30 Temmuz 2010 Cuma

Referandum ve Sosyalistler

Ferhan Umruk

Türkiye’de siyasal gidişatın kilit sorununu okumadan atılacak her adım her siyasi özneyi olduğu gibi sosyalistleri de sistemin aktörlerinin yörüngesinde dolaşan bir faktör haline dönüştürüyor. Bir sosyalistin, yakın tarih ve günümüz koşulları dikkate alındığında Marx’ın ‘Ezilen ulus özgür olmadan ezen ulus özgür olamaz’ sözünü her siyasi tutum alışının pusulası addetmesi gerekiyor. Toprağı kardeşlik yerine , muktedirlerinin peşinde inkar ve imhayla saran Türk ve dindaşlık paydasıyla onunla beraber davranan Kürt, Ermeni’yi, Rum’u, gayrimüslimi kırdı, sürdü ama ne Türk özgürleşti, ne de Kürt özgürleşebildi. Tarihin derinliklerinden sürülenlerin haykırışını kim ne kadar kulaklarını tıkasa da duymak zorunda kalıyor.Şimdi de diğerleri yok olduğunda Kürdü inkar eden Türk bir defa daha özgürleşememenin sancılarını yaşıyor ve zihin dünyası ırkçı, linçci karabasanlarla boğuluyor.Kapitalizmin sömürüsü altında ezilen, emekçi, işsiz yoksullaşmış Türk hali pür melalinin sorumlusunu kendi kapitalistinde arayacağına düşmanını ötekileştirdiği kimliklerde Kürt’te, Roman’da buluyor. Marx yukarıdaki sözleri İrlanda sorunu üzerine sarfetmişti, Bu sözlerin sorunla içiçe olmayan başka toplumların sosyalistleri için kitabi bir malumat sınırlarında değerlendirilmesi mümkünken, bu sözler Türkiye sosyalistleri için çeyrek yüzyılı aşan bir dönemin somut analizi , bu sözler Türk emekçinin, yoksulunun zihnini şovenizmle kenetleyen hallerinin izahı. O halde hangi eşikte olursak olalım Türk’ün özgürlüğü onun baskısı altında olan Kürdün, Ermeninin, tüm ezilen etnik kimliklerin özgürleşmesiyle mümkündür. Özgürleşerek insanlaşmak mümkün olduğunda Türk’ün kendi içindeki sınıfsal ayrımdan doğan baskı ve sömürünün yarattığı eşitsizliğin sonucunda ezilen sömürülen Türk çoğunluğunun da özgürleşme yolu açılır, zihinler berraklaşır, Türk insanlaşarak özgürleşir. İşte, anayasa değişikliği referandumunu değerlendirecek olan sosyalist de bu pencereden baktığı takdirde süreci okuma imkanına sahip olacaktır.

Muktedirlerin BilekGüreşi


12 Eylül’de yapılacak olan anayasa değişiklikleri ile ilgili referandum sosyalist cenahta farklı tutumların alınmasına sebep oldu. Söz konusu anayasa değişikliği paketinin bu haliyle kabul veya red edilmesinin rejimin hukuki yapısı bakımından niteliksel bir değişime yol açacağı kanaati yersiz görünüyor. Temel olarak Anayasa Mahkemesi üyelerinin ve Hakimler ve Savcılar Yüksek kurulu üyelerinin seçim usullerini değiştiren paket, sistemin iktidar mücadelesi veren rakip kutuplarının bilek güreşine yeni bir halka eklemiş bulunuyor. Bunun böyle olduğunun da herkes farkında, paketin diğer maddeleri göze hoş gelmesine karşın, referandumla yasalaşmaları halinde atılan oyların iddia edildiğinin aksine ürkütülen kurbağaya değmeyeceği kanaati yaygın gözüyor. Sadece, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını engelleyen maddenin kaldırılmasının sonuç itibarıyla , zaman aşımından ötürü darbecileri yargılamaya imkan tanımaması, bu kanaatin doğruluğuna tipik bir örnektir. Zaten tartışılan da bu maddeler değil, AYM ve HSYK ile ilgili olan değişiklikler tartışılıyor. Sözü edilen kurumların üyelerinin seçim usullerinin hali hazırdakiyle referanduma sunulan seçim usulünün hangisinin hukuka uygun olduğunun tartışması yazılı ve görsel medyada taraflar arasında yaygın bir şekilde sürdürülüyor.

Hukuk ve Siyaset

Burada altını dikkatle çizmemiz gereken husus, hukukun bir üstyapı kurumu olarak siyasetten ari olmadığı, o toplumun sosyolojisi yani sınıflar mücadelesi tarafından belirlendiği gerçeğidir. Hafızai beşeri canlandırmak için bir hatırlatma yapmak yerinde olacak. Yakın dönemin yakıcı tartışmalarının odağı olan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) esasında bir 12 Eylül kurumu olarak üniversitenin zapturapt altına alınması için darbeciler tarafından yaratılmış baskı araçlarından biriydi. Yakın döneme kadar öğrenciler YÖK’ün kaldırılması için mücadele ederken türban sorunuyla alakalı olarak AKP’de YÖK’e karşı tutum aldı, demokrasi söylemini bu alanda dile getirdi, Ne zamana kadar? Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olup, YÖK’ün yönetiminde AKP’nin hegemonyasını kurana kadar. YÖK, 12 Eylül kurumu olarak bugün yine aynı YÖK, yalnızca yönetim artık laik-kemalistlerin değil, AKP’nin elinde. Böylelikle de YÖK’ün anti-demokratikliği tartışması bu cenahın bütün unsurları tarafından islamcılardan, liberallere kadar rafa kaldırılmış durumda. Tabii, YÖK’te iktidar değişimi dönemi esnasında tarihin bir başka ironisi de yıllarca YÖK’ün kaldırılması için mücadele eden sosyalistlerin ulusalcı laik kampın çekim alanına girenlerinin YÖK’ün apoletli profesörlerini savunması oldu. Dünkü YÖK’ün de bugünkü YÖK’ün de üniversite üzerinde bir baskı kurumu olarak varlığını sürdürdüğü gerçeğini dile getirmiş olalım. Bu hatırlatmayı yapma maksadım AYM ve HSYK üyelerinin bileşiminin iktidar yanlısı olarak değiştirilmesi amacını taşıyan referandumla ilgisi var. Bileşimin değişimi şu andaki seçim usuluyle de mukadder olmasına karşın AKP değişimin süresini kısaltacak bir atak yapmış oluyor. Hukuk siyasetten ari değildir ifadesini bir kez daha dile getirirsek, 12 Eylül’de anayasa değişikliği referandumunda yasama kurumundaki iktidar mücadelesi için evet-hayır bloklaşması üst sınıfların güç mücadelesini resmetmektedir. Yine olagelen bir sınıf mücadelesidir, evet kampı üst sınıfların bir kutbu olan Müsiad burjuvazisini, hayır kampı bürokratik sınıflarla, Tusiad burjuvazisinin ittifakını temsil etmektedir. Bu çatışmanın kültürel ifadesi de laik islamcı kutuplaşmasında kendini gösteriyor. Peşinde Olmak Bu iki kampın üst sınıfların reel siyasi aktörleri olarak AKP ve onun karşısında da CHP-MHP odağında zuhur ettiğini tespit edebiliriz. Referandum sonucunda evet çıkarsa üst sınıfların siyasi aktörü olarak AKP yargı üzerindeki hegemonyasını güçlendirecek, hayır sonucu çıktığında ise yargının hiç olmazsa bir dönem daha ulusalcı-laik niteliği devam edecektir. Ancak her iki sonuçta da yargının üst sınıfların ortak çıkarları bakımından aynı işlevi göreceği tahmine ihtiyaç duyulmayacak bir hakikattir. Her iki sonuçta da yargı alt sınıflara karşı üst sınıfların çıkarlarını, ezilen ulus ve kimliklere karşı egemen ulusun çıkarlarını başat kılmayı sürdürecektir. Nasıl AYM’nin iki kanadı AKP’nin kapatılması değil de devlet yardımında kısıtlamayla uzlaşmışken, bu iki kanadın DTP’nin kapatılmasında oybirliği ile hareket ettiği biliniyorsa, istikbalin nasıl tezahür edeceği de bugünden bellidir. Bir başka gerçekte, evet-hayır oylarının reel siyasi aktörlerin cisminde vucut bulacağı kesin olduğuna göre hangi kanattan olursa olsun marjinal siyasi akım ve partilerin vereceği evet-hayır oyları bu iki odağın birinin hanesine yazılmak durumundadır. Hakikat budur. Sosyalistler bakımından da bu referandumdaki tutumları evet-hayır seçeneğinden hangisi olursa olsun o cüzi etkisinin sistemin siyasi aktörlerinin hanesinde olacağı açıktır. İşçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin bir aktör olarak siyaset sahnesinde yer alamadığı günümüz koşullarında sosyalistlerin alacakları her siyasi tutumun toplumsal desteğe sahip siyasi aktörlerin peşinde olması kaçınılmazdır. Bugün evet diyen sosyalistlerin hayır diyen sosyalistleri 12 eylülcü, hayır diyen sosyalistlerin evet diyen sosyalistleri AKP- liberal yandaşı olarak nitelemesi bu gerçekliğin zorunlu bir sonucu oluyor.

Tarihsel Bilincin Taşıyıcıları

Sosyalistler bakımından evet-hayır çıkmazının dışında geriye kalan seçenek, emekçilerin, ezilenlerin taleplerini kapsamayan bu değişiklikleri ve üst sınıfların kayıkçı döğüşünü reddeden, bu coğrafyanın sistem dışı üçüncü reel siyasi aktörü olan Kürt hareketinin yanında yer almaktır. Evet bu tutumunda, evet-hayır diyen Türk sosyaliste ilkinde AKP ikincisinde CHP peşinde nitelemesi yapışırken, boykot çağrısı yapan Türk sosyaliste de ‘Kürtlerin peşinde’ denileceğinin farkındayım. Evet bu da doğrudur, bu da güç orantısızlığıyla ilgili nesnel değerlendirmedir,ancak bir sosyalistin yaşadığı coğrafyada ilerici sol hareketin etnik kimliğinin onun kimliğinden farklı olması bu hareketin yanında yer almasına engel teşkil etmemelidir. Zaten bunun enternasyonalist-sosyalizmin amentüsü olması gerekir. Bu topraklarda Fırat’ın batısında sol hareket gerilerken Fırat’ın doğusunda sol siyaset toplumsal bir güç haline dönüşmüş bulunuyor. Fıratın doğusu batısına destek oluyor sosyalisti meclise taşıyor. Dolayısıyla sarih olarak şunu diyebilirim ki, bu referandumun sonuçları itibarıyla sosyal, kültürel,etnik, cinsel kimliklerinden ötürü ezilenlere niteliksel bir kazanım sağlamayacağı gerçeğiyle birlikte, sosyalistlerin nesnel durumunun zorunlu sonucu olan ‘peşinde olmak’ meselesi bakımından, sistemin aktörleri etrafında konsolide olmaya sebep olacak evet-hayır yerine boykot çağrısı yapan Barış ve Demokrasi Partisi yanında yer almaları belki yine biçimsel olarak ‘peşinde olmayı’ ama muhtevasıyla o biçimselliği aşan enternasyonalist dünya görüşünün gereğidir. Sosyalistler bugün siyasal alanda toplumsal desteği olan siyasi temsil gücüne sahip değillerdir ama toplumsal mücadelenin tarihsel derinliklerinden günümüze uzanan muktedirlere karşı ezilenlerin mücadelesinde yenilgilerin fedakar kişilikleri olduğu gibi bu toprakların mağlup insanlarının, halklarının tarihsel bilincini günümüze taşıyarak o yenilmişlere borçlarını ödemeye devam ediyorlar. Deniz’in son sözleri olan ‘Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği’ şiarını unutmamak ve unutturmamak gerekiyor. Sorunun özüne gelirsek, yapılacak referandumda sosyalistler hangi tutumu alırsa alsın gözden kaçırmamaları gereken husus esas referandumun Fırat’ın doğusunda olacağı gerçeğidir.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Referanduma Doğru

Hakkı Yükselen
Liberalizmi öldüren sınıf mücadelesidir! Bu nedenle liberal, sınıf mücadelesi ve devrim fikrinden nefret eder. Bütün bu olguları zihinlerden silebilmek ise ancak “sınıf ve sınıf karşıtlığı” gerçeğinin yok sayılmasıyla mümkündür. Her zaman olduğu gibi bugün de yapılmak istenen budur.
Her türlü sınıfsal egemenlik gerçeğinden uzak bir “cihaz” olarak kendi başına bir “devlet” vardır. Bunun karşısında ise yine sınıfsal egemenlik gerçeğinden uzak devlet dışı, “bireylerin üretim ve özel yaşamlarını (elbette piyasa ekonomisi temelinde) özgürce düzenledikleri” bir “sivil toplum” vardır. Bu ikisi arasındaki ilişki ve çatışma, (üretim ve mülkiyet ilişkilerine ve de sınıflara dair tek bir laf etmeyen) liberalin gözünde tarihin ve toplumsal hareketin asıl itici gücüdür. Bu durumda devlet, askeri ve iktisadi müdahaleciliği ölçüsünde, tabiatta saf bir halde var olan şeytani bir unsura dönüşürken, sivil toplum, yine tabiatta saf halde bulunan, neredeyse tamamen meleklerden müteşekkil bir özgürlük alanıdır.
Liberalizmin iktisadi ve askeri olarak müdahaleci devlete karşı bu bakışı hiçbir biçimde gerçek bir devlet ve ordu karşıtlığını içermez. Sevilen, istenen veya özlenen devlet, bireysel özgürlükler, yani girişim özgürlüğü için gerekli düzenlemeleri yapan “gece bekçisi” veya “gardiyan” devlettir. Onlar, her ne kadar sömürünün sadece iktisadi zor yoluyla fazla bir sorunla karşılaşılmadan sürdürülebildiği “normal şartlarda” her türlü iktisadi ve askeri müdahaleye karşıymış gibi görünseler de, asıl sorunları bu müdahalenin sermayenin çıkarları açısından, istenmeyen zaman ve biçimlerde yapılmasıyla ilgilidir. Bizim liberallerin “askeri vesayet”le olan sorunu da budur. Yoksa bugün hâlâ sürmekte olan neoliberal saltanatlarının temelinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “emir komuta zinciri içinde ve emirle” gerçekleştirdiği 12 Eylül Darbesi’nin yattığını bilirler. Ancak bugün artık durum çok farklıdır; mali sermaye artık öyle paşaların falan ağız kokusunu çekemeyecek kadar kanlanıp canlanmış, dünya ekonomik hiyerarşisi içinde yükselmiş, “küreselleşmiş”, özgüven sahibi olmuştur. İşçi sınıfı hareketinin de yakın tehlike teşkil etmediği şartlarda bir burjuva baskı aygıtı olarak TSK’nın teknik gücünü artırırken ayak bağı haline gelmiş özerk siyasi gücünü kırmakta ve onu olabildiğince “özelleştirmekte” herhangi bir sakınca yoktur; tabii, hükümetin İslami yönünün yol açtığı bazı iktisadi, siyasi endişelerin dışında. Yani Türkiye’nin geçmiş şartlarının bir ürünü olan “askeri vesayetin” tasfiye edilme zamanı gelmiştir. Büyük sermaye, Özal zamanından beri şartlara uygun olarak bazen açık, bazen de kapalı biçimde bu işin peşindedir; o birçok sosyalistin dahi ağzının suyunu akıtan TUSİAD’ın demokrasi raporlarının sebebi hikmeti budur. Yani, liberalimiz genel olarak TSK’ya değil, onun siyasi bir parti refleksi gösteren, “her işe salça” ve askeri açıdan başarısız ve beceriksiz (hatta kötü niyetli) olduğuna inandığı komuta kademesine karşıdır.
Kalkacak olan “vesayet” işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki vesayet değil, büyük sermaye üzerindeki vesayettir. TSK yine geçmişteki sınıfsal işlevini yerine getirmeye devam edecek, ancak bir ihtimal (başarıldığı takdirde) mesela güçlü bir burjuva hükümetinin milli savunma bakanına veya aynı zamanda başkumandan da olan “bay başkan”a bağlı olacaktır…

Liberal Hegemonya!
Anayasa değişikliği referandumunda “evet” dememek için “bin dereden su getirmeye” gerek var mıydı diyen okura hatırlatacağım şudur: Bir “evet” uğruna da “bin dereden su getirenler” vardır ve sosyalist sol üzerindeki etkileri giderek artmaktadır. Liberalizmin sağından soluna gidildikçe söylemde bazı farklılıklar olsa da “evet”in gözümüze sokulan gerekçesi “12 Eylül döneminin kapanması, askeri vesayetin tasfiyesi ve demokrasidir!” Yani “hayır” diyen veya “boykot” edenler, kimi liberallere göre doğrudan “12 Eylülcü ve statüko yanlısı”dır, kimilerine göre de en azından akılsız ve kavrayışsızdır. Bu konuda “sek” liberallerin ifadeleri daha sert ve tehditkârdır, çünkü asıl amaç, liberalizmin “iskambilden kulelerini” yıkabilecek sınıf karşıtlıklarını vurgulayan devrimci sosyalist kesimin ideolojik-politik tasfiyesi ve cinsiyetsiz, yani sınıflar üstü bir demokrasi alanına sıkıştırılmasıdır. Soldaki liberallerin söylemi ise daha çok sosyalist olarak hayatta kalmamıza yönelik (tabii, yine aynı cinsiyetsiz demokrasi ve “sivil toplum” alanı içinde), yani bir nevi kendi iyiliğimiz içindir! Bu kesimin önde gelenlerinin “evet’ gerekçeleri ilginçtir. Bir kısmı için anayasa değişiklikleri 12 Eylül döneminin sonudur. Bir kısmı ise olup bitenin elbette öyle gerçek bir demokratikleşmeyle falan ilgisinin bulunmadığını, AKP’nin de demokrasiyi falan dert edinmediğini, ama “evet” oyu vermezsek, kitlelerin gözünde ve AKP’nin dilinde sonsuza kadar “statüko yanlısı” durumuna düşeceğimizi söylemektedir. Yani, hangi niyetle “hayır” dersek diyelim veya referandumu “boykot” edelim, vesayetçi ve statükocu CHP ve MHP ile aynı çizgiye düşeriz. (AKP, SP ve BDP çizgisine düşmekte nedense bir sakınca yoktur!) Dolayısıyla doğru tavır “Yetmez ama Evet!” olmalıdır.

Bazı Sorular
Bu arkadaşlara bazı sorular sormak gerekiyor; hani mevzuun daha iyi anlaşılması açısından. Mesela bu anayasa değişikliğine, bunca “yetmez”liğine rağmen neden “evet” diyelim? Yoksa devamı mı vardır, yani demokratik manada? Hükümet, “12 taksitte demokrasi” kampanyası başlatmış olabilir mi; ancak bu durumda arkadan gelecek taksitlerin neleri içerdiğini de bilmemiz gerekmez mi? Mesela bu pakete konmayan kimi maddeler YÖK, Seçim Kanunu ve barajın düşürülmesi, Siyasi Partiler Kanunu, kamu çalışanlarına grev hakkı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik yasalarında çalışanlar lehine değişiklikler, sendikalaşma hakkının gerçekten güvence altına alınması, Kürtlerin eşitliğine ilişkin düzenlemeler vb. sonraki paketlerde mi yer alacaktır? Bunların daha sonraya bırakılması neden uygun görülmüştür? Her şeyden önemlisi, eğer bu anayasa değişiklik paketi “yetersiz” ise neden yeterli bir paket hazırlanmamış veya anayasa tümüyle değiştirilmemiştir? Niyet gerçekten demokratik midir!?
Sormaya devam edelim; mesela grev hakkını içermeyen ve sonu “zorunlu tahkim” olan bir toplu sözleşme hakkının, eski “toplu görüşme”den farkı nedir? Yasanın bir fıkrasında grevler “ekonomik menfaat” şartına bağlanırken bir başka fıkrasında genel grev, hak grevi, siyasi grev yasağına ilişkin ifadelerin kaldırılması, bunların gerçekten serbest olduğu anlamına mı gelmektedir? Grev hakkını fiilen ortadan kaldıran grev ertelemelerine ilişkin işçi lehine herhangi bir değişiklik neden yoktur? Bildiğimiz AKP’nin bu hakları verdiğini veya vereceğini açıkça ilan edebilecek bir liberalimiz var mı? Ben şahsen özellikle “Yetmez ama Evet!”çi arkadaşlardan demokratik geleceğimizle ilgili bir “garanti belgesi” talep etmiyorum; ama kendileri, okumuş yazmış insanlar olarak, sınıflar mücadelesi tarihinde eksik ve yetersiz “kazanımların” çoğu zaman kısa sürede nasıl kaybedildiğini, yine çoğu zaman yetersiz olana “evet” demenin nelere mal olduğunu biliyor olsalar gerek.
Bu konularda hemen hiçbir şey söylemeyip söylediğinde de eksik ve bazen düpedüz yalan söyleyenler, “Evet’ deyin, yoksa statükonun cehenneminde yanarsınız!” deme hakkını nereden almaktadırlar? Eğer kimi soldan liberallerin açıkça belirttiği gibi, AKP’nin asıl amacı demokratikleşme falan değilse, o zaman nedir? Bunlar ve daha bir yığın soru…

Gerçek Amaç
AKP’nin iktidarının sekizinci yılında ve genel seçimlere, daha sonra da cumhurbaşkanlığı seçimlerine (Gerçi henüz Abdullah Gül ile ilgili sonuçlanmamış bir süre tartışması var!) az bir zaman kala bu “demokratik” değişiklikleri gündeme getirmesi, eğer yüksek yargıya ilişkin ve sorumsuz cumhurbaşkanının gücünü artırıcı birtakım maddeleri içermeseydi tuhaf kaçabilirdi, “Bayram değil seyran değil…” misali! Ancak ortada anlaşılmaz ve tuhaf bir durum yoktur. Yapılmak istenen, neoliberalizmin yeryüzündeki temel eğilimlerine uygun olarak “yürütmenin güçlendirilmesi”dir. Bu eğilim aslında büyük sermayenin ve onun siyasi temsilcilerinin “otoriterlik” eğiliminden başka bir şey değildir. Üstelik liberalizmin temel tezleriyle de çelişmez. (Totaliterliğe hayır, ancak gerektiğinde otoriterliğe evet!) Yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki anayasal üstünlüğü, “başkanlık sistemi” ile de birleştiğinde bu asker ve polis destekli otoriterliğin işçi sınıfı, tüm emekçiler ve yoksullar açısından ne anlama geleceğini görürüz.
Amaç “başkanlık sistemi” ve bu arada Başbakan Erdoğan’ın “Başkan” olmasıdır. Bu, işler yolunda gittiği sürece, siyasetin “doğrudan” mali sermayenin eline geçmesi, yani her türlü istenmeyen vesayetten azade “doğrudan” yönetimi anlamına gelecektir. (Amerikan tipi)
Karşı çıkılması gereken sadece Erdoğan’ın başkanlığı değil, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de burjuva diktatörlüğünün muhtemel bütün biçimlerine açık olan başkanlık sistemidir. (Bonapartist, askeri ve faşist tipleri)
Hayır!
Ben devrimci sosyalistlerin her türlü “demokratik kafa karışıklığı”ndan uzak bir tavırla “Hayır!” demelerinden yanayım. “Boykot” bana göre, ancak baskı ve zor altında “evet”ten başka bir seçeneğe izin verilmediği durumlarda veya “devrime beş kala” başvurulacak bir taktiktir; tabii, eğer sağ ve sol “liberal demokratların” bizi kıstırmak istediği “demokratizm” kapanına kısılmadıysak veya daha yüce amaçlar uğrunda “dünya işlerinden” elimiz ayağımızı çekmediysek!
Evet kendi “hayır”ımızı açık ve bağımsız bir biçimde sandığa taşımalıyız. Bu, AKP’nin geriletilmesi ve önümüzdeki seçimler açısından da çok önemlidir. Bizi diğer AKP muarızlarından ve milliyetçi-ulusalcılardan farklı kılan sınıf temelli devrimci düşüncelerimizi vurgulayabildiğimiz sürece mesele yoktur; AKP’nin, çoğunun ikinci tercihinin MHP olduğu bilinen seçmen kitlesinin sırtından “liberal devrimlerini” yapmaya kalkan “sek” liberallerin “statükocuk ve 12 Eylülcülük” gibi suçlamaları, bırakın devrim ve devrimcilikle ilgisini çoktan kesmiş “özgürlükçü” sol liberalleri, sivil toplumcuları korkutsun. Bize vaat edilen hiçbir “demokrasi” yoktur. O demokrasi ancak işçilerle gelecektir.
Yazının başında “Liberalizmi öldüren sınıf mücadelesidir!” demiştim. Evet liberalizm sınıf mücadelesi ve devrim fikrinden ölesiye korkar. TEKEL direnişi ve Yunanistan’daki kitlesel protestolar karşısındaki düşmanca tavırları bunun yakın örnekleridir. O nedenle liberalizm demokrasiden çok polise (ve denetlenebilen “özel” ordulara) güvenir. Troçki, “Rus Devrim Tarihi”nde anarşizmle liberalizm arasındaki “ilginç” ilişkiyi ele alırken “Liberalizmin ilkeleri aslında polis faaliyetiyle bir arada yürütülmeden yaşayamaz. Anarşizm, liberalizmi polisten arındırma girişimidir. Ama nasıl oksijen saf halde solunabilir değilse, polisiye unsurdan ayıklanmış liberalizmin ilkeleri de toplumun ölümü demektir. Liberalizmin karikatürvari gölgesi olan anarşizm, genel olarak liberalizmin akıbetini paylaşır. Liberalizmi öldüren sınıf karşıtlığının gelişmesi anarşizmi de öldürür…” der…
Devrimci sosyalizmin liberalizme vereceği hiçbir hesap yoktur. Yeter ki kendi kendine hesabını verebilsin…

17 Temmuz 2010 Cumartesi

ONLAR ERDİ MURADINA!

Ferhan Umruk

Türkiye’de askeri vesayet altındaki rejimin değişmesi ve bu değişimi demokratikleşme doğrultusunda ilerletme misyonuna talip olan ve bu retorikle hareket eden, doğrudan siyasi temsil kuvveti olmamasına karşın fikriyatın gücüyle sesini duyuran liberaller uzun zamandır yürüttükleri kampanyayla muratlarına ermiş gözüküyorlar. Profesyonel orduya bir adım daha atılıyor, özel harekat birliklerinden sonra henüz mahiyetiyle ilgili rivayeti muhtelif olan özel hudut birlikleri kuruluyor.

Muratlarına eren liberal aydınlardan söz ederken onların farklılıklarının olduğunu toptancı yaklaşımın sorunlu olduğunun farkındayım. Ancak dile getirmeyenin itirazda da bulunmadığı şu konu her zaman dikkatimi çekti ve rahatsız edici geldi.

Sözünü ettiğim konu elbette onların ilgi alanlarının dışında olan sosyal eşitsizliklerle ilgili değil. Onların olumlu rollerini gösteren etnik ve kültürel ayrımcılığa uğrayan Kürtlerin, azınlıkların temel hak ve taleplerini dile getirirken diğer yandan da çatışmalarda can kayıpları olduğunda askeri strateji uzmanlarına taş çıkartacak askeri teknik eleştirilere şehvetle sarılmış olmaları.

Doğrusu şu yaşadığımız dünyada öylesine tuhaf olaylarla karşılaşıyoruz ki, şaşma duygusunu hala taşıyabilmek hüner istiyor. Ancak edebi duyarlılıklarla militer duyarlığı! birbiriyle bağdaştırabilme becerisini gösterenler karşısında şaşırmamak mümkün değil.

Söylemini sistemin demokratikleştirilmesi üzerine inşa edenler bu tarzı siyasetlerinin gerekçesini de Askerin siyasete müdahale etmekten kendi görevini yeterli bir yetkinlikte yerine getirmediğinde buluyorlar. Hatırlanırsa, bu tezi AKP cenahından Bülent Arınç’ta ‘ Türkiye iyi ki bu komutanlarla savaşa gitmemiş’ diyerek ifade etmişti.

Öyle gözüküyor ki, günümüzün liberalleri, asırlık muasırlaşma, devletin kurtarılması misyonunu üstlenen muktedirlerin geleneksel damarlarından ittihat terakki geleneğine alternatif Prens Sabahattin geleneğinin nevzuhurudur.

Belki de barış dilini kullanırken onlar devletin kurtarılması amacıyla davranıyorlar ama yine de bu dil onları sosyalistlerle, demokratlarla, Kürtlerle, ezilenlerle birleştiriyor. Ancak yine esas hedefleri olan devlet kurtarıcılığını militer bir dille ifade ettiklerinde de bu defa uzaklaştırıyor.

Peki bu liberal politikaların, esas vazifesi olan savaşı yetkinlikle yürütemeyen orduyu hedeflemesi neye hizmet eder? , Ahmet Altan’ın ‘ O öldürülen çocuklar bu ordunun generallerine emanet edilmişti.’ sözleriyle somutlanan eleştiri, savaşın sürecekse can kayıpları olmadan sürmesini, bunun içinde uzman savaşkan generalleri mi önermektedir? Hiçbir savaşın can kaybı olmadan sürdürülemediğini, yeryüzünün en modern teknolojik silahlara ve en modern ordusuna sahip ABD’nin ortadoğu ve Afganistan’da her gün ölmekte olan Amerikan askerleri ispat ediyor.

Kuşkusuz, siyaseten kimse onlardan sınırların olmadığı, ulus devletlerin ortadan kalktığı ordulara ihtiyaç kalmadığı bir dünya cumhuriyeti umuduna sahip olmalarını bekleyemez. Beklenecek olan savaşın tekniğiyle meşgul olmanın yaratacağı savrulmalardan uzak durmalarıdır.

Savaşın ve ordunun reorganizasyonunun akıl hocalığına soyunmakla, barışı savunmanın birbiriyle çelişen ve dışlayan bir tutum olduğunu iktidarın sorunu ‘özel hudut birlikleri’ çözümüne vardırmasıyla görmüş bulunuyoruz. Bu durumda Liberallerin bir tercihle karşı karşıya kaldıkları açıktır. Eğer yalnızca bir siyasi deha! eseri olarak ordunun siyasetten çekilmesi için ordunun esas görevini yürütmeyi beceremediği doğrultusunda bir kampanya idiyse maksatları, durum tamamen tersine dönmüş bu kampanyanın somut sonucu bu devletin aslına rücu edip Ermeni Kırımını başlatan Abdülhamit’in ‘Hamidiye Alayları’, İttihat Terakki’nin Ermeni kırımını derinleştiren tehciri yaratan Teşkilatı Mahsusa’sı yakın tarihin derin JİTEM ve özel harekat birliklerini çağrıştıran bir birliğin doğmakta olduğudur. Bu yöntemin egemen olması demek de siyasetin değil askeri bürokrasinin etkinliğinin artması demektir. İşte liberaller bu bakımdan izledikleri politikanın yarattığı sonuçları değerlendirerek ya demokrasinin ya da yeni bir otoriterleşmenin yanında yer alacaklarına karar vermek durumundadırlar.

Şimdi MHP’yle AKP özel harekatçıların sarkık bıyıklı, özel hudut birliklerinin badem bıyıklı olduklarını tartışmaktalar. Bu bile tek başına sürecin niteliksel özelliğini ele vermektedir.

Unutulmamalıdır ki ‘savaş politikanın devamıdır’. Bu bakımdan muktedirlerin siyasi partileri ve güç odakları politik olarak sorunun çözümünü ya ezilenlerin demokratik taleplerini kabullenerek barışcı yolun kapısını açacak ya da bugüne kadar olduğu gibi inkar politikasıyla savaşı sürdüreceklerdir.

Herhalde şunu unutmamak gerekiyor. Militarizme giden yol illaki apoletli olmayı gerektirmemektedir. Hatırlanmalıdır ki 1915 kıyımını yaratan Talat Paşa yalnızca bir posta memuruyken paşalığa terfi etmiş bir şahsiyetti. Günümüzde yasalar bir sivilin paşa olmasına elvermiyor. Ama neden olmasın? Bir anayasa referandumuyla Erdoğan Paşa’ya kavuşmayalım. Belki de zaten buna bile ihtiyaç yoktur, zihniyette terfi rütbeye ulaştırır.

Muktedirlerin kendi aralarındaki çatışmalardan yanlış sonuç çıkarmanın en vahim örneklerinden biri değişip değişmemesi ezilenlerin şartlarını değiştirmeyecek olan, şu önümüzdeki anayasa değişiklikleri referandumu için bir bölüm solda ‘yetmez ama evet’ tutumu oldu.
Neden mi? AKP ‘yetmez’den özel ordu gereğini çıkardı da ondan.

Ferhan Umruk
ferhanumruk@yahoo.com
17.07.2010