28 Eylül 2010 Salı

Bir Mahalle Olarak Türkiye

Ahmet Doğançayır

İstanbul da Tophane semtindeki Boğazkesen caddesinde bir resim sergisi ve sanat galerisinin açılışına katılanlar 30 kişilik bir gurubun saldırısına uğradı. Olayın geçtiği Tophane İstanbul’un geleneksel mahallelerinden biridir. Gecekonduculuğun devamını temsil eden varoşlardan farklı olarak kenarda değil şehrin merkezindedir. Tophane son 10 yıldır semti ve çevre semtleri etkisi altına alan 2010 kültür başkenti adıyla yürütülen, adına kentsel dönüşüm projesi denilen aslında yeni rant kaynakları yaratmaya yönelik neo-liberal saldırıyla karşı karşıyadır. Galata kulesi çevresindeki binaların yenilenmesi ile başlayan süreç galerileri, cafeleri, lokantaları müzik holleri de beraberinde getirdi. Bununla birlikte ’’özgür yaşayan’’,liberal, sol liberal, ‘’kültür tüketen’’, iyi kazanan dışarıda yiyip içen yeni üst orta sınıfın bölgede oluşan ranttan nemalanmaya başladığı da söylenebilir. Bu kesimler eski yıkık dökük semtleri ‘’kendi tarzları ile kalkındırırken’’buralarda rant gelirlerinin yükselmesine de ön ayak oldular. Hızla çoğalan bu kesimler için Cihangir, Galatasaray ve Galata yetmedi. Tophanenin ana caddesine indiler. Sulu kulede ki gibi yıkıp yeniden yapma yerine örnekleri cihangir ve galata da gördüğümüze benzer bir süreç yaşanıyor. Oluşturulan senaryoyla birileri mahalleye taşınırken birisi de bölgeden ayrılıyor. Muhafazakâr mahalle sakinlerini saldırganlaştırdığı öne sürülen bu gelişmeler AK Partili belediyelerin tasarımı. Sadece Tophane değil bu yoğun saldırı altında kalan. Haliç AK partili belediye başkanlarının planlamasıyla butik oteller, restoranlar, galerilerle geleneksel yaşam alanları tehdit ediliyor. İnsanlar gerçek problemlerini doğrudan ifade etmek yerine günah keçileri arıyor, gelenek üzerinden rahatsızlıklarını dile getirerek ‘’içki ve mahalleye gelen yabancılar’’ gibi söylemler üretiyor. Yapılan saldırıyı bu gelişmelere ilişkin muhafazakârlığı ve gelenekselliği de içeren direnci mahalleyi sözde korumak adına durumdan vazife çıkaran gerici ve faşist gurupların öne çıkıp kullanması olarak değerlendirmek gerekir.

Bir çelişki yaşanıyor. İzlenen ve devam edecek olan politikalarla Tophane olayından dolayı iktidar partisine karşı olduklarını ifade eden kesimlerin yaşam tarzı alanları şimdilik ‘’korunamasa’’ bile genişletilirken, muhafazakâr ve geleneksel değerleri üzerinden oy deposu haline getirilen mahalle sakinlerinin yaşam alanları aynı parti tarafından saldırıya uğruyor. Tophane, Haliç ve bu projede yer alan mahalle sakinlerinin yaşam tarzlarını ‘’galerilere karşı savaş’’ile koruyamayacakları ortaya çıkıyor. Çünkü muhafazakârlık, milliyetçilik, İslamcılık vb. nedenlerle destekledikleri partiler ve başta AKP onlardan çok farklı bir mahalle düşüncesine sahip. Bunun görülmesi lazım. Bugün bütün burjuva partilerin hem fikir oldukları Neo-liberal politikanın Kent ekonomisi diye bütünüyle kentsel gelirlerin artışına odaklanması ve bu artışları egemen kapitalist sınıfların mevcut avantajlı konumlarına terk etmesi sadece bir bölüşüm politikası değil, bunun arkasındaki sınıfsal egemenlik ilişkilerindeki dengenin egemen sınıflar lehine mahallerde yeniden yaratılmaya çalışılmasıdır.

Mahalle baskısı mı? , Devlet baskısı mı?

Saldırı basın tarafından anında ‘’mahalle baskısı’’ olarak değerlendirildi. Oysa Türkiye de bugün ‘’mahalle baskısından’’ ziyade asıl mesele siyasal iktidarların geçmişte olduğu gibi bugün de kontrol ettikleri devlet aygıtları ve yerel iktidar organlarını toplumu dinsel ve milliyetçi olarak muhafazakârlaştırmak için bir baskı aracı olarak kullanmasıdır ki buna devlet baskısı demek daha doğrudur. Şerif Mardin’in ‘’AKP’nin izleyeceği politikalardan bağımsız olarak ‘’mahalle baskısının’’ artabileceği ve AKP’nin de bu artan baskıya teslim olabileceği’’ üzerine düşüncelerinden sonra mahalle baskısı olasılığı gündemin üst sıralarına taşındı. Popüler bir tartışma konusu haline geldi. Mahalle baskısı kavramının hem bir Türkiye gerçeğini işaret etmesinden, hem de ağırlıklı olarak ‘’niyet okuma’’ ve ‘’korku siyasetine’’ dayanan bir muhalefet anlayışını ifade etme kabiliyetinden kaynaklanan bir özelliği var. Bu kavramın gündelik dilde esprili bir şekilde kullanılacak kadar popülerleşmesinde bu özelliğin de bir katkısı olsa gerek.

‘’Mahalle baskısının’’ AKP eleştirilerinde dile getirilmesi demokratikleşme açısından olumlu bir gelişme olarak görülebilirdi. Ancak konunun/sorunun ele alınış biçiminin demokratik bir geleceği kurmak amacına yönelik olmaktan çok, mevcut korku siyasetini beslemeyi amaçlamak gibi bir hedefi de olduğu görülüyor. Çünkü medya önderlerinin gerçeklikle ilişki kurma biçimi onu anlama dışında belirlendiği için mahalle baskısı denilirken dile getirilen mahalle baskısından başka kaygılar olmuştur. Mahalle baskısını bugün dile getirenler onu bugüne kadar sorun haline getirmemişler ve bunun geçmişte kurumsallaşmasına katkıda bulunmuşlardı.

Türkiye de yaşanan tarihsel pratik bütün ülkeyi tek bir mahalle gibi görmüştür. Bu pratik Mahallede olduğu gibi naralar atarak ülkeye çeki düzen vermeye çalışan ‘’kabadayıları’’; bir taraftan ‘’birlikten kuvvet doğar’’ şiarını kusturacak kadar çok tekrar ederken diğer taraftan patron cemaatlerini kurmakla meşgul olan ‘’muhtarları’’; mahalle baskısının çeşitli örnekleri ortaya çıktıklarında onları normalleştiren, sorun yapmayan ve hatta destekleyen kahvehane sahip ve sakinleri; ve mahallede düzeni ‘’mahalle baskısı’’ kurarak sağlamaya çalışan ‘’mahalle bekçileri’' etrafında oluşmuştur. Mahalle baskısından endişe duyanların bunlarla ilgili bir sorunu yok.

Mahallenin aynı zamanda laik olduğu söylenir. Gerçek ise sözde laik TC devletinin aslında ayan beyan laik olmayışıdır. Resmi ideoloji Cumhuriyetle birlikte toplumun kimlik algılamasının merkezine Türk milliyetçiliğini oturtabilmek için İslam dinini gerileyişin çöküşün ve geri kalmışlığın esas nedeni olarak göstermiş ise de bunu yaparken dini uyguladığı ‘milleti yeniden inşa ‘projesinin bir aleti olarak kullanmayı zorunlu görmüştür. Dine yönelik ithamların’’tarifini ve işlevini kendisinin tayin edeceği gerçek İslam’a’’ ilişkin olmadığını, çarpıtılmış hurafelere boğulmuş diye nitelediği geleneksel İslami düşünce ve yaşam biçimini kastettiğini belirterek dinin ve İslam’ın ateist eleştirisini, İslamiyet aleyhine propagandayı ve başka dinlerin propagandasını yasaklamıştır. ’Laik’ Türk devleti elindeki bordrolu din adamları vasıtası ile topluma ve ahvale uygun görülen dini ayarlar. Bu din Sünni-Müslümanlıktır. Devletin öngördüğü bu çerçeveden sapanlar ve diğer mezhepler ve diğer dinler ve dinsizler bütünüyle baskı altındadırlar. Bu laik düzen içinde üstelik laikliğin kalelerinden olduğu iddia edilen üniversitelerde ramazan ayında oruç tutmayanlardan, uzun saçlı küpeli erkek öğrencilerden hoşlanmayan gurupların varlığı biliniyor. Bu anlayış şimdiye kadar herhangi bir siyasal medya kampanyasının ve cemaatlerin hedefi olmamıştır. Daha önemlisi komünizme karşı mücadele emirleri yayınlayan Genelkurmay başkanından ve ‘gizli’ ülkücü kamplarını kapatmayarak ‘’bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz.’’’ Diyen Başbakandan anlaşılıyor ki 1980 öncesinde sol hareketlerle mücadelesinde bu gurupların temsil ettiği ‘’baskıcı siyaseti’’kendisine ‘’yardımcı’’ saymıştı. Benzer işbirliklerinin 1990lı yıllarda ‘’kabadayılara’’ yarı resmi, resmi statü kazandırarak devam ettiğine tanık olduk. Kamu sektöründe yarı ve gayrı resmi yardımcı kuvvetlerle iş görmenin yaygınlaştığına dair geçmişte belediyelerde ‘’A takımı’’ uygulaması gibi uygulamalar mahalle kültürünün nasıl kurumsallaştırılarak sürdürüldüğüne işaret etmektedir.

Devlet’in ‘’Kamunun düzenini sağlamak’’ için resmiyet dışı iş görenler kullanması ile vatandaşın adalet arayışını resmi adalet mekanizması dışında ‘’iş görenlere’’ havale etmesi arasında bir paralellik olsa gerek. Bütün bunlar devletin bir tüzel kişilik olarak değil, bir cemaat olarak çalıştığının işareti olarak yorumlanabilir. Aksi takdirde devlet hukukuna bağlı olarak ve kanunlar ve bürokrasi ile iş görürdü.

Türkiye’de bazı toplantıların temel olarak yasaklanmadığı bunun yerine ‘’Bu toplantıya tepki var, sizi koruyamayabiliriz.’’gibi sözlerle/korkutmayla bir çeşit mahalle baskısının devreye sokulduğunu biliyoruz. Bu ülkenin Başbakanları ‘’mahalle sakinleri’’ tarafından dövülen insanları halkımızın hassasiyetlerine saygılı olmaya çağırırken aslında bu mahalle baskısını yeniden üretiyorlardı.

Bugün geçmişte yapıldığı gibi benzer saldırıların kayıtsızlıkla cesaretlendirilmesi başka semt ve şehirlerde potansiyel linç guruplarının bu tür eylemlere göz yumulacağı sonucunu çıkarıp harekete geçmelerine yol açabilir.

Diyalogla çözüm olabilir mi?

Yaşanan saldırı sonrası galeri sahipleri mahalleli ile yeterli diyalog kurmadıklarını söylediler. Mahalle gerilimleri ile çatışmalarının ortaya çıktığı her durumda sorunun "diyalog eksikliği" lafı ile çözülemeyeceği ortadır. Ayrıca bu yaklaşımın sorunu yaratan nedenleri gizlemek gibi bir yönü de var.

Yaşadığımız Globalleşme diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor.

Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal ortak paydası adaletsiz gelir dağılımı ve barbar bir kapitalist toplumsal örgütlenmeyi dayatan ‘inceltilmiş’ liberal zihniyettir. Bu zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor.

Günümüzde mahalle baskısı üzerine yorumlar yapan kendini milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı olarak tanımlayanların siyasal alandaki konumlarına bakıldığında sermayenin küreselleşmesinin yedeğinde olduklarını görürüz. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir.

Milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık hangi adla toplumsal alanı dolduruyor ve belirliyor olursa olsun kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hattın Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları vaaz ederek değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda herkesin kendi hesabına mücadele etmesi sonucu oluşacağını bilmek gerek.

21 Eylül 2010 Salı

30 Yıl Sonra Üçe Bölünen Bir Ülke

Yıldırım ONAT


12 Eylül 1980’de cunta, 27 Mayıs 1960’ta başlayan toplumsal
mühendisliğin en kalıcı darbesini gerçekleştirdiğinde o tarihten 30 yıl sona
ideolojik-kültürel, sınıfsal ve de coğrafi olarak üçe parçaya bölünmüş bir
ülke tablosuyla karşılaşacağını tahmin edemezdi. 1960’ta başlayan
1971’de devam edip de 1980’de doruğa çıkan bu mühendislik harekatının
temelinde sanayileşmiş laik metropol kapitalizminin güçlü hegemonyası ile bu gücü parlamentoda temsil edecek kitlesel laik merkez sağ partilerin yerleştirilmesi yatıyordu. Merkez’in içinde 1960’ta laikAdnan Menderes’in tasfiyesi geçmişi ta 1925’lere giden eski bir hesabın kapatılmasıydı. 1971’de TÜSİAD’ın yani o söz ettiğim laik metropol kapitalistler birliğinin kurulması ve bununla ordunun birlikte Merkez’i oluşturup 1980 darbesini gerçekleştirmesi mühendislik projesinin önemli kilometre taşıydı.

Kaos Yılları

1980 sonrası gözü dönmüşçesine sosyalist hareketin iğdiş edilmesi, İslami hareketlere göz yumulması zaten zorlanan bir toplumsal dokuyu bir tür kaosa soktu. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan ve varlığı yok sayılan Kürtlerin önemli bir bölümü başkaldırdı. Bu kitle cuntanın kendine reva gördüğü muameleden sonra tek çözümün silah kullanmak olduğunu düşündü. Turgut Özal’ın liderliğini yaptığı laik merkez sağ AB’ye üyelik yoluyla Kürt sorununu Batı ülkelerinde olduğu gibi siyasi yöntemlerle çözmeyi masaya getirdi. Ama Özal bu girişimleri sürdürürken 1993’te kuşkulu bir şekilde öldü. 1990’larda Merkez’in asker kanadı Ergenekon gibi çetelerle flört ederek topluma terör estirme yolunu seçerken, durumun vahim olduğunu sezen TÜSİAD hem AB’ye üyeliği hatırlatırken hem de Kürt sorunu için Bask modelini öneriyordu. Ancak kaos devam etti.

Stalinizmin Hayaleti

Sosyalist sol hem ağır baskı altına alınmış olduğu için hem de 1991 sonrası dünyada Stalinizmle tam anlamıyla hesaplaşmak istemediği için sürece müdahale edemedi. Kaosta sadece kendini iyi konsolide etmiş İslami hareket 28 Şubat müdahalesine rağmen tabanını kaybetmemeyi başardı. Zaten 1997 müdahalesi, Tayyip Erdoğan’ın hapse atılması ve 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi Merkez’in düzeni İslamcılara ve Kürt hareketine bırakmamak için Batı’ya da vaatlerde bulunarak yaşama geçirdiği operasyonlardı. TÜSİAD belki hoşnut değildi sert yöntemlerden ama sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Ama ne oldu sonra? 2001 ekonomik krizi, Öcalan’ın hapiste olmasına rağmen Kürt hareketinin dağılmaması ve Erdoğan’ın 2002’de AKP’yle siyasete görkemli dönüşü...

Cayan Generaller

Merkez ne olduğunu pek de anlamadı aslında. Ordu önce muhtıra-darbe türü eski müdahale yöntemini düşündü. Erdoğan’ın hapse gönderilmesine de karşı çıkan ABD ve AB bunu istemedi. Bunun yanı sıra eratın emirlere uymama tehlikesi, bir de Kürt coğrafyasında kontrol edilemez muhtemel gelişmeler generalleri caydırdı. Aslında AKP onlar için de yeni bir durumdu. Eskiden laik meslek sağ elitlerini rahatlıkla müdahaleyle değiştirebiliyorlardı. Sonuçta kendi sürdükleri siyasi aktörlerle MGK’yı kullanarak kuklaymışçasına oynuyorlardı. Ama şimdi patronuyla işçisiyle orta sınıfıyla kendi başına bir toplum olan bir sosyolojiyle karşılaştılar. Ordu vesayetli rejimde aradığını bulamayan dindar kitle AKP’ye yönelince TÜSİAD da köşeye sıkıştı.

Laik Merkez Sağ Sona Erdi

1980-2000 arasındaki Türkiye laik merkez sağ kitle partilerinin sahneye sürülüp sonra da ordu tarafından kah engellenerek kah kendi yetersizliklerinin sonucu olarak tasfiye oldukları bir süreçtir. Aslında Batı’ya ona ait değerleri içselleştirerek yakınlaşma dinamiği de iflas etmiştir. Zaten Alman Marshall Fonu’nun son anketi de toplumdaki bu eğilimi gözler önüne serdi. Dahası Türkiye’yi Avrupa analizinin dışında incelediler. AKP de görünürde demokratik manevralarla kendini konsolide etmeyi başardı ve merkez sağ ve hatta kurumsal MHP dışındaki seçmen tabanından önemli oylar çekmeyi bildi. Sonuçta Merkez, Trakya, Ege ve Akdeniz’e çekildi. Güneydoğu dışında kalan bölgeler de AKP hegemonyası altında kaldı. AKP bir sosyolojik harekettir ama Merkez içinde yer almıyor. Merkez içinde aile kavgaları olmuştur. Bu kavgalar bazen kurban da almıştır Menderes, Özal gibi. Ama öyle bir durum ki, ordunun kısa vadeli her başarısı aslında uzun vadede Batılı laik sosyolojinin yenilgisine basamak olduğu görülüyor. Artık sözünün geçtiği daha dar bir coğrafya vardır. AKP ile öyle laik merkez sağ partilerle olduğu gibi oynayamayacaklarını da rahatça söyleyebiliriz.

Kürt Coğrafyasında İki Parti

Kürt coğrafyasında da iki hareket yani AKP ve BDP kaldı. Bu da AKP’nin ordu tarafından ezilmesi halinde bölgede AKP’yi destekleyen kitlenin BDP’ye kayması veya en azından BDP lehine tarafsız kalması anlamına geliyor. Kaosu iyi okuyan İslamcı siyasetçiler Merkez’i büyük ölçüde bunun asker kanadının toplumda yol açtığı hayal kırıklığı ve antipati sayesinde geriletti. Bundan sonrası AKP’nin kendini daha konsolide edeceği politikalara yönelmesidir. Laik merkez sağ tabanını nasıl kendine çektiyse Kürt nüfusunun yarısı üzerinde etkisini koruyan BDP’nin tabanını da kendisine çekmeyi hedefleyecek. Zaten son dönemde özelikle BDP’ye karşı belirgin sertlikteki siyasi çizgisi bu kitleyi gerçekten saflarına çekme konusundaki iştahını ortaya koydu. Bitlis ve Bingöl’de başarılı da oldu. AKP artık Merkez’in eski tarz müdahaleleriyle durdurulamaz. Hiçbir laik merkez sağ parti bir takım muvazzaf ve emekli generallere bu kadar fazla baskı uygulayamazdı. Güçlü bir “kültür savaşçısı” olan AKP yine de etki sınırları belli bir sosyolojik harekettir. Alevilere ulaşamaz. “Hayır”ın güçlü olduğu illerde kuvvetlenemez. BDP’nin güçlü olduğu yerlerde sert direnişle karşılaşır.

Yeni Tarz-ı Siyaset

CHP bile bu muazzam basınç karşısında dönüşüm geçirmek zorunda kaldı. Şimdi laik merkez sağ sona erdiği için öncekilere benzemeyen hassas bir döneme giriliyor. Kürt hareketinin demokratik özerklik talebini resmi görüş olarak ilan etmesi, CHP'de liderliğin değişmesi, TÜSİAD’ın başında en militan demokratlardan bir kişiliğin olması, AKP’nin motivasyonu tabloyu biraz daha netleştirdi. Kürt meselesinde eylemsizlik sürecinde 9 PKK’lının öldürülmesi aslında ordunun savaşı ısıtıp bu yolla faşizan milliyetçiliği canlandırma isteğine dayanıyordu. Eğer silahlı eylemler geri gelirse bu, ordunun hareket alanını geliştirecek bir zemine yol açacak. O zaman demokratik özerklik gibi devletle pazarlığın söz konusu olacağı bir proje değil, ancak kopuşun şartlarının konuşulabileceği, epey de insan kaybının yaşanacağı bir sürecin başlaması söz konusu olur. Ancak AKP de Kürt hareketini tasfiye etmek için çok agresif davranırsa o zaman Kürt hareketi tabanını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktansa silah seçeneğine yönelir. Farklı bir tablo ancak Kürt hareketinin AKP’ye karşı laik güçlerle işbirliğine girmesi için TÜSİAD’ın ve CHP’nin BDP’yle temas kurmasıyla gerçekleşebilir. Bunun için ordunun TÜSİAD’ın razı olduğu Bask modeli tipi özerklik seçeneğine en azından sessiz kalması, CHP’nin de bu modeli kabul ederek BDP ile ittifak kurması, sosyalist solun buna destek vermesi gibi gerçekleşmesi mümkün ama kolay olmayan yeni bir tarz-ı siyaset oluşması gerekiyor. Bu olduğu takdirde Türkiye’de AKP’ninkine alternatif daha kapsamlı bir demokratikleşmenin yolu açılabileceğini düşünüyorum. En azından 1970’lerde güney Avrupa ve 1980’lerde Latin Amerika’daki demokratik dönüşümlerin Ortadoğu’da bir benzeri yaşanabilir. Bence genel siyasi ortam açısından da silahların konuşmasından önce demokrasi eksenli tek proje bu görünüyor. Fakat CHP’nin BDP’ye yaklaşması milliyetçi reaksiyonlar yüzünden bu partinin parçalanarak yeni laik merkez sağ ve de milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasına yol açarsa o zaman bu, Türk toplumunun ideolojik açıdan resmi olarak tanınan bir Kürt kimliğiyle bu topraklarda birlikte yaşamak istemediği anlamına gelir. İdeolojik olduğu için de bu fikir kısa sürede değişmez. O zaman bu mesele kimlik ve güvenlik sorunu haline geleceği için Kürtler açısından silah ve kopuş dışında seçenek kalmaz.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Üç Tarzı Siyasetin Referandum Notları

Ferhan Umruk

Referandumun evet oylarının bariz üstünlüğü ile sonuçlanması ile birlikte, anayasa değişikliklerinin kabulü veya reddinin hayati sonuçları olduğunda hemfikir olan evet-hayır bloklaşmasının muzafferleri geleceğin pembe tablosunu çizerken, mağluplar ise geleceğin karanlık tablosunu çizmekle meşguller.

Şimdi referandum sona erdiğine göre sakin kafayla yakın geçmişi de belirlediği gözlenen bu bloklaşmanın önümüze serdiği resmi okumak gerekiyor.

Renkli Kutuplaşmalar

İlk olarak, referandumda anayasa değişikliklerini destekleyenleri Başbakan Erdoğan’ın yardımıyla belirleyelim, 12 Eylül gecesi yaptığı teşekkür konuşmasında sıraladığı siyasi, ekonomik, kültürel, örgütler; Saadet,Partisi, Büyük Birlik Partisi, Hakpar, Bağımsız ülkücüler, Kürt aydınlar, Devrimci Solcu (düzeltelim,sosyalist) İşçi Partisi, Liberaller ve AKP. TOBB, Hak-İş, Memur-sen, destekleyen tüm STK’lar, Genç siviller ve okyanus ötesi (yani Fettulah Gülen).

İkinci olarak da hayır bloğunu sıralamayı yine bir referansla gözleyelim; CHP’den MHP’ye, Demokrat Parti’den Liberal Demokrat Parti’ye, TKP’den ÖDP’ye, Halkevleri’nden Tabipler Birliği’ne, DİSK’ten Mimar ve Mühendis Odaları’na, Alevi Bektaşi Federasyonu’ndan yöre derneklerine...*

Bu bloklaşmanın iki odağında da eksikler var ama kompozisyon zenginliğini verebilmesi bakımından yeterli gözüküyor. Bu listelerden ilkine Musiad’ı, ikincisine de her ne kadar sessiz kalmışsa da Tusiad ve TİSK’i ilave etmezsek esas sosyal aktörleri eksik bırakırız. Bu ikincisinin bir eksiği de devlet bürokrasisinin askeri ve sivil kesimidir. Askeri lojmanlardaki referandum sonuçları da bunu gösteriyor**

Bu kutuplaşmanın her iki kompozisyonunun da ortak ve kompleks sınıfsal özelliklere sahip olduğunu baştan tespit etmek gerekiyor. Her iki blokta burjuvazinin siyasi temsilciliğini üstlenen veya buna aday olan partiler yer alıyor, yine her iki blokta işçi sınıfının ve beyaz yakalı çalışanları temsil eden kamu emekçilerinin sendikaları, işçi sınıfının siyasi temsilciliğine aday sosyalist partiler, burjuvazinin ekonomik sözcülüğünü yapan dernek ve odalar, dini mezhepleri temsil eden gruplar ve örgütler neredeyse dengeli biçimde yer almış gözüküyorlar.

Dizilişin Karakteri

Referandum sürecinin su yüzüne çıkardığı sosyo-politik dizilişin karmaşıklığı karşısında sınıfsal analizin geçersizleştiği konusunda post-modernist düşüncenin bir kez daha haklılığı ileri sürülebilir. Ortaya çıkan manzaranın sathi okumasıyla yetinenler bakımından doğru gözüken bu tez yanlıştır. Zira bu tez sınıf mücadelesini yalnızca sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki mücadeleyle sınırlamaktadır. Toplumsal sınıfların gerçeği ise modern toplumun temel sınıfları olan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadeleyle sınırlı kalmaz bizatihi bu sınıfların kendi içindeki katmanların birbirleriyle sınıf içi çıkar çatışmalarına da konu olabilir. Bu tür sınıf içi çatışmanın öne çıkmasını ve başat hale gelebilmesinin yolunu açan da temel çelişkinin aktörlerinden birinin güç kaybetmesidir. Bugün Türkiye de işçi sınıfının siyasi bir aktör olarak zemin kaybına uğramış olması burjuvazinin ve onunla sembiyotik ilişki içinde olan üst sınıfların tüm ögelerinin(Askeri-Sivil bürokrasi) kendi içlerindeki güç mücadelesinin yolunu açmıştır. Aslında sınıf mücadelelerini analiz metodunu bize miras bırakan Marx’ın 18 Brumaier’ de yaptığı analizler sınıf mücadelesinin değişik kombinasyonlarını diyalektik maddeci metodla okumanın mükemmel bir örneğidir.

O halde bu referandumda da, yakın geçmişin sistem içi siyasi zemininde sertleşen mücadelesinde oluşan dizilişlerin hakiki sebebinin de sınıf mücadeleleri olduğunu söyleyebiliriz.

Toplumsal fay hatları

Kuşkusuz üst sınıflar kendi aralarindaki siyasi iktidar mücadelelerinde de kendi sınıf çıkarlarını çıplak bir biçimde dile getirerek toplumsal desteği elde edemeyeceklerini bilirler. Bu bakımdan var olan toplumun sosyal, kültürel, dini, etnik ve yaşam tarzı değerleriyle ilgili çelişkilerin üzerinden kendi hegemonyalarını sağlayacak toplumsal desteği bulmaya yönelirler.

Türkiye sistemin siyasi aktörlerinin toplumsal destek arayışlarına cevap verecek fay hatlarını yeterince barındırmaktadır. Modern yaşam tarzını benimsemiş kentliler ve kıyı toplumunun değerleriyle örtüşmeyen taşra ve kentleri çevreleyen taşra toplumunun muhafazakarlığı, buna eşlik eden mezhep gerilimlerinin Alevilik ve Sünni çoğunluk arasında süregitmesi, ilk elde belirtilecek fay hatlarıdır. Bu fay hatları da çıkar çatışması içindeki burjuvazinin yarattığı kutuplaşmanın zeminini oluşturuyor. Geleneksel kentli burjuvazi ile gelişen anadolu burjuvazisi kutuplaşıyor ve yukarıda belirtilen dizilişlerle toplumsal desteği kendi arkasında konsolide ediyor.

Yaşadığımız siyasi sürecin marxist dünya görüşünün süzgecinden geçirilmiş nesnel okuması sınıf mücadelesi penceresinden olması gerektiğine göre ele alınan veriler tartışılabilir ama metodun doğru olmadığı söylenemez. Bu ifade kuşkusuz kendini marxist olarak değerlendirenler için geçerlidir.

Onlar Çatışırken...

Üst sınıfların kendi içindeki çıkar mücadelelerinin yaratacağı çatlaklardan ezilenlerin fayda sağlamaları mümkündür. Sosyalist siyaset bu gerçekliği dikkate almamazlık edemez, ama sosyalistler siyasi taktiklerini bütünüyle bu çatlaklardan beklentiler üzerine kurduğunda ezilenlerin bağımsız siyasi seçeneğini yaratma imkanını da berheva edeceklerdir.

Başka bir seçenek varken, evet-hayır dizilişinde yerlerini alan sosyalistler halka, birinde AKP’nin diğerinde CHP iktidarının en azından ehveni şer olduğu işaretini isteseler de istemeseler de göndermektedirler. Hatırlanmalıdır ki esas olarak bu referandum Anayasa mahkemesi ve HSYK’nın üye seçimindeki değişikliği içeren iki maddesi için yapılmıştır. Muhalefet partileri olan CHP ve MHP bu iki madde dışında diğer maddelere itiraz etmemişlerdi. Referandumun temel meselesinin yargı üzerinde hegemonya mücadelesi olduğu gün gibi açıktı. Hukuk siyasetten bağımsız olmadığına göre emekçilerin ve ezilenlerin siyasete müdahale edecek gücünü yaratmadan, üst sınıf fraksiyonlarından hangisinin yargı üzerinde kuracağı hegemonyanın ezilenlerin çıkarlarını dikkate alacağı söylenebilir.

Kuşkusuz hiçbir sosyalist kitlesel bir desteğe sahip siyasi parti, cephe yaratılmasına karşı çıkmayacaktır. Karşı çıkmayacaktır ama bugüne kadar edindiğimiz tecrübe, var olan sosyalist partilerin bir bölümünün, onu bırakın bir kaç bağımsız adayla seçime giren küçük grupların esamesi okunmayan oylarla sol içi güç yarışında boğuldukları gerçeğidir.

Muhtemel Gelişmeler

Başka bir seçeneği yaratanlar boykot taktiğiyle siyasi gerçekliklerini de ispat etmiş oldular. Elbette bu hareketin temel gücünün Kürt hareketi olduğu tartışmasızdır. Bu başarının geleceğe yönelik iki muhtemel sonucu olabilir. Birincisi Kürt hareketinin Kürt halkının ana dil, demokratik özerklik gibi demokratik taleplerinin temsilcisi olarak meşrulaşmasıdır. Bu meşrulaşma Kürt halkının temel taleplerinin siyasi çözümüne karşı direnen milliyetçi,ulusalcı egemen sınıfların direncini kırarak onların çözüme rıza göstermelerine yol açar. Böyle bir sonuç süregiden savaşın etkisiyle milliyetçi-militarist odaklar tarafından pompalanan şovenizmle zihni bulanmış Türk emekçilerinin, ezilenlerinin bu prangadan kurtulmalarını sağlar. Sosyalistlerin siyasette güç kazanmalarına olumlu etkide bulunur.

İkinci muhtemel sonuç, referandumdan güçlenerek çıkan AKP’nin bugüne kadar Genel Kurmaya ve ulusalcı-laik ittifaka yüklediği milliyetçi-militarist basınçtan ötürü çözüme yönelemediğine ilişkin yerleşik kanaat, AKP çözüme yönelmeyip savaşı sürdürdüğü takdirde çöker ve AKP’nin hızla yıpranmasına yol açar. Böyle bir momentte ‘Türk’ sosyalist hareketi ve sistemin muhalif güçleri Kürt hareketinin yalnızca ‘ulusal’ ve ‘etnik’ bir hareket olmadığını bölgede devrimci dinamiği temsil ettiğini kavrarlar ortak mücadeleyi gerçekleştirecek inisiyatifi gösterirlerse niteliksel bir dönüşümün yolu da açılır.

Yaşadığımız süreç ve muhtemel gelişmeler,sosyalistlerin, sistem içi güç çatışmasının girdabına kapılmadan tüm ezilenlerin bağımsız siyasi gücünü inşa etmek üzere yoğunlaşmalarını gerektiriyor.

Ferhan Umruk

ferhanumruk@yahoo.com

15.09.2010

*http://www.turnusol.biz/public/makale.aspx?id=7508&pid=19&makale=Referandumun%20ard%FDndan%20sol

**14/09/2010 2:00 Radikal gazetesi

CAN GÜLERYÜZLÜ (Arşivi)

ANKARA - Başkent’te, askeri birliklerin yakınlarında bulunan seçim sandıklarında oy kullanan askerler, yüksek oranda ‘hayır’ oyu verdi.
Ankara’nın Mamak ilçesindeki muhabere tümeninde görev yapan askerlerin ikamet ettiği lojmanların içindeki Çiğiltepe İlköğretim Okulu’nda oy kullanan astsubay, subay ve aileleri yüzde 71 oranında ‘hayır’, yüzde 28 oranın da ‘evet’ dedi. 2 bin 82 seçmenin kayıtlığı olduğu Çiğiltepe İlköğretim Okulu’ndaki 5 sandıkta bin 619 oy kullanıldı; oyların 1143’ü ‘hayır’, 461’i ‘evet’ yönünde çıktı. Yüzde 1’lik oy oranına denk gelen 15 oy da geçersiz sayıldı. Çiğiltepe İlköğretim Okulu’nda sandığa gitmeme oranı ise yüzde 21 olarak gerçekleşti.
Ankara’nın
bir diğer büyük askeri birliğinin bulunduğu Etimesgut’taki askerler de ‘hayır’ yönünde oy kullandı. Etimesgut’ta havacıların görev yaptığı birlikteki askerler, ağırlıklı olarak Kadri Suya Bakan İlköğretim Okulu ve Sedat Celasun İlköğretim Okulu’ndaki sandıklarda oylarını kullandı. 6 bin 883 seçmenin kayıtlı iki okuldaki18 sandıkta 5 bin 278 kişi oy vermeye gitti. Geçerli oylardan 3 bin 613’ü (yüzde 69.08) ‘hayır’, bin 671’i (yüzde 30.92) ‘evet’ çıktı.

9 Eylül 2010 Perşembe

"Kızıl" Referandumla Yine "Halk Cephesi"

Yıldırım Onat

Türkiye’de bir partinin de ötesini temsil eden İslami bir hareket iktidarının sekizinci yılında anayasayı değiştirmeye kalktı ve seçmenlerin önüne “evet mi hayır mı?” sorusunu koydu. Malum çevreler tavırlarını ortaya net olarak koydu. “Laik” takım CHP, MHP, DSP, DP ve Ergenekon “hayır”ı tutumunu benimsedi. “İslamcı-muhafazakar” takım AKP, SP, BBP, Cemaat “evet” tavrını benimsedi. Dört sosyolojiden TÜSİAD renk vermez göründü ama AKP’yle çatıştığı için pozisyonu hükümet karşıtı oldu. Bu aktörlerin durumu belli. Tüm bu tartışmada bence esas dikkat çekici olan olan sosyalist solun önde gelen aktörlerinin bir bölümünün aldığı tutumlar oldu ki, maalesef sonu hayırlı bitmeyen bir geçmiş tekerrür etti. Şimdi karamsar mı olunmalı yoksa bu hal, zihniyetler dünyasında sistemik-tarihsel analize bir kanıt daha sağladı diye heyecan mı duyulmalı bilemiyorum doğrusu.

MERKEZE VE ERGENEKONA DESTEK
Sosyalist solun en kalabalık parti ve hareketleri ÖDP, TKP, EMEP ve Halkevleri’nin öncülüğünde pek çok hareket “hayır”ı savunarak sonuçları açıkça TÜSİAD ve ordunun oluşturduğu Merkez’le Ergenekon’a yarayacak bir tutumu sergileme hatasına düştüler. Geçmişte de başka bir ülkede böyle bir hata yapılmıştı. Bunun dışında sayıca daha az EDP, DSİP gibi sosyalist çevreler de “evet”i benimsedi. Onların bu hatasının da geçmişte örneği vardır. İçi boş evet-hayır oyununun dışında kalan sol hareketler ve sosyalistlerin her şeyden önce dürüst ve ilkeli bir tavır takındıklarını vurgulamak işte tam da bu akıl tutulmasının sosyalist solun büyük kısmında olan etkisi dikkate alındığında önemli. Bu anayasa paketi demokratikliğiyle pazarlandığı için önce oradan konuşmak lazım gelir.

KİM DAHA DEMOKRAT?
Bu anayasa paketinin TBMM Anayasa Komisyonu’nun 26 Mart 2010 tarihli oturumunda BDP’li komisyon üyesinin yüzde 3 seçim baraj önerisinin AKP’li komisyon üyesi tarafından “O zaman koalisyonlardan geçilmez” diye buyurmasıyla yanıtlandığı unutulmamalıdır. Kürt siyasi hareketi yüzde 5 yerine yüzde 3 demiştir. Nüansa dikkat etmeli. 2002’den önce muktedirler "Seçim barajı yüzde 7 olsa mı acaba" diye tartışıyorlardı. O zaman “evet”çi sosyalistler ve sol liberaller niye boykot tavrına saldırıyor? Demokrasi ne demek? Diğer yandan “hayır” için işi miting düzenlemeye vardıran sosyalist hareketler de AKP’nin söylemde şişirdiği ama uygulamada bilerek kıstığı demokratikleşme rotasını teşhir edip, bunu derinleştirici bir alternatif sunmak yerine sonuçta kendilerinin kaçınılmaz olarak boyun eğen olmak zorunda kalacakları “hayır” çizgisine destek olmuşlardır.

YİNE ÖNGÖRÜSÜZLÜK
AKP’den daha akıllı davranamadıkları için hatalıdırlar. AKP, Taksim’i Bir Mayıs’a açacak kadar ince bir hat izlerken, “hayır”cı sosyalistlerin bu kadar yüzeysel bir çizgi izleyip, Merkez ve Ergenekon’u amaçları hilafına destekleyerek, Kürt hareketini de yalnız bırakmaları sosyalizme tahribatı muazzam olan Stalinist öngörüsüzlüğün bu ortamda geri geldiğini gösterir. Oysa şu mevcut haliyle AKP'yi yargıya karşı güçlendiren bu anayasa paketine “hayır” derken, tüm bu felaketlerin birinci sorumlusu olan Merkez’e de payanda olmamanın yolunu bulabilirlerdi. Zor bir şey değildi.

ESKİ BİR DERS
Ama bu "hayır"cı hareketler 1930’da Almanya’da Alman Komünist Partisi Nazizmi ve Sosyal demokrasiyi nasıl okuduysa bugün de Türkiye konteksinde AKP, Merkez, Ergenekon ve Kürt hareketini de öyle okudu. Mesela 1931’de Weimar Almanyası’nın en büyük eyaleti Prusya’da hakim olan sosyal demokrat hükümeti düşürmek isteyen Naziler anayasadaki bir maddeyi kullanarak referanduma kalkıştığında, Alman Komünist Partisi’nin önce buna karşı dururken sonra sosyal demokratlara “Bizimle aynı cephede olmazsan referandumu destekleriz” dediğini hatırlamak iyi olur. Komünist parti sosyal demokratlardan ret yanıtı alınca da referanduma “kızıl” sıfatını ekleyip Nazilerle yan yana durması Leon Troçki’nin “Faşizme Karşı Mücadele” kitabında anlatılır. Referandum sonuçta reddedilmiştir ama bu manevranın solcu işçi kitlelerinde yarattığı tahribat Nazilerin zaferine bir basamak olmuştur.

TRAJEDİDEN KOMEDİYE KOMEDİDEN TRAJEDİYE
Bugün “hayır”cı sosyalistler de o eski hatayı tekrarlıyorlar. “Evet”çi sosyalistler de içi kof “Halk Cephesi” deneyimini bu kontekste tekrar ediyorlar. Halk Cephesi de geçmişte Stalinizmin faşizmi durdurmak için devrimci partileri kişiliksizleştirerek ilkesiz ittifaklarla sistem partilerine eklemesiydi. Hiçbir işe yaramamış, Fransa ve İspanya’da diktatörlüğü durduramamıştı. Sonuçta 12 Eylül referandumu aslında gerçek bir trajedi olan aslının, TÜSİAD’a “konsomatris” diyen İslamcı bir sendika lideri ile ülkenin en büyük gazetesini 25 yıl yönetmiş eski genel yayın yönetmeninin “hıyar yerine konduk” diyerek “hayır”ı savunduğu yazısının da gösterdiği gibi bir bulvar komedisine dönüşmüştür. Dramatik olan sosyalist solun büyük kesiminin bunu görmek istememesi ve bu komedinin bir parçası haline gelmeye karşı koyamamasıdır. Trajedileri komedilerin izlediği doğrudur. Ama komedileri trajedilerin izlediği gerçeği de maalesef en az önceki cümle kadar doğrudur.

8 Eylül 2010 Çarşamba

REFERANDUM

Hakkı Yükselen

Aslında sosyalist solun birçok unsuru, her ne kadar kendi konumlarını bazen abartılı bir özgüvenle ilan etse de, gerçekte bu konumlanışı karşı tarafta yer alan AKP, CHP, MHP, TSK, TUSİAD, MUSİAD, TUSKON, Cemaat, Ergenekon, darbeciler, Kürtler vs. güçlerle, yani negatif nedenlerle izah ediyor. Belli ki kimse bulunduğu yerden tam manasıyla memnun değil; en azından herkes küçük de olsa bir kayıt koyuyor! “Yetmez, ama...!” diyerek, “Kendi hayırımız!” veya “Başka bir hayır mümkün!” diyerek, bu arada da kendini aynı “kampta” bulunan diğerlerinden az veya çok ayırma ihtiyacını duyarak.

En azından “evetçiler”le “hayırcılar”ın durumu bu! Ancak bu durum “boykotçu” arkadaşların otomatikman en devrimci politik tutumu aldıkları ve “huzur” içinde oldukları anlamına gelmiyor. Çünkü aynı “kendisi olabilme” sorunu ve endişesi onlar içinde geçerli. En azından bir kısmı, kendilerini ilkelerin ardına saklanarak apolitik tutumlarını örtmeye çalışanlardan ayırmaya çalışıyor. Boykotçuların, tutumlarını izah ederken kullandıkları argümanlar ne olursa olsun, aslında bir kısmının “hayır”cı, bir kısmının da “evet”çi olduğu açık. Mesela boykotun ana gövdesini oluşturan Kürt ulusal hareketi kadrosunun ve kitlesinin büyük çoğunluğunun birtakım “sağlam demokratik vaatler” karşılığında en azından yakın zamana kadar “evet” diyebileceği biliniyordu. Ebedi ve ezeli boykotçuları, yani politikaya gerçek bir ilgisizlik duyanları saymazsak, “Boykot”un diğer kanadında ise başka şartlar altında rahatlıkla “hayır” diyebilecek bir kısım sosyalist var.

Devrimci sosyalizm açısından sıkı bir eleştiriyi gerektirse de, sosyalist bir önderliğe sahip olmayan bir ulusal hareketin önceliklerinin sınıfsal değil ulusal olması ve kendi ulusal çıkarlarına uygun pazarlık ve anlaşma imkânlarını ıskalamamaya çalışması (Bazen yanlış bir biçimde de olsa.); ezen ulus egemenleri arasındaki çelişkileri değerlendirmesi açısından anlaşılabilir bir durum. Ancak devletin tasfiye politikası, Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin anayasa değişikliğinde yer almaması ve bir nevi “ikili iktidar” anlamına gelecek “demokratik özerklik” ilanı ihtimali (Ki, pazarlık ve sadece tehdit konusu haline getirilmediği takdirde Kürt hareketinin “boykot” tavrını haklı kılabilecek tek devrimci gerekçedir.) önemli bir kısmını istemeyerek de olsa “evet” yerine “boykot”a götürecek.

Boykotçu sosyalistlere gelince, onlar da “normal şartlar” (bir bakıma “ideal” şartlar) altında tereddütsüz “hayır” diyecekleri bir anayasa değişikliğini, memleketin fiili durumu, burjuvazi içi çatışmada yer almama, var olan kamplaşmanın gerici niteliği, bağımsız bir emek alternatifinin yaratılması, önümüzdeki seçimler, CHP kuyrukçusu durumuna düşmeme, Kılıçdaroğlu’nun baştan çıkarıcılığı, Kürtlerin de boykota gitmesi, üçüncü bir cephenin kurulma imkânı, hükümete yönelik bir ABD-İsrail operasyonuna alet olmama, temiz kalma vb. çok sayıda nedenle boykot ediyorlar.

Oysa “normal şartlarda” mesela devrimci sosyalistlerin, 12 Eylül’den ve Özal’dan bu yana serbest piyasacılığın en acımasız ve tavizsiz uygulayıcısı olan; sendika, grev ve çalışma hayatına yönelik politikalarıyla işçi sınıfı mücadelesini fiilen imkânsız hale getiren, işçi eylemlerine karşı orantısız bir şiddete başvurmaktan çekinmeyen, bütün toplumu kuşatan, özelleştirmenin önündeki son yasal engelleri de kaldıran, Kürt ulusal hareketini tasfiye etmeyi hedefleyen, yürütmenin daha da güçlendiği otoriter bir başkanlık-yarı başkanlık sistemini inşa etmeyi amaçlayan işçi sınıfı düşmanı bir hükümetin, konumunu güçlendirmeyi hedefleyen anayasa değişikliği önerisine tereddütsüz “hayır” demesi gerekirdi. Kısacası bu kavga “bizim kavgamız”, şartlar da “normal şartlar” olsaydı, yani hükümete karşı mücadelenin sosyalistler açısından “ideal” ortamı oluşsaydı, bambaşka bir tutum almaları mümkündü.

Ancak belli ki ve kavga başkalarının kavgası, şartlar da “normal” veya “ideal” değil!

Sermayenin İç Mücadelesi

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Türkiye’deki sermaye içi mücadeleyi, tek bir boyutunu vurgulayarak, Batıcı laik- İslamcı sermayelerin kavgasına indirgemek geçmişte DP, AP, ANAP ve şimdi de AKP tarafından yapılanları, yapılmak istenenleri anlamamak; kimi sosyalistlerin “burjuva demokratik devriminin” işareti saydıkları meşhur TUSİAD raporlarının içerdiği talepleri kavrayamamak demektir. Politik olarak burjuvazinin “doğrudan” iktidarını hedefleyen ve “zamanın ruhuna” uygun biçimler alan ve asla devlet-sivil toplum çatışması anlamına gelmeyen bu mücadele, burjuva askeri-bürokratik vesayete karşı açık-gizli, kimi da zaman “sinsice” bir çizgi izlemiştir. Tek bir örnek bile yeter. Demirel, yüzde 52 küsur oyla kazandığı 1965 seçimlerinden başlayıp devrildiği 12 Mart Muhtırası’na kadar süren ilk iktidar döneminin neredeyse tamamını, kendisini sürekli silahla tehdit eden TSK’ya ve elini kolunu bağlayan yüksek yargıya karşı mücadele ederek geçirmiştir; hem de çok bildik suçlamalara maruz kalarak ve elbette “demokrasi” ve “millet iradesi” adına!

Söz konusu olan çok boyutlu, çok yönlü, değişen ittifaklarla şekillenen, politik temsil ilişkilerinin dönem dönem değiştiği karmaşık bir süreçtir.

Bütün bu “sınıf içi” mücadelelerin 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat dönemlerinde, toplumun diğer kesimlerini ve özellikle de emekçi sınıfları nasıl etkilediği açıktır.

Neyin Mücadelesi?

Yine çok açıktır ki, bizim dışımızda bir toplumsal mücadele yoktur, buna burjuvazinin iç mücadeleleri de dahildir. Unutulmaması gereken, burjuvazinin iç egemenlik kavgası, esas olarak emeğin sömürüsünden en büyük payı kimin alacağı, işçi sınıfını ezen hiyerarşinin tepesinde kimin oturacağı ile ilgilidir. Buna burjuva siyasi partilerinin büyük sermayeyi temsil mücadelesini, burjuvazinin politik mülkiyet kavgasını da ekleyebiliriz.

Bütün bunların sonuçları, doğrudan doğruya işçi ve emekçilerin bugünleri ve yarınları ile ilgilidir. AKP sadece İslami burjuvazinin değil, bütün burjuva düzeninin partisidir ve asıl mücadelesi bütün selefleri gibi işçi sınıfına karşıdır. Bunu defalarca kanıtlamıştır. Burjuvazi içi kavga toplumsal sonuçları itibariyle bizi yakından ilgilendiren, “taraftar” olarak yer almadığımız, ancak “tarafı” olduğumuz bir kavgadır.

Normal Şartlar Altında!

Mücadelenin “normal” ya da “ideal” şartlarına gelince. Önümüzdeki dönemde sorunlar, (çok uzun süredir olduğu gibi) TEKEL eylemi ve benzeri durumlar dışında, karşımıza büyük ihtimalle sınıfsal bir saflık, temizlik, soyutluk ve teorik mükemmellik düzeyinde çıkmayacaktır.

Burjuvazi içi çatışma iniş çıkışlar, geçici uzlaşma ve parlamalarla bir süre daha devam edecek ve henüz kestiremediğimiz bu süre içinde olayları en azından biçimsel olarak belirleyecektir. Böyle bir kavgada yerimiz olup olmadığı sorusu da sıklıkla karşımıza çıkacaktır.

Karşımıza çıkan somut sorunlar ve çatışma konuları, bazı istisnai durumlar dışında, büyük ihtimalle işçi mücadelelerinin, sosyalizmin ve devrimci mücadelenin sorunlarıyla “doğrudan” ilgili olmayacaktır. Üstelik çoğu zaman en mükemmel ve ideal halleriyle değil, bütün “çirkinlik” somutluk, hatta sıradanlıklarıyla karşımıza çıkacaklardır. Bu nedenle, ortalama insanlarca fark edilmeleri ya bir felaketin ardından ya da olaylar tarihe mal olduktan sonra mümkün olacaktır. Devrimci sosyalistlerin, mücadelelerini işçi sınıfı mücadelesi ile birleştirmeleri ve sınıfa siyasi bir bilinç ve gerçek bir program taşımaları ancak “Dolaylı” gibi görünen gelişmeleri fark etmeleri, gündeme almaları, kitlelerin bilinç düzeylerini doğru değerlendirmeleri ve egemen sınıflar arasındaki çatlaklardan faydalanmayı bilmeleriyle mümkündür.

“Hayır” Diyememek!

Ancak dünüyle, bugünüyle ve yarınıyla “hayır” denmesi gereken bir hükümetin sahte bir “demokratikleştirme” girişimine, “hayırcılar” arasında çok sayıda tescilli gericinin yer alması, bu hükümetin muhtemel alternatifinin CHP ve MHP olması (Belki; çünkü ne gibi kombinasyonlar çıkabileceğini o zaman göreceğiz!), emperyalist bir komplo kokusu duyulması, Kürtlerin “hayır” dememesi veya boykotun muhtemel bir (3.) cephenin tek yolu olabileceği gibi nedenlerle “hayır” dememek, diyememek bana doğru bir politik tavır olarak görünmüyor. Bu tür gerekçeler her yerden çıksa bile, Fransa’da Le Pen’cilerin ve çeşitli milliyetçi grupların da hayır oyu verdiği neoliberal Avrupa Birliği Anayasası’na “hayır” demekten çekinmeyen; Irak işgaline Saddam’la Amerika’nın savaşı gözüyle bakmadan Irak halkından yana taraf olmayı bilen; devrimci Marksistler içinden çıkmamalıdır.

Burada sorun, işçi sınıfının çıkarlarına aykırı olan ve tüm gerekçe ve sonuçlarıyla birlikte kesinlikle reddedilmesi gereken neoliberal, serbest piyasacı, kamu düşmanı bir gücün ortaya koyduğu anayasa anlayışının (sözünü ettiğim şey “paketle” sınırlı değil) bazı nedenlerle boykot edilmesi, yani somut gerçekliğe uzak durulmasıdır.

Somut Durumlar…

Eğer tutumumuzu “somut durumun somut tahlili”ne oturtuyorsak, o zaman var olan somut gerçekliği esas almalıyız. Bugün iktidarda olan CHP, MHP veya bilmem ne partisi değil, AKP’dir. Anayasa değişikliği ve referandum onun meydan okumasıdır. Bu parti, bu memlekette bugüne kadar görülmemiş bir “sivil” toplumsal (sadece politik değil) güç temelinde hüküm sürmektedir. Öznel amacı, var olan gücünü, kendi çizgisinin adeta “ebedi” iktidarını sağlayacak ölçüde etkili kılmak olsa da, nesnel olarak bütün büyük sermayeye hizmet etmektedir. (“Eserinin” kalıcılığı AKP iktidardan düştükten sonra da görülecektir.) AKP, bugüne kadar hiçbir burjuva partisinin sahip olmadığı bir güçle toplumun gözeneklerine nüfuz etmiştir. Çeşitli “sosyal ve ekonomik programlar” ve cemaat dayanışması yoluyla çok sayıda işçi, emekçi ve yoksulu da (hem de sendikaları ve diğer örgütleriyle birlikte) etkisi altına almıştır. AKP, bilinen nedenlerle, hiçbir burjuva partisinin (Buna MHP de dahil.) sahip olmadığı bir toplumsal, ekonomik ve politik örgütlenme yeteneğine ve sistem içinde diğerlerine nazaran “orantısız ve ezici bir güce” sahiptir. Bu nedenle AKP bugün için öncelikle mücadele edilmesi gereken sınıf düşmanıdır. Bu tespit “Cumhuriyet Mitingleri”ne, “Ergenekon” türü oluşumlara, ulusalcı-milliyetçi-Atatürkçü güçlere katılmamızı veya CHP ye oy vermemizi gerektirmez, (Hatta bunlardan kesinlikle uzak durmamızı, yanlışlıkla bile yaklaşmamamızı zorunlu kılar.) aksine gerçekten sınıf temelli bir mücadele anlayışını ve Kürt ulusal hareketiyle ilkeli bir ittifakı gerektirir.

Çatlaklar!

İşçi sınıfı hareketi ve sosyalistlerin bugünkü durumunda mücadelenin belirli bir güç kazanması, birçok görevin yerine getirilmesi ve doğru strateji ve isabetli taktiklerin yanı sıra, sistem içi “çatlakların” büyümesine, büyütülmesine de bağlıdır. Bu çatlaklar, çatışan burjuva güçlerden birinin aşırı güçlü olduğu durumlarda oluşmaz, çatışma yer yer sürüyor olsa da bunun adı hegemonyadır ve ortada gerçek bir iktidar alternatifi yoktur. Yararlanılabilecek genişlikteki çatlaklar, ancak çatışmalı bir güç dengelenmesi veya karşılıklı bir güç yetersizliği durumunda ortaya çıkabilir. Bu ise büyük güç sahibinin bu gücü ciddi oranda kaybetmeye başlaması, ancak sistem içi karşıtlarının güçlenseler de iktidarı alabilecek bir güce ulaşamaması ile mümkündür. Bu çatlakların varlığı işçi sınıfı hareketi ve sosyalistler açısından elbette otomatik bir başarıyı getirmez, hatta çoğu zaman darbeciler de dahil çeşitli burjuva güçler sosyalistlerden daha “uyanık” davranırlar. Ancak bu ihtimal dahi, sosyalistlerin bugün önde gelen görevlerinin AKP’nin “yenilmez” gibi görünen gücünün kırılması olduğu gerçeğini değiştirmez. (Aksi durumda işçi sınıfı iktidarı veya bir ikili iktidar durumuna kadar “daha beterinden” sakınmak için AKP ile “idare” etmemiz gerekecektir!) Bu gerçek her şeyden önce önümüzdeki çok kritik seçimlerin sonuçlarını ve rejimin gidişatını etkileyecek, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ve başkanlık sistemi niyetlerinin kaderini de belirleyecektir.

Kürt Hareketi ve Cephe

Kürt ulusal hareketiyle ittifak meselesine gelince. Bu, aynı zamanda bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını bütün sonuçlarıyla kayıtsız şartsız destekleme temelinde yerine getirilmesi gereken enternasyonalist bir görevdir. Ancak kendiliğinden bütün dertlerimizin dermanı değildir. İttifaklar “güçler” arasında yapılır. Kürt ulusal hareketinin sınıfsal niteliği nedeniyle sahip olduğu “geniş” ve “doğal” manevra alanı (hatta pazarlık payı) sosyalistler için söz konusu değildir. İşçi sınıfının durumu ve sosyalistlerin gücü hesaba katıldığında önümüzdeki seçimlerde mümkün olanın en iyi ihtimalle esas olarak Kürt kitlelerin gücü ve sayısı üzerinden yürüyebilecek bir seçim bloğu olduğu anlaşılır. (Elbette kurulmalıdır.) İttifak yapan güçler arasındaki bariz güç eşitsizliği, bazı sosyalist adaylar milletvekili seçilse bile ittifakın gerçek bir ittifak olmasını engeller. Bu şartlar altında boykotun sonucu yeni bir cephenin, mesela bir “Üçüncü Cephe”nin kurulması değil, bir kısım sosyalistin (Tabii, siyasi amaçları olanların) bugün Kürt hareketinin fiilen oluşturduğu üçüncü güce bir nevi “ilişmesi” olabilir Bu durumda, gerçekten ihtiyaç duyulan, sınıf öz örgütlenmeleri ve kitle örgütleri temelinde kurulabilecek, ezilen ulusun gerçekten saygı ve güven duyacağı bir birleşik emek cephesi sorunu çözülmüş olmayacaktır.

Sonrası…

Referandum, bir anayasa değişikliği oylamasıyla sınırlı olmaktan çıkalı çok oldu. Oylama, burjuva politik güçlerin ve kitlelerin gözünde AKP iktidarının dünü, bugünü ve yarınına ilişkin bir güven oylamasından başka bir anlam taşımıyor. AKP’nin seçimleri alıp bir kere daha iktidar olması, önümüzdeki dönemde bir dizi başka referandum anlamına gelecektir! Bu durumda sosyalistlerin daha şimdiden “başkanlık sistemi”ne ilişkin muhtemel bir referandumdaki tutumları üzerine düşünmeye başlamalarında fayda var! Malum, burjuvazinin çıkarlarına ilişkin her “kazanım”, biz oy versek de vermesek de, AKP’den sonra da başımıza bela olmaya devam edecektir…

5 Eylül 2010 Pazar

‘TÜRK’ SOSYALİST’İN BOYKOT TAVRINA KARŞI HIRÇINLAŞANLAR

Ferhan Umruk

Yazıya bu başlığı koyarken huzursuzluk duydum, zira bir sosyalistin kendini etnik kimliğiyle tanımlamasının eşyanın tabiatına aykırı olduğunu düşünürüm. Kuşkusuz sosyalist düşünceye sahip olan bir insan bu hayalinin sadece kendi bulunduğu coğrafyada değil ancak tüm dünyada gerçekleşmesi mümkün olan bir tasavvur olduğunu kuramsal olarak kavrayamamış olsa bile, dramatik 20. yüzyıl tarihinin tecrübesinden artık öğrenmiş olmalıdır. O halde Attila İlhan’ın kulağını çınlatalım onun iddia etmiş olduğu gibi sosyalizm Türk’e mündemiç olamayacağı gibi, yani ‘Türk’ sosyalizmi olamayacağı gibi, ‘İngiliz’ sosyalizmi veyahut ‘Kürt’ sosyalizmi, vb. mümkün değildir.

Başlığa Türk kelimesini koyarken onu tırnak içine almamın sebebi bundan ibarettir. Yazının bundan sonrasında sosyalist olarak kullanılan kelime ‘Türk’ sosyalistlerini ifade edeceğinden bu tırnaklı kelimeyi kullanmayacağım.

Sosyalizm evrensel bir dünya görüşü olduğuna göre sosyalist’in de buna uygun olarak karşılaşılan her somut duruma bu pencereden bakarak siyasi tavır alması gerekiyor. Ancak kısa süre sonra yapılacak olan referanduma ilişkin olarak sosyalist hareketin evet, hayır ve boykot olarak bölünmüş olması irdelenmeye değer bir durum olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.

Üç Tarzı Taktik

Ben daha önce referandumla ilgili tutumumu açıklayarak gerekçeleriyle birlikte boykotu desteklediğimi belirtmiştim. Ancak sorunun yani sosyalistlerin üç farklı tutuma yönelmiş olmalarının ve bu tutumların doğruluğunun tartışılmasının ötesinde değerlendirilmesinin gerekli olduğu kanaatindeyim. Zira bu farklı tutumlara sahip sosyalistlerin her cenahta bulunanlarının hatta boykot tavrı benimseyen kimilerinin dahi siyasi taktik sınırlarının ötesinde bir zihniyet sorunuyla malul olduğunu düşünmekteyim.

Sosyalistler anayasa değişiklikleriyle ilgili referandumdaki tutumlarının taktik düzeyde evet-hayır pozisyonunu almalarının gerekçelerini geçtiğimiz süre zarfında detaylı bir biçimde dile getirmiş bulunuyorlar. Evet diyen sosyalistler bu tutumun gerekçesi olarak bu değişikliklerin yetmeyeceğini ama askeri vesayetin geriletileceğini düşünürek savunmaktalar. Hayır diyen sosyalist çevreler ise anayasa değişikliğinin kabul edilmesinin, AKP’nin güç kazanması ve ardından başkanlık sisteminin gündeme geleceğini varsayarak ‘sivil vesayet’ in egemen olacağını ifade etmekteler.

Sorun bu çerçevede ele alındığında yapılan tartışma ve tutum belirlemelerin sistem içi bir niteliğe sahip olduğu açıktır, zaten bu tartışmanın özneleri de referandumun şu veya bu şekilde sonuçlanmasının sistem değişikliğine yol açacağı iddiasında bulunmuyorlar. Kuşkusuz sosyalistler siyasi tutumlarını, her somut durumda sistem içi olsa bile var olan seçenekler içinde kitlelerin kazanımlarının hangi seçenek dahilinde ilerletebileceğini dikkate alarak belirlerler. Buna eklenecek önemli bir faktör de sosyalistlerin bu seçeneklerin öncülüğünü üstlenebilecek siyasi güce sahip olup olmadıklarıdır. Günümüz koşullarında yapılan bu tartışma da evet-hayır ikileminde odaklanan sosyalistler sistemin iki siyasi aktörü AKP ve CHP-MHP çevresinde konsolide olmak zorunda kalmaktalar. Bu fiili bir durumdur, kuşkusuz sosyalist hareketin zaafiyetine işaret etmektedir.

Evet-hayır olarak bölünmüş sosyalistlerin taktik düzlemdeki bu farklılıkları referandumun sonuçlarının sistemin gidişatı bakımından niteliksel bir dönüşüme veya iddia edildiği gibi şu veya bu yönde ileride yapılacak niteliksel dönüşümlere yol açması spekülatif yorumlardan ibaret olduğundan çok da önemli görünmüyor.

Bir Referandum İronisi

Burada bir hatırlatma yapmak gerekiyor, biraz sonra değineceğim Murat Belge’nin boykot tavrı alan sosyalistlere yönelik hoyrat eleştisi bu hatırlatmayı da elzem kılmaktadır. 1987’de 12 Eylül cuntasının siyasetten men ettiği sistemin siyasi yasaklıların siyaset yapma haklarının verilip verilmemesinin referanduma sunulmasında Murat Belge’nin de içinde bulunduğu cenah demokrasinin gelişmesi argümanıyla siyasi yasakların kaldırılmasına destek oldular. Tamam oldular ama, 12 Eylül’ün esas mağdurları olan devrimciler siyasi yasaklı kalmaya devam ettiler, herhalde daha önemli olan da temel hakların referanduma sunulması gibi bir garabete suskun kalmaktı. Sistemin siyasi aktörleriyle sınırlı bir değişimin demokrasiyi geliştireceği iddiası ise tam anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı. Siyasi yasakları kalkan Demirel’de Ecevit’te 28 Şubat askeri müdahalesinin siyasi figüranı rolüne soyundular. Bu durum da yakın tarihin bir ironisi olarak kayıtlara geçti.

Hudutlar ve Enternasyonalizm

Evet-hayır bloklaşmasına dahil olan sosyalistlerin bu taktiklerinin doğru olup olmaması temel öneme sahip değil. Temel öneme sahip olan sistemin siyasi aktörlerinin çatışması dışında reel bir siyasi aktör olan Kürt hareketini dikkate almamaları veya bu bloklaşmanın esas olduğu ve Kürt hareketinin boykot tutumunun tali bir önem taşıdığını dışa vuran siyaset tarzlarıdır.

Bana kalırsa boykotu savunanlar içerisinde de başka bir biçimde Fırat’ın batısındaki Türk’ün ayrı Fırat’ın doğusundaki Kürt’ün ayrı tutum almasını meşrulaştıran hatta buna kapı açan sosyalistler de oldu. Veysi Sarısözen’in referandum sürecinin başında ortaya attığı tez olan sosyalistlerin evet-hayır pozisyonu alanlara Fırat’ın doğusunda boykotu destekleme çağrısı, var olan durumu kabullenme ve hudutlara dayalı mücadele, adını koyarsak entenasyonalizmi değil milli sosyalizmler zihniyetiyle örtüşmeyi önermekteydi. Bu çağrının elde ettiği tek başarı, eğer başarı kabul edilirse ‘yetmez ama evet’ pozisyonu alan DSİP’in Fırat’ın doğusunda boykotu destekleme tavrını açıklaması oldu.

Sosyalistlerin Kürt hareketini görmeyen veya coğrafi algıya dayalı politik tutumlarının Türkiyenin siyasi geleceğinin kilit sorunu olan Kürt sorununun çözümüne katkısı mümkün değildir.

Bunun iki nedeni var. Birincisi Kürt nüfus yalnızca Fıratın doğusunda yaşamıyor. Türkiye’nin özellikle batısında ki metropoller yoğun bir Kürt yerleşimi haline dönüşmüş bulunuyor. Sadece bir örnek durumu açıklamaya yetiyor, İstanbul dünyadaki en büyük Kürt şehri haline geldi. Dolayısıyla sosyolojik gerçeklik sosyalistlerin politik tutumlarının bu gerçekliği kavramasını gerektiriyor. İkinci neden sosyalistlerin buluşmak istedikleri emekçi kitlelerin zihnini bulandıran, onları şovenizme gericiliğe sürükleyen bu savaş sona ermedikçe istenilen amaca ulaşılamayacağı gerçeğidir.

Sosyalistler bakımından referandumda farklı tutum alan ve evet-hayır ikileminde buluşanların niteliksel olarak benzer zihniyetle hareket ettiklerini tespit etmek gerekiyor. Onlar Kürt hareketini varoldukları coğrafyanın dışında gördükleri gibi Kürtlerin temel demokratik taleplerinin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sosyal, kültürel, etnik tüm ezilenlerin taleplerinin önünün açılması ile alakasını görmezden geliyorlar. Böylelikle her sorunun ayrı yerde kompartımanlaşmasına neden oldukları gibi, ezilenlerin mücadelesinin ortaklaşmasına da katkıda bulunmamış oluyorlar.

Neden Hırçınlaşıyorlar?

Bu tartışmaların eriştiği düzey bakımından en dikkat çekici olanı ise laik-ulusalcı odağa karşı AKP’yi destekleyen veya hayırhah tutum alan liberal, sol-liberal yazarların boykotu destekleyen sosyalistlere karşı hırçınlaşarak sürdürdükleri saldırgan tutumdur. Onlar ‘Türk’ sosyalist’in Kürtleri desteklemesini zihniyet dünyalarına sığdıramadıklarını açığa vurmuş oldular. Bu bir bakıma sistem içi siyasete tıkanmış olanların başına gelmesi kaçınılmaz olan bir durum olarak da değerlendirilmelidir. Dün dillerine pelesenk olan laik-ulusalcı kesime yakıştırdıkları ‘Beyaz Türk’ tarifi destekledikleri odağın güç kazanması ile birlikte bumerang etkisiyle kendilerine yapışmaya başlamış bulunuyor. ‘Türk’ sosyalistin Kürt hareketinin politik tutumunu desteklemesini hafzalaları almıyor, doğal olarak da sistemin ‘Türk’ siyasi aktörlerinden birinin yanında yer almayı da gönül rahatlığıyla içlerine sindiriyorlar.

Bu sözünü ettiğim söylemi dile getirenlerden biri Emre Aköz, yazısının başlığında ki küçümseyici uslup zaten ezilenlerin mücadelesine yaklaşımını ele veriyor, başlık şöyle ‘ BDP ‘Evet’e dönerse ‘’Kürtçü ve boykotçu solcular ne yapacak’ yazısının devamında ‘Bunlar kendilerini Kürt hareketine endekslemiş durumda; ‘Madem BDP (ve elbette PKK) boykot yanlısı bizde boykotçuyuz...’ Artık üst sınıflar çatışmasında taraf olanların güç kazandığında mağdurun uslubundan muzafferin kibirine nasıl sıçradığını net olarak görmek zamanıdır. Söylem düne kadar ‘Askeri vesayet rejimine’ karşı mağdurun diliyken hızla muzafferin diline dönüşmüş bulunuyor. Ne denebilir? Bu zihniyete göre Güney Afrika’da apartheid rejime karşı siyahların mücadelesine kendisini endekslemiş! beyazlar da, ABD’de ırk ayrımına karşı siyahlarla birlikte olan beyazlarda makbul değillerdi.

Bir de Türk liberallerin toplumsal süreci okumalarındaki zaafın altı çizilmeli. Onlar Şerif Mardin’in siyaseti merkez ve çevre ayrımı üzerinden yaptığı analizin takipçiliğini yaparak, sınıf mücadelesinin belirleyici niteliğini dikkate almıyorlar. Sınıf mücadelesini dikkate almayınca da beklentileri olan BDP’nin evet’e dönmesinin engelinin bizatihi AKP olduğunu anlayamıyorlar. AKP’nin burjuva sınıfsal karakterini dikkate alsalar onun temsil ettiği anadolu muhafazakarlığının yarattığı burjuvazinin milliyetçi zihniyetinin kentli burjuvazi ve bürokrasinin milliyetçiliğinden aşağı kalır olmadığını görebilirlerdi. Bugüne kadar AKP’nin cumhuriyetin paradigması olan uluslaşmanın Türk-Sünni kimliğinde homojenleşme doğrultusunu değiştirecek somut bir adımı görülmedi. Yalnızca söyleme dolanan bir süründürme politikasından söz edilebilir.

Boykot tavrını alan sosyalisti kemalistlikle suçlayanlar kervanına katılanlardan biri de Murat Belge oldu. Konuyla ilgili yazılarında demokrasiye ve Avrupa Birliği standartlarına yaklaştıracak olan anayasa değişikliklerine evet dememenin anlamsızlığına değinip, şu ifadelerde bulunuyor;’ Kemalist darbeciyle Bolu’ya yolculuk yapmakta bir sakınca görmeyenler, sivil iktidarın 12 Eylül Anayasası’nda ciddi gedik açacak değişikliğini onaylamak üzere mahallelerindeki sandığa gitmeyi çok görüyorlar.Bu da, kimin kiminle akraba olduğunu çok net bir biçimde gösteren bir tablo.’ Bu sözler ne yazık ki ucuz polemiğin ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Murat Belge’de Kürt hareketinin boykotunda anlaşılır gerekçeler bulurken aynı Emre Aköz gibi sosyalist’in boykotunu anlayamamakta olduğunu da ifade ediyor. O farklı olarak doğrudan endekslenmekten söz etmemekle beraber 12 Eylül anayasasına açılacak gediğe boykotla katkı sağlamamanın zımnen endekslenme olacağını belirtmiş oluyor. Bu tutumların gösterdiği bir şey var, artık liberal, sol-liberal aydınlar sistemin siyasetinin içine gömülerek, bu problematiğin sınırlarında davranma vasatına sürüklenmiş görünüyorlar. Anayasa değişikliğinde Kürt halkının hiçbir demokratik talebine yer verilmemiş olmasının karşısında Kürt hareketinin boykot tavrını destekleyen sosyalistleri genetik mühendisliğine soyunarak toptancı bir biçimde kemalistlikle suçlamak da Murat Belge’ye nasip olacakmış demek ki.

Roller Değişebilir

Türkiye sosyo-politiğinin kilit sorunu olan Kürt meselesinin çözümü yaşadığımız momentte ne bu anayasa değişikliğine hayır diyerek varolan anayasayı korumakla ne de evet diyerek milliyetçi söylemini yükselten Başbakan Erdoğan’ın 2011’den sonra vaat ettiği yeni anayasayla mümkündür. Görülen odur ki dün demokrasi söylemini üstlenen CHP yerini AKP’ye bırakmıştı, bugün demokrasi söylemini üstlenen AKP’de yerini CHP’ye bırakacak gözüküyor. Bu böyledir, sistemin siyasi aktörleri alt sınıflar, ezilenler üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için zaman zaman da rol değişimine ihtiyaç duyarlar.

Egemenlerin hegemonyasını kırmanın, geriletmenin, demokratik hakları elde etmenin yolu ezilenlerin kendi özgüçlerine dayanarak yapacakları mücadeleden geçiyor.

Tarih Bilinci

Bu noktada tarih bilinci ezilenlerin yol göstericisi olmalıdır. Egemen sınıfların resmi tarihine karşı mağlupların kendi tarihlerine sahip çıkması, unutmaması gerekiyor. Hrant Dink Kürt hareketine seslenerek onları uyarır Ermenilerin yaşadıkları felaketin nedenlerine dikkat çekerdi. O daha çok büyük devletlerin oynadıkları rolün olumsuzluğuna işaret etmek için uyarılarda bulundu. Hrant’ın doğru yöntemini izleyip ezilenlerin penceresinden Ermenilerin yaşadıklarını tam 1 asır önce analiz eden Troçki’nin Türkiye’nin (Osmanlı'nın) parçalanması ve Ermeni sorunu makalesinde yazdıklarına bakalım; ‘Türkiye anayasası Ermeni ahaliye yeni umutlar verdi. Gerçi onlar için sadece durumun iyileşeceğine dair verilen vaatten başka elde edecekleri bir şey olmamasına rağmen, Ermenilerin, Abdülhamit mutlakıyetini kırmayı başaranlara (jöntürklere.çv) verdiği söze inançları güçlüydü. Öyle ki, hatta onbinlerce kurbana mal olmuş Adana olaylarını bile unuttular...en nüfuzlu Ermeni partisi olan Daşnaktsyutun bile Jön Türklerin İttihat ve Tarakki Partisi'yle formal bir anlaşmaya giderek anayasal rejimi ve yerel yönetim prensibinin uygulanmasını destekledi. Bu tutsaydı, bu gelişmenin ulusal kültürel otonomiye kadar gitmesi bekleniyordu...

Fakat, Türkiye’de her zaman olduğu gibi, ademimerkeziyetçilik kağıt üzerinde kaldı, verilen sözler boş laflardan başka bir işe yaramadı. Anayasanın sadece bir kılıf değişikliği olduğu, özün ise eskisi gibi kaldığı herkesçe görüldü. Sözü verilen hiçbir reformun hayata geçirilmemesi bir yana, geçen yıldan başlayarak sistematik bir şekilde Ermeni vilayetlerinde katliamlar başladı.’

Ezilenlerin tarihinin bize ilettiği notlar bunlardır. Bugün ne Kılıçdaroğlu’nun hayır çıkarsa yeni anayasa sözü, ne Erdoğan’ın evet çıkarsa yeni anayasa sözü ezilenlere bir yanıt teşkil ediyor. Bütün bu gerçekler, ezilenlerin egemenlerden bağımsız siyasi örgütlü gücünün varlığının ve somut kazanımlarının izlenmesi gerekli tek yol olduğunu gösteriyor.

Ferhan Umruk

ferhanumruk@yahoo.com

4 Eylül 2010 Cumartesi

12 EYLÜL ANAYASASINA DA AKP’NİN ANAYASA MAKYAJINA DA HAYIR!


Ahmet Doğançayır


12 Eylül rejiminin işleyişinin temel belgesi olan ve devamlılığını sağlayan mevcut Anayasa, Kenan Evren’in otoritesi altında 7 Kasım 1982’de referanduma sunulmuştu. 28 yıl aradan sonra, rejimin devamını ve işleyişini sağlayan düzenlemelerin esas olarak yerli yerinde durduğu makyaj paketine “hayır” denmesi gerekiyor. Üstelik bunu bir kısım çevrenin “demokrasi geliyor” haykırışları dikkate alınmadan söylenmesi gerekiyor.

Çünkü AKP’nin makyaj paketi 12 Eylül ile hesaplaşmıyor, tersine 12 Eylül’den, 12 Eylül’ün zihniyetinden güç alıyor. Paket, 12 Eylül Anayasası’nın içeriği muhafaza edilerek hazırlandı. Bu yüzden bu anayasa paketinin bir reformdan ziyade eski yemeğin ısıtılıp tekrar önümüze konması olarak görmeli, 12 Eylül anayasasına “hayır” demeliyiz.

Eğer referandumdan “evet” çıkarsa, bu durum iktidar tarafından emekçiler lehine daha güçlü ve daha kapsamlı bir anayasa değişikliği mücadelesinin önünü tıkamak için kullanılabilecektir. Uzunca bir süre “12 Eylül anayasasını değiştirdik” yalanı hâkim olacak ve siyasal iktidarın işçi sınıfına ve emekçi kesimlere uyguladığı baskıcı politikalar daha da güçlendirecektir. Bu ise işçi-emekçi ve sosyalistlere daha fazla saldırı demektir. Yani bizim bu anayasaya evet, hayır ya da boykot dememiz bizleri ilgilendiriyor.“Hayır” sonucunun “12 Eylül Anayasası’na devam” olarak yorumlanacağı iddiası ise tümüyle içi boş bir iddiadır. Oylanacak anayasa yeni bir anayasa değildir. Mevcut anayasanın elden geçirilmesi isteği doğrudan doğruya Türkiye burjuvazisinin ve emperyalist güçlerin talebidir. Bu paketin içinde yer alan Ekonomik Sosyal Konsey, Kamu Denetçiliği’ne benzer düzenlemeler gibi birçok anayasa değişikliği talebi burjuva güçlerinin “ortak” talepleridir. Bu çerçevede “Hayır” sonucu, yeni anayasa değişikliği girişiminde bu paketteki kısmi “gevşemelerin” biraz daha geliştirilmesinin yolunu açabilecektir.

Referandumda tadilat paketi oylanacak olsa bile aslında oylanan 12 Eylül Anayasası olacaktır. Zira sonuç itibarıyla oylanan 82 Anayasası’nın değişiklikleridir. Anayasa bir bütün olarak değişmemekte aksine güçlendirilmektedir. Referandumdan, değişiklikleri “evet” almış bir Anayasa’nın bir bütün olarak meşruiyeti de kuvvetlenecektir. Dolayısıyla mevcut Anayasa kalıcılaşacak, kısmi değişiklikler dışında köklü bir reform imkânını iyice azaltacaktır.

AMAÇLANAN NEDİR?

“Hayır” denmelidir, çünkü AKP’nin, Anayasa değişikliklerini demokrasi getirmek için yaptığı iddiasını kanıtlayacak bir tek ciddi veri yok. Üstelik yeni bir Anayasa yapmanın yolunu açmak yerine makyajla yetinmesi AKP’nin 12 Eylül Anayasası’na demokrasiden daha yakın olduğunun işareti. Demokrasi propagandası yapılmasına rağmen, işin rengi ortaya çıkıyor. Yeni bir Anayasa yerine, düzenlemelerin tercih edilmesi ve paketin sınırlılığı AKP’nin demokrasi konusunda iddialarını boşlukta bırakıyor ve altından demokratikleşme değil, burjuvazinin egemenlik alanlarını tahkim etmeye uygun düzenlemeler peşinde koşan faydacı bir anlayış çıkıyor. “Hayır” demeliyiz çünkü 82 Anayasası devletin/iktidar organının güçlendirilmesi üzerine kurulu 12 Eylül’ün temel mantığıyla biçimlendi. 12 Eylül toplumsal yaşamı tasarlarken otoriterliğin güç alacağı iki temel alan olarak siyasi partiler/seçim yasası ile bürokratik egemenlik aygıtlarını belirlemişti. Bu belirlemeye uygun olarak 12 Eylül partileri ve bürokrasi eliyle militarist otoriter rejim sürdü. AKP’nin paketi bu rejimi değiştirmiyor. Bürokratik egemenlik aygıtının kendisi korunuyor, sadece seçme usul ve esaslarında düzenlemeler yapıyor. YÖK örneğinin ortaya koyduğu gibi AKP, rejimin bürokratik egemenlik aygıtlarıyla sorun yaşamıyor. Bilakis burjuvazinin iktidarını, otoritesini sağlamlaştırmak için o yapılara yaslanıyor, onlardan güç alıyor. Gerçeklikte 12 Eylül "hukuku", yasama ve yargı karşısında yürütmenin mutlak egemenliğinin ifadesidir. Güçler ayrımı doktrini, 12 Eylül "hukuku" ile büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, yürütme mutlak bir güç haline getirilmiştir. 12 Eylül "Hukuku”nun yaptığı tek şey, mutlak yürütme gücünü hükümet ile cumhurbaşkanı arasında belli bir oranda dağıtmış olmasıdır. AKP'nin yeni anayasa arayışı ise, bu hükümet ile cumhurbaşkanı arasında dağılan mutlak yürütme gücünün tek bir kurumda (başbakan ya da cumhurbaşkanı) birleştirme ve belli ölçülerde genişletme isteğinin açığa çıkmasıdır. Başkanlık-yarı başkanlık sistemi tartışmalarının anayasa paketiyle beraber anılması tesadüf değildir. Atılan adımlar mevcut otoriteyi pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir. İktidarda olsalar aynı şekilde davranacak olan burjuva muhalefet partilerinin pakete muhalefetleri bu temel nedenden değildir.

Örneğin CHP, sürecin başından itibaren bu pakete ilişkin tüm muhalefetini HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısındaki değişikliklere ilişkin yaptı. Hatta CHP “bu ilgili maddeleri ayırsınlar geriye kalanlara biz de ‘evet’ oyu verelim” bile dedi. “evet” oyu verecekleri maddeler, esas olarak İşçi sınıfı ve ezilen kesimleri ilgilendiren sorunlardır. AKP’nin girişimleri ciddiye alınmalıdır; ancak bunu engellemek için bile dayanılması gereken güç devlet bürokrasisi, devlet kadroları değil, işçi sınıfı olmalıdır.

Burjuva kapitalist sistemde egemen güçler tarafından istenen Anayasal değişim isteği ya da girişimi, her durumda ezilen sömürülen sınıfların tabi oldukları ya da olacakları yeni bir kurallar ve normlar bütünlüğü ortaya çıkartır. Hukuksal olarak nasıl ifade edilirse edilsin, bu kurallar ve normlar, kesin olarak ezilen sınıfların, hak ve özgürlüklerini değil, burjuva kapitalist sisteme karşı yükümlülüklerini ve görevlerini saptar. Bu nedenle de, burjuva egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin bir aracı ve yansısı olan hukuk ve anayasa tartışmaları, öncelikle egemenlerin, yani yönetenlerin değil, yönetilenlerin kaderini belirler. Dolayısıyla İşçi sınıfı için 12 Eylül ile hesaplaşmak, onun koyduğu yasalarda birtakım değişiklikler yapılmasıyla sınırlı değildir. İşçi sınıfının bir bütün olarak sermaye düzeninden hesap sormak hedefi olmalıdır. Ancak açıktır ki, haklarına sahip çıkmadan, hakların elinden alınmasına karşı çıkmadan ve daha ileri talepleri için mücadele vermeden işçi sınıfı bu hedefine varamaz.

12 Eylül anayasasının toptan kaldırılması, Kürt sorununun Kürt halkının talepleri doğrultusunda çözülmesi, örgütlenmelerin önündeki her türlü engelin kaldırılması, kamu emekçilerine toplu sözleşmeyle birlikte grev hakkının verilmesi, toplanma ve basın özgürlüğü, seçim barajının kaldırılması, NATO ve emperyalizmle imzalanmış bütün askeri ve ekonomik anlaşmaların yırtıp atılması gibi talepler için mücadele sürmelidir.

12 Eylül Anayasası orasına, burasına yapılacak müdahalelerle demokratik bir nitelik kazanamaz. Bunun için AKP’nin değişiklik paketinin, Anayasa makyajının teşhiri gereklidir. Bu nedenle 12 Eylül Anayasası’nı meşrulaştıran, “Evet” e de, AKP karşısında rejim savunuculuğuna girişen, 12 Eylül rejimini temizlemeye çalışan CHP ve benzerlerinin“Hayır”ına da ‘’Hayır’’!

Elbette tüm bu talepler işçi sınıfı mücadelesinin nihai hedefi değildir. İşçi sınıfı kapitalist burjuva düzenin yıkılması, işçi demokrasisinin kurulması ve sosyalizme yürünmesi için mücadele etmelidir.

Artık bundan sonra Kürtlerin hesaba katılmadığı hiçbir seçim, hiçbir toplumsal değişiklik talebi, hiçbir diplomatik hamlenin başarılı olamayacağı görülüyor. Anayasa paketinde yer almayan Kürtlerin özgürlük taleplerinin Türk emekçilerinin taleplerini kapsayacak şekilde ifadesini bulması Kürt siyasetini Kürtlerin yaşadığı kentlerin dışına çıkartıp Türkiye hareketine dönüşmesinin yolunu açacaktır. Kürtlerin özgürlük taleplerinin Türk halkının ortak talebi haline gelmesi de AKP anayasası karşısında ezilen sömürülen sınıfların mücadelesinde azımsanmayacak bir aşamayı ifade edecektir.

REFERANDUMDA ‘’HAYIR’’AKP’Yİ ZAYIFLATACAK BİR SONUÇ ÇIKARMASI AÇISINDAN ÖNEMLİDİR!
AKP Süreci, bir genel seçime ve hatta cumhurbaşkanlığı seçimine de bağlanacağını, kendini ve uygulamalarını referandumda onaylatma süreci olarak da işlediğinin farkındadır. Bu yüzden de referandumda “evet” fazla çıkarsa AKP kazandığı güçle ve muhalefete göre avantajlı olarak seçim yarışına girecek ve bahsettiğimiz hedeflerin gerçekleştirilmesi açısından elini serbest bulacaktır. Aksinin gerçekleşmesi durumunda AKP seçime zayıflamış, kendi iç çatışmaların da artarak girmesine yol açacaktır. Bu, işçi sınıfının ve ezilen kesimlerin durumu açısından önemlidir. Çünkü sorunsuz bir biçimde iktidarını devam ettiren AKP iktidarının sona ermesi, yeni bir siyasi boşluk yaratacağından, sermaye güçlerinin hükümet kurma ve sistemi arzuları doğrultusunda yenileme isteklerini bir süre daha güçleştireceğinden, işçi sınıfı mücadelesinin ve gelişmesinin önünü açacak bir ilerlemeye yol açacak imkânları çoğaltabilecektir.
Bu yaklaşıma karşı “ HAYIR oyları AKP Yİ zayıflatır ancak MHP VE CHP Yİ GÜÇLENDİRİR?” demek yanlıştır. Bu politika dışına düşmüş bir bakış açısının ya da gündemi dışlayan bir anlayışının göstergesidir. Çünkü bugün için emekçilerin mücadelesinin önündeki engel AKP’nin güçlü biçimde iktidarda bulunuyor ve şimdilik Türkiye burjuvazisi ve Emperyalist merkezler tarafından destekleniyor olmasıdır. Tek bir atışla iki hedefin birden vurulacağını kimse iddia edemez. Dolayısıyla yapılması gereken öncelikli hedefe odaklanmak olmalıdır. Türkiye’nin işçi sınıfı ve emek güçleri için doğru seçenek; referandumdan, “12 EYLÜL ANAYASASI’NA DA ‘AKP MAKYAJINA’NA DA HAYIR” çıkmasıdır. Ve bu ‘’Hayır’ın’’hedefi AKP’nin bu referandumdan “yıpranmış” olarak çıkması, seçime bu yenilgi ile gitmek zorunda kalmasıdır.
BOYKOT TAKTİĞİ NİN ANLAMI

İşte, “boykot taktiği” de, mevcut şartlarda AKP’yi referandum sürecinden güçsüz çıkarma, AKP’nin seçime ‘’yenilgiyle’’ girme imkânını veremeyeceği nedeniyle de yanlıştır. Çünkü boykot oyları “yüksek çıksa” bile, belki oylama sonucunun geçerliliği üstüne tartışmalar yapılsa bile, geçerli olan sandıktan çıkacak “evet” ve “hayır” oyları belirleyici olacağı için AKP bunun üstünden toplumu ikna etme imkânı bulacaktır. “Boykot”, geçerli olan referandum sisteminde referanduma katılan seçmen sayısının belli bir kısmını oluştursa bile referandumun geçersiz sayılması gibi bir düzenlemenin olmaması nedeniyle sonuca hiçbir etkide bulunmayacak, sadece propaganda aracı olarak kalacaktır.
BDP’nin referandumdaki boykot tavrını da genel seçimlerde izleyecekleri çizgiyle ve politikalarıyla bağlantılı olarak görmek, anlaşılabilir bir değerlendirmedir ve Kürt hareketinin sakıncalarıyla birlikte boykot uygulayabilecek güçte olduklarına dair düşünceleri desteklenmelidir.

Ancak bu taktiğin Batı’da da sol muhalefet için gücünü ölçmek için uygun durumu ifade ettiğini ileri sürmek mümkün değil. Kürt bölgesinde ki boykot kararının sistem ile uzlaşmamak ve hatta pazarlık gücünü arttırma sonucunu verdiğini düşünebiliriz, buna karşılık ta batıda verilecek ‘’hayır’’ oyu mevcut iktidarla uzlaşmama sonucunu doğurur. Bu Kürtlerle Türkler arasında bir açı farkı yaratmaktan çok ikisini birleştirici bir nitelik taşır.

Boykot taktiği pasif bir taktik değil, işçi sınıfını ve ezilen kesimlerin mevcut rejimin sınırları dışına çıktığı ve iktidarı almayı hedeflediği duruma ilişkin bir taktiktir. Bugünkü şartlarda böyle bir durumun olmadığını dikkate alarak, bunun gereğini ve onları böyle bir duruma hazırlayacak hayır’ın propagandasını yapmak doğru davranış olacaktır.

Zira mevcut durumda karşılığı olmayan, dikkate alınmayan bir boykot çağrısı, boşlukta kalacak ve üstelik sınıfın mevcut örgütlülük ve mücadele düzeyi dikkate alınarak yapılacak bir teşhir imkânının elden kaçırılması anlamına gelecektir. Sürecin dışında kalarak yürütülecek bir siyasal kampanya çok daha kötüdür. Mevcut durum da çok ciddi bir siyasal boşluk oluşmuş durumda. Bu boşluğu dolduracak siyasal çizgi ve donanım ise mevcut. Gerekli olan kararlı, inatçı ve militan çalışma tarzını göstererek ‘’Hayır’ın’’ne anlam taşıdığını anlatmaktan geçiyor.