere yol açsa da Marx’ın ‘sosyal bilinci belirleyenin, sosyal çevre olduğu’ tespiti geçerlidir ve geçerliliğini sürdürmektedir. Biraz sonra değineceğim diplomat zümrenin tutuculuğuna ilişkin örneklemeler bu tespite haklılık kazandırırken, kuşkusuz bu mesleğin ayrıksı otları da her zaman yeşerebilmiştir, sadece onlardan birini hatırlatarak hafızayı tazeleyebiliriz. 12 Eylül darbecilerinin hedefi olan Barış Derneği başkanı Mahmut Dikerdem işte o aykırı duruma nezih bir emsaldir.

DİPLOMAT ÖZÜRE KARŞI

Yakın dönemde diplomat tepkisi kollektif olarak iki olay üzerine oldu . Birincisi 2008 sonunda İttihat Terakki hükümetinin aldığı Ermenileri tehcir kararıyla yaşanan büyük kıyımın bir grup aydının girişimiyle bu hakikati dillendirip yaşanmış ‘büyük felaketi’n Ermeni halkı üzerinde yarattığı travmayı paylaşması ve bunun için ‘özür diliyorum’ başlıklı metni imzaya açması karşısında diplomatlardan oluşan bir grubun gösterdiği tepkidir.

Konumuz 1915 soykırım tartışması olmadığından diplomat refleksinin dayandığı zihniyeti sorgulamak bakımından ‘özür diliyorum’ kampanyasına karşı hazırladıkları bildiriden bir bölümü paylaşmak isterim’ Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerde bir yumuşama sürecine girilmesi ve iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi isteniyorsa, bunun yolunun, tek taraflı özür dilenmesi gibi tavizlerden değil, öncelikle taraflar arasındaki sınırların ve toprak bütünlüklerinin tanınmasından, ve mutlaka gerekiyor ise, her iki tarafın tarih boyunca çektikleri acıların karşılıklı olarak paylaşılmasından geçtiğini ...“Aksi takdirde, "özür dilenmesi" gibi tek yönlü bir davranış yersiz ve yanlış olacak, tarih gerçeklerine aykırı düşecek ve ulusal çıkarlarımız açısından vahim sonuçlar doğurabilecektir.’ Bildiri metinlerinin sonuç bölümü olan bu paragrafta diplomatlar, bırakın başka kaynaklardaki sayıları araştırmayı olayın baş müsebbibi olan Talat paşa’nın Murat Bardakçı tarafından yayınlanan evraklarında 1915’lerde bu topraklarda bir milyon beşyüzbine yakın Ermeni nüfustan günümüze neden 50 bin civarında T.C. vatandaşı Ermeni kalabildiğinin sebebini kendilerine sormuşlar mıdır? Yoksa Ermeniler kendiliklerinden mi zürriyetlerini dumura uğratmışlardı? Tarihi gerçekler faslını burada bırakalım daha önemli olan diplomatlarımızın nasıl elinde çekiç olanın her sorunu çivi olarak addetmesi kaçınılmazsa, görülüyor ki onların da ellerinde ‘ulusal çıkar’ çekiç ve her sorun da ulusal çıkara karşı olan bir çividir.

MONŞERLİĞE DE KARŞI
Diplomatların ikinci kollektif tepkileri ise geçtiğimiz günlerde Gazzeye yardım kampanyası yürütenlerin Mavi Marmara gemisi ile yolculuklarının İsrail baskını ile karşılaşması ve 9 kişinin öldürülmesi ile başlayan eksen kayması tartışmaları üzerine emekli diplomatların hükümeti eleştirmeleri üzerine Başbakan Erdoğan’ın onları ‘monşer’ler olarak nitelendirmesine karşı yayınladıkları bildiri oldu. Bu bildirilerinde de şovenizm hamasetini istismarda sınır tanımadan Erdoğan’ı Türk diplomatlarına saldırıda Asala benzeri ama sözlü saldırgan konumuna yerleştirdiler. Bu durumu siyasetin zincirlerinden boşanmış polemik mecrasıyla açıklamak mümkündür. Ancak önemli olan diplomatların bütün meselelerde tutumlarının dayanağını ulusçu saiklerle açıklamalarıdır. Bu bildiride tepkilerini şöyle dile getiriyorlar.’’Ancak Dış Politikada cesaret ve dinamizm, maceraperestlik demek değildir. Tarihi iyi bildiğini iddia edenler, 'Kudüs'te toplu namaz kılmak' gibi maceraperest ve hayalperest ucuz vaatlerin geçmişte ülkemizi hangi badirelere götürdüğünü daima akıllarında tutmalıdır. Böyle bedava kahramanlıkların ceremesinin, masum insanlarımıza canlarıyla ödettirilmesi de ayrı bir üzüntü konusudur. Cumhuriyet döneminin Dışişleri mensupları başka ülke ve odakların eli, kolu, gözü olmaktan hiç bir zaman medet ummamışlar, kendi uluslarının tarihi ve manevi birikiminin ve bu topraklarda asırlardır özgürce yaşamış olmalarının onlara aşıladığı özgüvenlerinden onur duymuşlardır.” Ulus devlet mistifikasyonu zihniyetinin prototipi diplomatlarımızın retorik denemeleri dikkate değer ama eğer hakikati aramak gerekiyorsa, hafızalarımızı bir tazeleyelim derim. Cumhuriyet dönemi diplomasisinin diplomatları bireysel olarak ne yapmışlardır bilemeyiz ama devletin diplomasisinden bahsedeceksek sözü geçen cumhuriyet döneminde Fransa’ya karşı kurtuluş savaşı veren Cezayir halkıyla değil Fransa’nın yanında yer alınmıştır yine ABD’nin yanında ve eli kolu olarak Kore savaşına asker gönderilmesinin ulusal özgüvenle açıklanması mümkün müdür? Bu bakımdan bir diplomat kendini ne kadar bağımsız iradeye ve mistifike ettiği ulusal özgüvene bağlı gurur verici kişilik olarak sunsa bile yukarda sözünü ettiğim devlet diplomasisinin pekte gururlu sayılması mümkün olmayan hattının bir parçası olmak zorunda kalacaktır. Dolayısıyla diplomatın gururu devletin diplomasisinin dudaklarının arasındadır.

Aslında bu son diplomat tepkisi tam da Gramsci’nin dediği gibi onların ‘şüpheci ve tutucu dar görüşlülüklerinden’ kaynaklanıyor, bildiri metnine imza atan diplomatlar hükümetin dış politikada İsrail ittifakını tehlikeye atacak ABD ilişkilerini zedeleyecek bir yola girdiğini düşünerek dehşete kapılıyorlar. Bu endişe de onların bildik dünyalarına bir tehdit gibi geliyor ve statükonun bozulmasına karşı direndiklerini düşünüyorlar. Halbuki bölgede sistem karşıtı her harekete karşı İsrail’le askeri anlaşmalar sapasağlam durmakta, ABD ile işbirliği her alanda süre gitmektedir. Hükümetin statükoyu derinden sarsacak ne niyeti var ne de bunu yapacak gücü.

DİPLOMATLAR VE AÇILIM


Diplomatların kollektif tepkilerini değerlendirdikten sonra bir de onların bireysel olarak politikada oynadıkları role ilişkin yalnızca bir örnekle demokrasiyle diplomatın ulus devlet zihniyetinin dayanılmaz çelişkisini göstermeye çalışacağım. Konu edilecek görüşün sahibi Onur Öymen ve Şükrü Elekdağ gibi diplomat politikacının kaba şovenist figürü olmayacak, onların eleştirisi üzerinden bu yaklaşımı temellendirmek sathi olacaktır. Kanımca, onlar yerine kamuoyunda liberal demokrat bir profil olarak algılanan Özdem Sanberk görüşleriyle bu tartışma için daha yerinde bir diplomat-politika aktörüdür. Özdem Sanberk günümüzün ve yakın dönemin bu topraklarda ki en yakıcı meselesi olan Kürtlerin hak talepleriyle ilgili olarak görüş sunan bir kamuoyu oluşturucusu kimliğiyle öne çıkmış bulunuyor. Onu ana akım medyanın ekranlarında gazete sayfalarında izliyoruz.

Onun Kürt halkı ile ilgili görüşlerini paylaşalım’’ Kürt kökenli yurttaşlarımızın Kürt kimliklerine saygı, Kürtçe özgürlüğü, ayrımcılık, ötekileştirme gibi olumsuz algılamalara maruz kalmama, kent köy adlarının iadesi, eşitlik, iş, aş... talepleri var.... yukarda sayılan haklarına kavuşturulması onların etnik bakımdan Kürt oldukları için değil, Türk vatandaşı olmalarından doğan evrensel eşitlik ve özgürlüklere doğal olarak sahip olmalarından kaynaklanacaktır.’’ Bu söylem kulaklara demokrat bir tını gibi gelirken saklı olarak etnik kimliğe dayalı ulus devletin korunması amacını güdüyor. Kelimelerin diplomatik kullanımı ve tek kimlikli ulus devlet anlayışı kaçınılmaz olarak onun söyleminin çatısını oluşturuyor. Kuşkusuz bu tutum bugün AKP’nin açılım adı altında sürdürüp sorunu süründüren tıkız politikasına destek olmanın ötesinde bir fayda sağlamıyor. Özdem Sanberk ulusçuların temel savlarından bir milim geri adım atmıyor. Kürtçe’ye özgürlük diyor ama ana dilde eğitim konusunda susarak etnik kimlikli ulus devlet barikatını kuruyor, yine Kürt kökenli Türk vatandaşlar kavramını kullanarak Kürt kimliğini Türkleştirme stratejisini onaylıyor. Sonuçta, liberal söylemiyle birlikte bir diplomatın dar görüşlülüğün çemberinden sıyrılamamış hallerine bir kez daha tanık olmuş oluyoruz.

DİPLOMASİNİN SÖNÜMLENMESİ

Diplomasinin kendisi kapitalizmin ulus devletler sisteminin bir ihtiyacı olarak doğdu. Kapitalist sistemin hiyerarşik düzeninin sürdürülebilirliği ve ulus devletlerin dizilişini temin edecek araç olarak diplomasinin rolü günümüz dünyasının her türlü eşitsizliklerini insanlığın zihninde milliyetçi önyargıları kışkırtarak meşrulaştırmaktır. Sistemin yarattığı her ulus devlet, hiyerarşik diziliş içinde sosyal,ulusal ,dinsel eşitsizliklerin iç ve dış politikada süregitmesinin faili olarak gericiliği ayakta tutmaktadır. Bu bakımdan sorunun esas sebebi kuşkusuz diplomatlık mesleği değil bu mesleği yaratan ulus devlet sistemi olmalıdır.

Eğer, bir toplulukta veya karşılıklı diyalogda bir kimse konuyla ilgili gerçeğin kendisini değil de onu örterek ustalıkla gerçek dışı bir söyleme başvurursa ‘bırak diplomasi yapmayı’ denir. Diplomasinin uluslararası yalan söyleme sanatı olduğu yaygın bir kanaattir. Kuşkusuz ulus devlet çıkarlarının temsilcisi olarak rol alan diplomat bu role ister istemez sıvanmış olacaktır. Ulus devlet çıkarlarının insanlığın çıkarlarıyla uzlaşmadığını ilk haykıranlar bir dünya devriminin hayaliyle tarih sahnesine çıkan Ekim Devrimi’nin önderleriydi, gizli diplomasiye son diyerek Çarlık Rusya’sının bütün gizli anlaşmalarını dünyaya açıklayarak, emperyalist pazarlıkları ortaya döktüler.

İşte devrimcilerin bu eylemi , bir dünya cumhuriyetine ulaşıldığında artık diplomasinin de ortadan kalkacağı hakikatlerin dünyasına ulaşacağımız anlamına geliyor. Hakikatin hakim olmadığı zaman da demokrasinin olamayacağını kavramak olmazsa olmaz bir koşuldur tabii ki.

Son olarak, kapitalizme karşı mücadelede bir ülkede ulaşılan zaferin ulus devlet sistemine son verilemediği takdirde o ülkenin de sistemin bir parçası haline dönüşeceği Rus devriminin ve ardından gelen devrimlerin uğradığı trajik akibetle su yüzüne çıkmış bulunuyor.

Sosyalistlerin de devrimin uluslararası niteliğinin kilit önemini kavrayamaması bütün bu tarihsel sürecin şekillenmesinde rol oynamıştır. Örneğin diplomasinin siyaset karşısında dar görüşlülüğünü berrak biçimde saptayan Gramsci de bu durumun doğrudan ulus devlet sorunuyla bağıntısını saptayamamış, stalinist demagojinin rüzgarına kapılarak sürekli devrim teorisinin devrimin uluslarası karakteri konusundaki tezinin karşısında yer almıştır. Gramsci belki de bu tezinin yalnızca kapitalist devlet diplomasilerine ait olmadığını, ulus devlet olarak kaldıkça ‘sosyalist’ ülke devletlerinin diplomasilerinin de aynı dar görüşlülüklerle malul olduğunu, örneğin, Kemalist iktidarı destekleme talimatıyla Türkiye’ye elçi olarak gönderilen Aralov’un hakikatlerden uzak anılarını okuma şansına sahip olabilseydi bu yanılgıya düşmeyebilirdi.

Ferhan Umruk
ferhanumruk@yahoo.com
27.06.2010

21 Haziran 2010 Pazartesi

''Isınan'' Küre

Yıldırım Onat

Yerküreye dair “ısınma” sözcüğü iklim değişikliği, doğal felaketlere işaret ediyor. Çevrebilimcilerin yerinde uyarılarına “international community” (uluslararası toplum) hiç kulak vermedi diyemeyiz tabii, ama atmosferin ısınmasının önünü alma konusunda pek de adım atılamadığı aşikâr. Şimdi buna ilaveten ufukta bir başka “ısınma” göründü. Bu sefer devletler arası ilişkiler düzleminde jeo-kültürel vizyonların çarpışacağı yeni döngünün, temposunu bir parça daha artırdığı bu tehlikeli parkur ilgiyi bir kez daha hak ediyor. Şu ürkütücü günler için pek çok şey söylenebilir. Ama tarihin hiçbir uyarı yapmadığını ve bize ders alma fırsatı sunmadığını da kimse iddia edemez.

Öncü sarsıntılar
Bir süredir küresel resimde çeşitli gerilim noktaları zuhur etmişti. Uzakdoğu’da “teknik olarak savaşta” olan Kuzey ile Güney Kore’de savaş retoriğinin frekansı yükselmiş,nükleer silah elde etmesi istenmeyen İran’a dair “diplomasi savaşları” sayfaları doldurmuştu. Hamas kontrolündeki Gazze Şeridi’ne yardım konvoyunda biri ABD vatandaşı 9 Türk’ün İsrail komando baskını sırasında öldürülmesi uzakdoğuya ilaveten yakındoğuda da tansiyonu yükseltti. Bir de 2 bin kişinin öldüğü sanılan Kırgızistan’daki çatışmaları eklememiz gerek. Üslerine ev sahipliği yaptığı o ülkede ABD-Rusya çatışması söz konusu. Bölgede artan operasyonlarla PKK’nin orta yoğunluklu savaş taktiğini yürürlüğe koyarak bunlara cevap vermesiyle keskin söylem iyice arttı.

Bir kısım medya!

Aslında bugün dünyada hegemonya koltuğunda oturan ABD için olmaması gereken gelişmeler yaşanıyor Ortadoğu’da. Örneğin Latin Amerika’nın en büyük bölgesel gücü
Brezilya ile Ortadoğu’nun bölgesel gücü Türkiye nasıl oluyor da İran’a yaptırımlara BM’de “çekimser” bir yana “ret” oyu verebiliyorlar? Nasıl oluyor da, AKP, İsrail’e karşı bu kadar sert bir üslup takınabiliyor? Mesela, nasıl oluyor da AKP, laik El Fetih’i ezerek Gazze’de kontrolü ele geçiren ve “terör” örgütü olarak tanımlanan Hamas’ı destekleyebiliyor? Sonra ne oluyor? 1997’deki muhtırayla “international community”nin alkışladığı TÜSİAD-ordu ittifakının basını “Bak Hamas Kıbrıs’ın Larnaka limanı diyor yani tanıyor o ülkeyi, Türkiye’yi değil Mısır’ı arabulucu görüyor. Bak bak, İran’da dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in torunu, ‘Gazze’de Hamas’a en çok biz yardım ediyoruz, parsayı Türkiye topluyor, bu nasıl iş?’ diye yazmış” türünden haberlerle iktidarı yaylım ateşine tutuyor.

ABD ‘TÜSİAD’la konuştu
AKP’nin Dış İlişkiler’den Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik Washington’da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la görüşemiyor ama esip gürlüyor: “İsrail darbeyi kışkırtıyor.” Bu arada Clinton’la görüşen TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner diyor ki: “ABD ile ilişkilerimizi düzeltmeliyiz.” ABD’nin AKP heyeti yerine TÜSİAD’ı muhatap kabul etmesi bile tek başına o kadar çok şey söylüyor ki...

Hangi Osmanlı?
ABD, Türkiye’ye baktığında Padişah II. Abdülhamid’den esinlenen ve Osmanlı mirasını öven bir ince ayar dış politika ile iç sorunlara da Tanzimat sonrası Osmanlı’nın bugüne uyarlanmış formüllerle yaklaşmaya çalışan bir iktidar görüyor. İyi ama Osmanlı sadece İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açan, Tanzimat’ı yaşayan ve II. Abdülhamit döneminde “modernleşen” bir imparatorluk değil ki. Aynı zamanda 1529’da ve 1683’te Viyana’yı fethetmeye kalkışan, 1913-1918 arasında hüküm süren İttihat Terakki diktatörlüğü de... Osmanlı İmparatorluğu’nu övmek hangi soruna yapıcı yanıt üretir?

Hegemon kızınca
ABD’nin İsrail’in de yardımıyla Türkiye’ye PKK lideri Abdullah Öcalan’ı da teslim ettiği biliniyor. Keza öncesinde Öcalan’ın iadesi için TÜSİAD-ordu ittifakına Suriye’ye saldırı onayı verdiği de... Ama ne oldu? TÜSİAD-ordu ittifakı 2002’de çöküp de yeni şartlara uyum sağlayan AKP çizgisi iktidara gelince işler değişti. AKP, 28 Şubatçıları içeri alınca, Osmanlı mirasına da sahip çıktığını ilan edince bu kez ABD ve İsrail’le zıtlaşma dinamiği söz konusu oldu. Sonuçta ABD resmi şöyle yorumlayacak: “Benim hegemonyamı tehdit eden güçler var. Bunlar Çin-Rusya sonra da İran ile Kuzey Kore ve güçleri daha sınırlı olan Venezuela gibi aktörler... Eğer Türkiye’deki hükümet benim İran politikama karşı duruyorsa, o zaman benim çıkarlarıma aykırı hareket ediyor demektir.” ABD, uranyum takası bildirisi sonrası ani tepkiyle BM Güvenlik Konseyi’nde yaptırım kararını çıkarttığında Ankara’ya gösterdiği tepki netti.

Kutunun içi
Madem AKP hükümeti, kapsamlı demokratikleşme yerine Osmanlı deneyimini övüyor, o zaman cüretkâr analiz yapmanın yeridir. Bugünün dünyasını, geçirdiği sistemik-
tarihsel dinamikler açısından 1898-1918 arasında döneme benzettiğim için burada Osmanlı İmparatorluğu’na eğilmek gerek. 1898 Almanya’nın deniz gücü kurarak İngiltere’yle savaş kararı verdiği, 1918 de yenildiği yıldır. II. Abdülhamid Alman İmparatorluğu’yla 1890’larda ve 1900’lerin başında temasa geçmişti. Kendisini, açtığı Batı modeli okullarda yetişen askerleri devirdi. Almanya sıradan bir ülke değildi ve Pandora’nın Kutusu bir kez açılmıştı. Kapitalist-demokrasiye karşı otokrasinin lideriydi.

Doğu-Batı
Berlin, hegemonik güç İngiltere’yle ve onun yerini almaya hazırlanan ABD’yle savaşı göze almıştı. Sonra ne oldu? Osmanlı’da 1908 ruhunun radikal sağcı unsurları 1913’te
ülkeyi Almanya safında savaşa sürmek için darbe yaptı. 1908-1913 arasında da “Batı demokrasileriyle yan yana mı duralım yoksa Almanya’ya mı yaklaşalım” tartışmaları
yoğundu. Bugün AKP de aslında pek de tekin olmayan bir kapıyı araladı. İki bölgesel otokratik güçle yani İran ve Suriye’yle yakınlaştı. Zaten Suriye, SSCB’nin
dağılmasından sonra 10 yıl boyunca Öcalan’a sırf Türkiye-İsrail ittifakı yüzünden destek sunmuştu. Şimdi bu ittifak berheva oldu. Rusya’yla da ilişkiler gelişiyor. AKP, İsrail’e açıktan, ABD’ye yönelik de zımnen karşıt bir söylem dillendiriyor. İçerde 1900’lerin Ermeni sorunuyla paralellik kurulabilecek etnik bir problem de mevcut. Bu tabloda bir de Ergenekon’da hangi eğilimin kısa-orta vadede güç kazanacağına bakmak gerekiyor.

Ergenekon da var
Yarın AKP, II. Abdülhamid’in kaderini -ister seçim yoluyla ister darbe yoluyla- paylaşırsa, yerine geçecek güç mevcut şartlarda Ergenekon’a yakın unsurlar koalisyonu
olacağı için bu nokta önemli. Neo-İttihatçı Ergenekon hareketinde temel olarak iki eğilim vardı. Bunların ilki ve muhtemelen de daha güçlü olanı “AKP’yi devirelim ama ABD-AB ve NATO kampında mutlak surette kalalım” görüşünü savunuyordu. Diğeri ise açıkça kamp değiştirilmesini öneriyor, Çin-Rusya-İran eksenine yaklaşılmasını
savunuyordu. Şimdi iç dinamikler açısından Kürt sorununda yeni bir döneme girildi ve sıradan insanlar bu süreci maalesef yapıcı olmayan köktenci bakış açılarıyla ele alacak.
Ekonomik krizin kuşattığı AB, Türkiye’yle ilgilenemez. ABD de AKP’yi önce iknaya çalışacak, olmuyorsa işbirliği için Ergenekon’daki Çin-Rusya karşıtı aktörlere yönelecek.
Ama çeşitli iç ve dış dinamikler yüzünden Washington’ın Türk kamuoyundaki imajı daha da zedelenecek. Sorular yeni soruları doğuruyor ve bunlara yapıcı cevaplar
bulunamazsa yıkıcı yanıtlar hazır.

2 Haziran 2010 Çarşamba

AHLAKSIZLIĞIN AHLAKI

Ahmet Doğançayır
Siyaset dünyasında ahlâk sözcüğünün bol miktarda konuşulduğu bir dönem yaşıyoruz. Bazen bir şeyin adının çok kullanılması, çok bahsedilir olması aslında onun yokluğundandır. Tıpkı siyasette ahlâktan çok bahsedilmesi gibi… Bu yokluğu bir kasetle başlayıp sonlandığını düşündürmeye çalışmakta ahlâksızlığın dik alası. Yaşadığımız düzen herkesin birbirine onurdan, şereften, hayâ ve utançtan bahsettiği ama ortada olmadığı bir düzendir.
Kapitalizmin ahlâkı
Yaşadığımız düzende çokça yaşanan Ahlâksızlık sorunu sadece siyasal alanda karşılaşılan, sadece aslında güvenilmeye değer kurumlarda yer alan görevlilerin yarattığı bir sorun değildir. Siyasal alandaki yolsuzluklar toplumdaki genel ahlâk düşkünlüğünün sadece bir bölümüdür. Toplumun moral seviyesini düşüren olayların nedeni sadece birkaç yoldan çıkmışın varlığı değildir. Elbette güvenilmeye değer kurumlarda yoldan çıkmış kimseler olabilir. Fakat bir toplumda kurumların kendileri de yoldan çıkmış ve bozulmuşsa bu kurumlarda yer alan görevlilerin de bozulmaları, yoldan çıkmaları doğallaşır.
Kapitalist Şirketleşme çatısı altında düzenlenen bir toplumsal yaşam biçiminde ekonomik ilişkiler kişilerin dışında oluşmakta, yöneticiler eskisi kadar kişisel sorumluluk duymamaktadır. İş, savaş, siyaset dünyaları üçlüsüne dayanan bu düzende bireysel vicdan eskisi gibi önemli bir öğe olmaktan çıkmış, ahlâksızlık kurumsallaşmıştır. Sorun sadece şirketlerde, orduda, devlette yöneticilerin yoldan çıkması değildir. Ahlâksızlık askerileşmiş devletin politikasıyla iç, içe girmiş şirketler dünyasının en temel özelliği haline gelmiştir. Kamusal planda ahlâk anlayışının zayıflaması, yüksek maliyetli günah ve suçların artması, kişisel dürüstlüğün azalması gibi sorunlar yapısal ahlâksızlıkla ilgili sorunlardır. Ne zaman ahlâksızlıkla ilgili bir olay duyulsa ‘ bugün de bu çıktı’ denilmekte böylece sorunun tek, tek bireylerin yaptıkları ile ilgili bir sorun olmayıp geniş ve yaygın bir hastalığın göstergesi olduğu teslim edilmektedir. Peki, bütün bu sorunları belirli bir hastalığın görünümleri haline getiren koşullar nelerdir. Önemli sorun budur.
Hastalığın nedenini gizlemek için bugün Kapitalizmin ahlaki eleştirisi yapılarak, ‘’çıkar peşinde koşmayı yaradılışımızın tek amacı haline getirirsek dünyanın altında kalırız. Bugün paylaşmadan ziyade, daha çok benim olsun arzusu, daha çok kazanma hırsı, bencillik, ihtiras daha öne çıkmış durumda. Bunlardan arınmalıyız. ’’ Denilerek burjuva toplumunun mantığı, özel mülkiyetin, Pazar ekonomisinin kişisel servet peşinde koşmanın mantığı ahlaki nedenlere indirgeniyor. İnsan doğasının bir parçası gibi gösteriliyor. Rekabetin yaşaması ve kişisel servet biriktirme eğilimi ve bunun ardında yatan Sosyal ve ekonomik temeller gözden gizleniyor.
Eski günlerden kalma değerler, doğruluk kural ve ölçüler şirketleşme çatısı altında düzenlenmiş bulunan kapitalist toplum yaşamının koşulları karşısında yetersiz kalıyor. Bu yeni düzende kitlelere yeni kurallar yeni değerler sunuluyor. İnsanlar bunları tümden reddediyor denemez. Tersine çokları için anlamlı bulunacak kural ve değerler kalmamıştır. Kitleler bugün öyle bir durumdadır ki ne kabullenecek ne de reddedecek bir şeyler bulabilmektedir. Kapitalist toplumların insanları bugün birey olarak savunmasız, grup olarak da siyasal sorunlara karşı ilgisiz bir yaşam sürdürmektedirler. Bunun nedeni bile toplumdaki bireylerin ilgilenecekleri bir şeylerin bulunamamasıdır.
Her yeni şirket iktidarları, tarım işletmesi toplulukları, işçi sendikaları bürokrasileri ve devlet kuruluşları moral yönden iddialı sözlerle işe başlarlar. ‘’Ne yapılırsa yapılsın hep kamunun yararı için yapılmıştır.’’ Bu tür sloganlarla işe başlayanların gerçek yüzleri açığa çıkınca yeni çıkar çevreleri, yeni çıkar kuruluşları aynı işlere daha yeni sloganlarla başlamak zorunda kalmışlardır. Bu sloganlarda eskiyince daha başkaları bulunmuş ve işler böylece sürüp gitmiştir.
Fakat ekonomik ve askeri bunalımlar kesilmeyince toplumda tereddüt, kuşku ve endişe yayılmaya başlar. İşleri yürütmek için yeni haklılaştırmalar bulmak gerekir. Böyle dönemler Ahlâksızlığın en açık ortaya çıktığı dönemlerdir. Yönetici elitlerin ahlâksızlığının en önemli özelliği bunalımlardan aslında rahatsızlık duymaması ve hatta bunalımlarla karşı karşıya kalmayacak durumda olmasıdır. Bu kesimler tarafından bunalım toplumsal bir sorun sayılmamakta tersine toplumsal sorunlara karşı gösterilen ilgisizliği, kabullenmişliği saklamak için halka karşı bundan yararlanılmaktadır.
Kapitalist toplumun değişmeyen değeri para
Kapitalist toplumda hiç değişmeyen şey paraya ve parayla alınabilecek şeylere verilen değerdir. Toplum hayatında para her şeyin ölçüsü olunca para sahibi kimseler bu parayı ne yolla kazanmış olurlarsa olsunlar toplumda saygı ve statü kazanırlar. Pratik olmak, sağduyulu olmak terimlerinin anlamları değişmiş pratik olmak kişisel çıkarlara hizmet etmek, sağduyulu olmak ise kişinin mali yönden işini bilir hale geldiğinin göstergesi olmuştur. Paranın her şeyin önüne geçtiği bir toplum hayatında diğer toplumsal değerler etkinliklerini yitirmekte, bireyler zengin olmak için insaf ve merhametten çıkacak duruma gelmektedir. ‘’para kazanmayı’’ tek başına başarı ölçüsü sayan, para sahibi olmayanları suçlayacak derecede kötü karşılayan bir toplum yapısında paranın tek mutlak değer durumuna gelmesini önleyecek başkaca bir değer kalmaz. Toplumdaki yolsuzlukların, yiyiciliklerin, rüşvetçiliklerin nedeni zengin olmak, daha çok zengin olmak tutkusunun sonucudur. Bugün eskinin para sahibi olma isteği etkinliğini daha değişik bir biçimde sürdürmektedir. Gerek ekonomik gerekse siyasal kurumların çap olarak küçük ve örgütlenme yönünden de dağınık oldukları dönemden farklı olarak siyasal kurumlarla ekonomik olanakların iç içe girdiği günümüz dünyasında devlet kurumlarında çeşitli görevlere gelenlerin ellerindeki iktidardan yararlanarak kendilerine kişisel çıkarlar sağlamaları kolaylaşmaktadır.
Devlet adamları, devlet görevlileri kesiminde de bu nedenle ahlâksızlık yaygınlaşmıştır. Siyaset adamları para alıyor ve kendilerine maddi çıkarlar sağlıyorsa bu ekonomik güç çevrelerinin siyaset adamlarına rüşvet vermeyi kendi açılarından uygun görmeleri sayesinde olmaktadır. Çünkü ekonomik güç çevreleri de işlerini kolaylaştıracak, kendilerine yardımcı olacak siyaset adamlarına muhtaçtır. Ekonomik güç çevreleri bu tür adamlar bulabiliyorsa bu da siyasetçilerin bu tür işlere dünden razı olmaları sayesindedir. Toplumda statüler ancak ulusal ve uluslar arası çapta büyük hiyerarşiler içinde kazanılmaktadır. Günümüz toplumunda statü gangsterliğe benzer yollarla elde edilmiş olsa da büyük servet ve parayla ilgili bir şey haline gelmiştir. Ayrıca bu statülere sahip kişiler mevkilerin, üyesi oldukları topluluğun saygınlık ve otoritesi ile kendi kişiliklerini özdeşleştirmeye başlarlar. Ulusu, şirketini, orduyu temsil eden kişiler olduklarını düşünmeye başlarlar. Sonra yaptıkları her şey şirket, ordu, ulus adına meşru sayılmaya başlar.
Bu meşruluğu pekiştirmek için devlet yönetiminde siyasal, moral ve askeri sorunlarda açık tartışmalara girilmemektedir. Siyaset adamları ve bunların çevresindeki danışmanları siyasal kararların haklı gösterilmesine çalışmaktan vazgeçmişlerdir. Kamuoyunun görüşlerini oluşturmak için halkla ilişkiler tekniğinden yaralanılmaya başlanmış toplumda demokratik otoritenin yerini güdümleme ve tartışmasız işletilen karar süreçleri almıştır.
Kapitalizmin ahlâkı kader değildir
İşçi kitlelerin büyük bölümü bugün ‘’yukarıdakilerin’’ bu dünyanın hâkimlerinin ahlâksız ve aynı zamanda yeteneksiz olduklarını biliyorlar. Bu durum sosyalist hareketin başarılı olduğu dönemlerde yüksek sesle ifade edilebildiği ve bu konuda bilinçlenmeyi kolaylaştırdığı günlük yaşam deneylerinin sonucudur. Burada kitlelerin burjuva toplumunun temel değerini, yani maddi koşulları düzeltmek ve bununla ‘’tüketim toplumunun’’gereksiz şeylerine sahip olmak için daha fazla para kazanmak çabasını reddetmedikleri gerekçesi gündeme gelebilir. Bu itiraz bir karmaşıklık yaratıyor. Bir kere burjuva toplumunda tüketim mallarını satın alma aracı olarak para belirleyici nitelikte değildir. Bu toplumda belirleyici özellik sermaye birikimi için para kazanma çabasıdır.
Birincisinde para amaç için basit bir araçtır. Hiçbir normal ücretli ödeme aracı para olmadan istenilen mal ve hizmetleri elde etmeye karşı değildir. Özgürce seçebildiği ve sunulan mal ve hizmetlerin kalitesi yüksek oranda olduğu sürece parasız sağlık hizmetlerinden yararlanmaya itirazı olmayacaktır. İkinci ‘’değer’’ ücretlilerin çoğu tarafından ne gerçekleştirildi ne de gerçekleştirildi. Kapitalizmde ancak büyük çoğunluk bu değerden mahrum bırakılırsa, küçük bir azınlık onu gerçekleştirebilir.
Tüketim araçları ve değişim için rekabetin yaşaması, kişisel servet birikimine eğilimin ve bunun ardında yatan sosyal ve ekonomik motivasyonların var olmasına bağlıdır. İnsan doğasının bir parçası olarak gösterilen bu motivasyonlar insanlık tarihinin binlerce yıllık döneminde görülmemiştir. Yakın zamana kadar insanlığın bir bölümünün yaşadığı köy ve kabile topluluklarında yoktu. Ama kâr için üretim artmaya başladığında bu motivasyonlar ortaya çıktı. Yardımlaşma ve dayanışma ilkel toplumlarda geçerliydi ve insanın evrensel karakteri olarak vardı. İşte bu nedenle bencilliğin yerini dayanışmanın alacağından bahsetmek hayal değildir.
Alman ideolojisinde Marx ‘’hâkim sınıfların düşünceleri her çağın hâkim düşünceleridir de; başka bir deyişle, toplumun maddi hâkim gücü aynı zamanda manevi hâkim gücüdür.’’ Diyor. Ama bu baskıya karşı koyan ezilen sınıfların kendi ahlâk kurallarını oluşturmaya engel olamıyor. Bu ahlâk sınıf dayanışması, fedakârlık, elindekini esirgememek gibi öğelere dayanan yeni bir ahlâktır. Bununla beraber, kendi durumlarının yön verdiği bu yeni ahlâk kuralları yanında işçiler, eğitim ve geleneklerle kafalarına yerleştirilmiş olan aile sorunları, kadın erkek ilişkileri, çocuklara karşı davranışlar, hatta din inançları gibi başka ilkelerden de kurtulamazlar. Yeni ahlâk kuralları bu sorunlarla her zaman bağdaşmaz, bu da bunalımlara yol açar. Bütün geleneksel ahlâk kavramlarının tam bir eleştirisi ve büsbütün yeni bir ahlâkın yayılması ancak sınıf çelişkilerinin ortadan kalktığı bir toplumda mümkün olabilir.
Burjuva toplumun mantığı, özel mülkiyetin, Pazar ekonomisinin, Kişisel servet peşinde koşmanın mantığı ve tüm bunların üstünde insanın olduğu her yerde yaratılmaya çalışılan rekabet mekanizmaları bizi tehlikeye doğru sürükleyen dinamiği sürekli besliyor. İmalat zarar verilen doğal kaynaklar göz önüne alınmadan maliyet ne olursa olsun sürüyor. Üreticilerin maddi, ekonomik, politik ve sosyal örgütlenmelerde egemenlik elde etme sorunu artık bir ölüm kalım sorunu haline gelmiştir.
İnsan davranışlarında saldırgan, kendi kendini yok eden eğilimlerin üstün gelmesini engellemek rekabet ve özel çıkarlara yönelik saldırganlık üzerine kurulu kapitalist toplumsal sistemin yıkılmasını gerektirir. Üretici ve tüketiciler özel servet peşinde koşmayı bırakıp dayanışma ve yardımlaşma içinde hareket etmeye başladıklarında sosyalizm devletin koyduğu sınırlardan uzak bir şekilde kendini yeniden üreten bir sosyal sistem olarak var olacaktır. Yalnız ekonomik gelişmenin işbirliği, dayanışma ve bilinçli demokratik kontrolü düzeyinde böyle bir toplum düzeni yakınlaşan felaketlerden uzaklaşabilmeyi sağlar.