18 Ekim 2010 Pazartesi

AKP ve DSİP

Ferhan Umruk

Sosyalist hareket içerisinde giderek başta DSİP olmak üzere referandumda evet oyu kullanan sosyalistlerin AKP ile kaynaştıkları doğrultusunda yaygın bir kanaat oluşuyor.

Bu kanaatin evet oyu kullanan bütün sosyalistlere teşmil edilmesi doğru değil. Şundan doğru değil, nasıl hayır oyu çağrısı yapan sosyalistlerin bir bölümü esas olarak AKP’nin mevzi kazanarak neo-liberal politikaları tahkim etmesini engellemek güdüsüyle hareket etmişlerse, evet oyu çağrısı yapan sosyalistlerin bir bölümü de bu referandumu darbeciliği, militarizmi yenilgiye uğratmanın dönüm noktası olarak algıladılar. Askeri vesayet, sivil vesayet tartışmaları da ‘önce Kornilov, sonra Kerenski’ bolşevik taktiğinin uyarlanmasında Kornilov’un muktedir siyaset odaklarından hangi kimliği (AKP mi? Ulusalcı-Laik kamp mı?) temsil ettiği konusundaki ayrışma, politik olarak farklı tutumları su yüzüne çıkardı.

Birikim Ayrıştı

Bu referandumda ki ayrışma geleceğe yönelik solda kutuplaşmayı davet ediyor. Zaten davet hemen yapıldı, Birikim dergisinin baş yazarı Ömer Laçiner bunu şöyle deklare etti ‘Birikim, bu yeni baştan tanımlamanın “ortak bir eser” olması için anlayışı gereği özel bir çaba gösterdi. Her ne kadar artık apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla gördüğümüz bu mikro-dünyanın bileşenleri ile giderek uzlaşma noktalarımızın yok olduğunu fark etmekle birlikte, ortak tarihimiz ve mirasımız hatırına diyalog kanallarını daima açık tutmaya gayret eden bir dil ve tavır içinde olduk bugüne değin.

Ama iki sayı önce de belirttiğimiz gibi bunun, bu yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız. Bu, yalnızca bir zorunluluk değil ayrıca ahlaki bir yükümlülük, görevdir artık.

Önümüzdeki sayı bu görev başlayacaktır.’

Bir hatırlatma yapmadan geçemeyeceğim, 70 li yıllarda yayınlanmaya başlayan Birikim dergisi siyasi duruşunu Althuser’in görüşlerinden beslenerek sürdürdü ve onun Fransız Komünist Partisi ile olan uyumlu ama mesafeli ilişkisininin benzerini Dev-Yol hareketiyle kendisinin kurguladığı diyalogla şekillendirmeye gayret etti. Şimdi gelenekçi solla bağlarını koparacağını ilan eden Birikim dergisi on yıllar boyunca uluslararası işçi sınıfı hareketinin tarihinde en büyük kırılmayı teşkil eden ve yıkımın taşlarını döşeyen Stalin’in ‘Tek ülkede sosyalizm’ tezine karşı mücadele eden Troçki’nin tezlerini bir susuş kumkuması gibi görmezden geldi. En fazlasından da daha sonra Doğu Perinçek’e referans olacak, 90’ larda içinde oluşan anti-stalinist muhalefete karşı kullandığı ‘Troçki iktidar olsaydı aynı şeyleri yapardı’ sıradanlığının kapısını açtı. Birikim’in belki de stalinizmin bizim dünyamızdaki ağır hegemonyası dolayısıyla kapıldığı bu sinizme karşın muhtelif konularda tartışmayı zenginleştirici katkılarını elbette bir yana itmemek gerekir. Ancak biz bugüne kadar, çokça sözü edilen ve herhalde bırakın bizim mahallenin sosyalistlerinin tüm yeryüzünün sosyalistlerinin sorunu olan mutasavver sosyalist toplum üzerine yenilikçi düşüncenin kilidini açacak anahtarın tarifini Birikim dergisinden edinebilmiş değiliz. Sadece yenilikçi kelimesinin büyüsüyle yol alınamayacağı açıktır. Muhtevadan yoksun kavramlar üzerinden tartışmak ilerletici olamaz, anlamı da yoktur. Sahi, biz, kendi tanımlarına göre,Birikim dergisinin siyasi grup olmadığını bilirdik ancak Ömer Laçiner’ bu deklarasyonda kullandığı cümlelerdeki çoğul fiiller artık bir siyasi grupla tanıştığımızı gösteriyor sanırım.

Taktik ve Strateji

Şimdi bu ‘Önce Kornilov, sonra Kerenski’ formülasyonunun herşeyden önce bir taktik olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu taktik, kuşkusuz, somut şartların bir sonucu olarak aktüelleşebilir. Ancak siyasi taktikler konjoktürel karakterlidir. Yani taktik olarak o momentte ayrışmış olan siyasi hareketler başka bir siyasi momentte birleşebilirler, yeter ki bu tutumlarını siyasi anlamda bir strateji haline dönüştürmemiş olsunlar. İşte böylesi bir işaret varsa bu tartışma konusudur. Konuyu şeffaflaştıralım; Hayırcı sosyalistler stratejilerini CHP’nin iktidar olması üzerine mi kurmuşlardır? Evetçi sosyalistler stratejilerini AKP iktidarı üzerine mi kurmuşlardır? Yanıt verilmesi gerreken soru budur. Stratejik olarak bu kutuplaşmaya sürüklenen sosyalistlerin birbirlerine karşı yapacakları her eleştiri veya suçlama aynen kendilerine iade edilecektir. Bu kutuplaşmaya sürüklenenler karşı tarafa yapacakları suçlamaların aynadaki akisleriyle karşılaşacaklardır. Zira iki kutbun siyasi aktörü olan CHP’de AKP’de egemen sınıfın siyasi partileridir.

Tabii bu tartışmanın dramatik olan yanı Kornilov’un kim olduğu konusundaki hararetli tartışmalara ve diz boyu suçlamaların girdabına kapılan sosyalistlerin ortada bir Bolşevik parti olmadığının farkında olmamalarıdır.

Referandumda ‘yetmez ama evet’ kampanyasının başını çeken DSİP’in referandum sonuçlandığında Başbakan Erdoğan’dan teşekkür alması dikkatlerin üzerinde toplanmasına sebep oldu. Türkiye siyasi tarihinde sağ kanat siyasi bir partinin sosyalist bir partiyi kutlaması rastlanan bir vaka değildi. Böylelikle belki de bir ilk gerçekleşmiş oldu.

İki Damar

Türkiye sosyalist hareketi cumhuriyet tarihi boyunca şimdi burada tek tek ele alamayacağımız nedenlerle egemen sınıf partilerinin sınıf içi çelişkilerden dolayı yarattıkları kutuplaşmaların bir tarafının desteklenmesi doğrultusunda eğilim göstermiştir. Tek partili rejim süresince dönem dönem uğranılan tevkifatlara rağmen TKP tarafından CHP desteklenmiş, Demokrat partinin kuruluşunda bizzat ilişkilenilmiş ama balayı kısa sürerek yine tevkifatlarla karşılaşılmıştır. Sadece partiler değil askeri darbeler de sosyalistlerin gündem maddelerin de yerini almış, yaygın eğilimin prototipi olarak ele alınabilecek Hikmet Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs darbesini 2. Kuvayı Milliyeciğimiz olarak selamlaması, 12 Mart’ta başka biçimde yine tezahür etmiştir. Belki de 1970’ler sosyalistlerin büyük bölümünün CHP’yle alakalarının, dönemin özgün koşullarının katkısıyla en yoğun yaşandığı yıllardır.

Kuşkusuz sosyalistler bakımından tarihsel sürecin bütünüyle egemen sınıf kutuplaşmalarının uyduluğuyla karakterize olduğunu ifade etmek doğru olmaz. Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde milli bakiye sistemi ile 15 milletvekili kazanarak mecliste yer alması işçi sınıfının siyasi bir seçenek yaratma yolunda attığı adımı işaret ettiğinde, sistemin partileri CHP ve AP’nin işbirliği ile işçi sınıfının siyaset sahnesinden milli bakiye sistemi kaldırılarak tasfiye edilmesine tanık olundu. Aynı şekilde yenilgiye uğrayan 1971 devrimci yükselişi de resmi ideolojiden kopuşun mihenk taşıdır. Dolayısıyla bütün bu tarihi süreç sosyalist hareket için çelişkili bir dinamiği içersinde barındırır.

Eğer sosyalizm sistem dışı bir sol seçenek olarak tahayyül ediliyorsa, bunun yolu tarihsel geleneğin resmi ideolojiden kopuşuyla başlayan süreci sahiplenmek ve bu düşünceyi geliştirmek olmalıdır.

Sosyalist hareketin tarihsel süreç içersinde izlediği bu çizgiler dikkate alındığında sağcı bir partiyle olan alakalar bakımından sosyalistlerin bir bölümünün sağcı bir parti olan AKP’yle güncel politik merhalelerde buluşarak alakalanması bir ilk değildir. Demokrat partinin kuruluşu esnasında başlayan böylesi bir ilişki sosyalistler için sonu tevkifatlarla da bitse yaşanmıştı.

Türkiye’de yakın dönemde gerçekleşen bu siyasi ilişkilenmenin niteliği bir dönem italya’da Hrıstiyan demokratlarla Komünist parti arasında gerçekleştirilmek istenen tarihsel uzlaşma gibi bir formülasyona benzememektedir. Söz konusu olan iki kitle partisinin koalisyon formülü değildir. Sistem içi çatışmada AKP’nin politik pratiğiyle buluşan partilerden çatışmaya yüksek profille katılan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) ve bu çatışmada düşük profille yer alan Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) kitlesel desteğe sahip bulunmuyorlar.

AKP Güzergahı

Kendileri bir siyasi aktör olmadıkları için AKP güzergahında ilerleyip militarizmle mücadelenin başarıya ulaşacağını düşünen sosyalistler yakın dönem dikkate alındığında militarizmle, şovenizmle, milliyetçilikle, her türlü ayrımcılıkla mücadelede genel olarak görünüşte pozitif bir rol oynadılar. Faşist ve şovenist sağın yanı sıra ulusalcı sol-sosyalistlerin anti-emperyalizm yaftası altında Kürt düşmanlığını, sabetayizm paranoyasını, Ermeni düşmanlığını kışkırtmalarına karşı durdular. Ancak bu pozitif rolün sol liberal zemin üzerinden kurularak demokrasinin gelişimini fiilen AKP’nin misyonu olarak tanımlamaları ve maddi manevi müşevviki bu ilişki temelinden sağlayarak güç kazanma taktiğinin kendisi aynı zamanda kısıtlarını da yaratmaktadır. Kısıtlardan kastedilen bizatihi AKP’nin bir burjuva ve islamcı siyaset damarından doğan sistem partisi olmasıdır, bundan ötürü temsil ettiği sınıfsal çıkarlar bakımından işçi sınıfının kazanımlarına göz dikerek özelleştirmelerle, Tekel işçilerine olduğu gibi işten çıkarmalarla, sendikal örgütlenmeye karşı çıkardığı engellerle ve bir dizi baskıyla, bundan önceki hükümetlerin işçi haklarına yaptığı saldırıyı nöbeti devralarak sürdürmüştür. Kuşkusuz biliyoruz ki sol-liberallerin zihniyet dünyası bakımından sınıf mücadelesi arkaik bir meseledir, ancak onların algıladığı biçimde sınıf içeriğinden yoksun bir demokrasi tanımıyla hareket etsek bile alt sınıfların ekonomik ve sosyal hakları da demokrasi ajandasının kalemlerinden biridir.

AKP’nin yoksulları zihnen köleleştiren flantropist uygulamaları olan , kömür, gıda malzemesi yardımlarının yemek çadırlarının toplumu sürüklediği yerin demokrasi yönünde olduğu ileri sürülemez.

DSİP’inde eklemlendiği sol –iberal zemin bakımından sosyal eşitsizlikler demokrasi ajandalarında hissedilmiyor. Demokrasi ajandalarında yer alan maddelerin başında askeri vesayet ve militarizm yer alıyor, ulusal,etnik, dinsel ayrımcılıklar bunu takip ediyor.

İlk maddeden başlarsak askeri vesayetin tasfiye olması elbette demokratikleşme bakımından önemli bir adımı teşkil ediyor. Tabii sol liberallerin askeri vesayet rejiminin esas sınıfsal niteliğini gözlerden saklayarak, darbelerden sonra şimdi gülme sırası bizde diyen burjuvazinin rejimin bu biçimde oluşmasındaki rolü örtüldüğünde, onu sivil toplumdan, sınıflardan azade bir olgu olarak tanımlamaları hakikatle örtüşmüyor. Burjuvazinin siyasi temsilcisi AKP eliyle inşa etmek istedikleri yeni rejimde hükümetin inisiyatifini başat kılan dönüşümle beraber ordunun da niceliksek değil niteliksel olarak teknolojik yenilenmeyle vurucu gücünün artırılmasını şehvetli bir dille vazediyorlar. Bu bakımdan liberallerin izlediği yol vesayetin kalkarak seçilmişlerin yani parlamentonun iradesinin üzerinde bir gücün yani ordunun siyasi gücünün tasfiye edilmesini sağlıyor, ancak onlar siyasi gücü tasfiye edilen ordunun savaşkan gücünün artacağı propagandasıyla Hükümet inisiyatifi üzerinden militarizmin yoluna taş döşüyorlar. Dünün ‘Güçlü ordu, Güçlü Türkiye’ şiarı yerine ‘Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu’ şiarını önererek, sıralama değişirken militarist zihniyeti besleyecek davranıştan zerre kadar vazgeçmiyorlar. Türkiye’nin geçirdiği dönüşüm bu bakımdan formel bir dönüşüm olmaktan öteye geçmiyor, ulusalcı militarizmden, liberal militarizme doğru yelken açılıyor.

Ajandanın diğer maddelerinde retoriğin ötesinde somut hiç bir adım atılmıyor, Kürt halkının ana dilde eğitim talebine Başbakan resmi dil Türkçe eğitim dili Türkçedir cevabinı veriyor, KCK operasyonlarıyla binlerce Kürt siyasetçi tutuklanıyor. Alevilerin hiçbir talebi karşılanmamaya devam ediyor, Hrant Dink davası süründürülüyor, Ermenistan’la yapılan protokoller fiyaskoyla sonuçlanıyor, bunun gibi bir dizi sonucu olmayan açılımlar demokrasi hayallerini süslüyor. Bu toprağın muktedirleri tarihsel geleneğin kendilerine sunduğu pusulanın şaşmaz takipçisi olduklarını her aşamada ispat ediyorlar. Tanzimat reformlarında olduğu gibi dillerinden dökülen demokratikleşme sözleri hilafı hakikat ve her söz hakikatte kılıçlarının bilenmesi maksadıyla kullanılıyor.

DSİP’in Büktüğü Çubuk

Yaşadığımız süreç kısaca değerlendirildiğinde gördüğümüz fotoğraf bunları işaret ediyor. Peki bu fotoğrafın bize gösterdiklerine karşın DSİP’in siyasi eyleminde çubuğu neredeyse sonuna kadar AKP yönüne doğru bükmesi ne anlama geliyor?

Bu durumun DSİP’in siyasi oluşum süreciyle alakası var. 12 Eylül darbesi sonucunda Avrupaya giden sosyalistler Türkiye’de ki sosyalistlerin büyük çoğunluğu üzerinde varolan stalinist ideolojik hegemonyanın oralarda sönümlendiğini gördüler. Halbuki Türkiye’de 80 öncesi benim de dahil olduğum ‘Sürekli Devrim’ dergisi, sonrasında da ‘Tartışma Defterleri’ ve ‘İşçi Cephesi’ dergileri etrafında kümelenen Troçki’nin tezlerini referans alan devrimci marksist grupların cılız seslerinden başka ses duyulmuyordu. Vatan Partisi’nde tekil olarak Demir Küçükaydın’ın devrimci marksist geleneğe sahip çıkışı da sürecin eriştiği sınır oldu. Sosyalistlerin, Mehmet Ali Aybar’ın Stalin ve Lenin karşıtlığı üzerinden kuramsallaştırdığı sosyalizm anlayışını farklı bir kategori olarak değerlendirdiğini bu tasvire eklemek gerekiyor.

Daha sonra DSİP’i oluşturan çekirdeğini Kurtuluş kadrolarının teşkil ettiği İngiltere’de yerleşen grup burada Troçkist bir grup olan Tony Clif’in önderliğindeki SWP (Sosyalist İşçi Partisi) ile ilişkilenerek ideolojik dönüşüm yaşayıp stalinizmden koptular. Bu serüven hem ideolojik ve politik hem de formel yapılanmalarının zeminini oluşturdu. SWP’nin uvriyerist (işçicilik) eğilimi ve bu anlayıştan kaynaklanan İngiliz İşçi Partisi’ni işçi sınıfı partisi olarak değerlendirip her seçimde desteklemesini, işçi sınıfının desteğini sağlayan partiler olarak benzeştirdikleri SHP veya CHP yi desteklemeye tahvil ettiler, formel olarakta dergilerinin partilerinin adını benzeştirdiler. Kuşkusuz bu tür imitasyon eğiliminin Türkiye’de sadece DSİP’in bugünkü durumuna ve öncül gelişim sürecine özgü bir durum olmadığını belirtmeden geçmek haksızlık olur. Sosyalist hareket içerisinde siyasal oluşumların ekserisinde bu eğilim değişik ölçülerde rol oynar. Buna enternasyonalizmin bir biçimde karikatürleşmiş halleri de denilebilir.

12 Eylül sonrası sosyalist hareketin toparlanma adımlarının somut olarak su yüzüne çıkan ilk eylemliliği 1987 seçimlerinde bağımsız sosyalist adaylar kampanyası oldu. Bu kampanyanın temel amacı Cunta tarafından yasaklanmış olan sosyalizm kavramının toplumsal meşruiyet kazanmasını sağlamak ve bir seçenek olarak işçi sınıfının bağımsız siyasal partisi yolunda adım atmaktı, en azından bileşenler bu tartışmaya yönelmekteydi . O dönemde DSİP’in öncül oluşumu olan ‘İşçiler ve Politika Dergisi’ temsilcileri işçilerin oy verdiği parti olarak SHP’yi desteklemeyi kararlaştırdılar ama bu kampanyayı da şerhli olarak desteklediler. Burada altı çizilmesi gereken vaka, sistem partilerinin işçi sınıfından oy sağlamasının, sosyalistler tarafından destek verilmesine yeterli görülmesidir. DSİP’in öncül oluşumunun izlediği bu politika şimdi geldiği çizginin paradoksal aşamasıyla yakından alakalıdır.

DSİP’in seyir defterinin ilerleyen sayfaları bakımından şimdiki ideolojik-politik çizgisine ulaştıran başka bir liman da yine İngiltere kaynaklıdır. ABD’nin Irak işgali üzerine başlayan savaş karşıtı hareket iktidardaki İşçi Partisi’nin bizzat savaşta yer almasıyla İngiltere’de yükselişe geçti hareketin kitle tabanında yer alan müslümanlar eylemin sürekliliğinin dinamiğini teşkil ettiler. Sosyalist İşçi Partisi’nin ve bazı sosyalist örgütlerin de yer aldığı hareket ‘Respect’ koalisyonu olarak 2005 seçimlerine parti olarak katıldı. İşçi partisinden ayrılarak respect’e katılan Galloway milletvekili seçildi. Ancak giderek yalnızca müslümanlarla sınırlı kalan hareket bölündüğünden etkisini de hızla kaybetti. İşte DSİP’in Türkiye’de giderek siyasi islam damarından hareketlerle ve daha önemlisi AKP ile kurduğu alakaların esin kaynağını teşkil eden olgulardan biri de budur.

AKP ve İşçi Emekçiler

Artık ekranlarda pek sık zuhur eden DSİP sözcüsü Doğan Tarkan AKP’nin işçi ve emekçilerden oy alan bir parti olduğunun üzerine basarak yaptığı güzellemeyle post-uvriyerist bir tuhaflığı dile getiriyor. Gelinen bu noktanın sosyalist hareketin tarihi içinde yer alan uvriyerizm eleştirilerinin ötesine sosyalizm zemininin dışına kaydığını belirtmek gerekiyor. Zira uvriyerizm işçi sınıfı siyasetini yalnızca kendi çıkar ve talepleri üzerinden yürütmeyi önerirken, yakın dönem tarihi bakımından da hem örgütsel hem de kitle desteği bakımından işçi sınıfıyla bağları bulunan reformist, sosyal-demokrat partilerin bu niteliklerinden ötürü desteklenmeleri anlamına gelir. DSİP bu söylemiyle deyim yerindeyse kantarın topuzunu kaçırmakta, politik yelpazenin sağında yer alan burjuva partisi AKP’nin işçi ve emekçilerden oy aldığını dem vurarak asgarisinden imalarda bulunmaktadır. Burjuva partilerin yalnızca kendi sınıflarından oy almadıkları siyasetin ilksel bir gerçeğidir. Eğer öyle olsaydı toplumun azınlığını teşkil eden burjuva sınıfı siyaset sahnesinde ancak marjinal bir temsille yer alabilirdi, zaten böyle olsa sınıf mücadelesi bütün karmaşıklığından arınmış olduğundan politika gereksiz olur, hatta bu kavram doğmazdı bile. Dolayısıyla ideolojinin toplumsal sınıflar üzerindeki etkisini bir daha hatmetmeyi önermekten başka çare de gözükmüyor.

Analoji Riski

Öte yandan siyaset anolojilerle kurmak riskli işlerdir. DSİP’in de bağrında doğduğu Kurtuluş hareketi evvel zamanda bu işlere ‘şablonculuk’ nitelemesiyle karşı çıkardı. Her şey bir yana, İngiltere’de azınlık islami hareketle solun ilişki kurması ile yüzde 99 müslümanız sözünün eksik olmadığı Türkiye’de sosyalistlerin siyasi islamla ilişkisi aynı şey değildir. Hele bu ilişki siyasi islam damarından iktidar olan bir partiyle ilişkiyse bu telifi mümkün olmaz bir durumdur. Doğan Tarkan’da bu aykırı durumu kabullenirken sünni islamın egemenliğini Kemalist laiklikle bertaraf ederek şunları söylüyor ‘Müslümanlar burada azınlık değil elbet. Ama Müslümanlık, kemalist devletin "düşman" ve "tehlike" olarak gösterdiği, işçi sınıfını ve her tür muhalefeti bölmek için kullandığı en temel unsur’ http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:oD1HJIdquyAJ:www.birgun.net/research_index.php%3Fcategory_code%3D117240

Kullandığı dil bile dikkat çekici, Kemalist devletin kendi denetiminde bir islamı yaratmak üzere ve bunu da etnik temelli bir Türk-Sünni kimliği paradigması oluşturarak sürdürdüğü açık bir gerçektir. Müslüman kavramı kullanılırken bu kavramın ifade ettiği kimliğin Kemalist devlet denetimiyle olan çelişkilerine karşın hakim Türk-Sünni kimliği olarak azınlık inançlarını Alevileri, Hristiyanları, ve de dini inancı olmayanları, etnik kimlik olarak Türk olmayanları, Kürtleri, Ermenileri ötekileştirip ezdiği gerçeğinin atlanmaması gerekiyor. Şunu hatırlatmak gerekir gibi gözüküyor. Sosyalistler kuşkusuz her türlü mağduriyete uğrayanlarla birlikte olur ama esas olarak azınlıkta olanın en altta olanın taleplerini mücadelelerinin birinci gündem maddesine koyarlar. DSİP uzun süredir AKP’nin politik gündeminin yarattığı dalganın rüzgarına kapılmış görünüyor. Liberallerin kanalından beslenen bu gidişat onu solun kıyılarına doğru sürüklenmesine neden oluyor.

Vitrinin Dayanılmazlığı

Siyaset vitrininde kendisine açılan kapıları fütursuzca ve sosyalist etiğe özen göstermeden kullanıyor. Hükümetin psikolojik harp dairesine dönüşen Zaman gazetesi liderliğindeki basının SDP’li, Toplumsal Özgürlükçü sosyalistleri düzmece belgelerle Devrimci karargah örgütü mensubu olarak tutuklatmasına karşın, bu gazete sayfalarında tüm sosyalistlerin koyun olduğunu ilan ederek, Kürtlere ve sosyalistlere karşı kara propaganda yürüten bu gazeteye hiç bir eleştiri yöneltmeden bulunduğu mekanın meşrebine uygun sözler sarfediyor.

Bu tutumun evveli siyasi islama günümüz koşullarında asgarisinde hayırhah bir tutumla yaklaşmalarından kaynaklanıyor. Şöyle diyorlar;

Eğer bir gün, ister yakın ister uzak gelecekte, Fetullahçılar ya da başka bir güç iktidarı ele geçirip tüm topluma kendi düzenini dayatacaksa ona karşı sonuna kadar mücadele ederiz. Sosyalistler, ordunun değil işçi sınıfının ve halkın gücüne güvenirler. Biz devrim istiyoruz. Bugün verilen mücadelenin mutlaka düzen içi başka bir aktörün iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanacağını düşünmüyoruz.

http://www.marksist.org/haberler/1753-hayaletlere-degil-devlete-karsi-mucadele

Aslında şu yazdıklarının mürekkebi kurumadan o gelecek çok çabuk geldi gibi sanki...

Şimdi bütün medyada tartışılan Fethullah Gülen’in sözleri şunlar ‘“Bir insanın kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denmez. Teşvik edilen insanlar da, o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten olmayanlar yaptılar. Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer, adliyeye, istihbarata da girer, hariciyeye de...”

Bu kadar da değil 12 eylülde anayasa değişikliğinin kabul edilmesiyle demokrasiye adım atıldığını şöyle ifade ediyorlardı; ‘

12 Eylül referandumunda oylanan, mevcut askeri vesayet rejiminin devam edip etmeyeceğiydi. Halkın çoğunluğu, generallerin ve yargıçların değil, sivilllerin iktidarını istediğini gösterdi.

Yeni anayasanın mümkün olması, yargının yapısının değişmesine bağlı ve hiçbir güç halka rağmen eski yapının sürmesini sağlayamaz.

"Sivil dikta" endişesini yaymak isteyenler, askeri vesayetin zaten yıkıldığını söylüyor ve şimdi yeni tehlikeye karşı çıktıklarını ileri sürüyor. http://www.marksist.org/haberler/1863-asil-mucadele-simdi-basliyor

Sorunun askeri vesayetin yıkıldı mı yıkılmadı mı tartışması olmadığı rejimin otoriter karakterinin değiştirilmesi, demokratikleşmesi değil üst sınıfların ulusalcı-laik kutbuyla siyasi islamcı kutbunun hegemonya çatışması olduğu HSYK seçimleriyle de ortaya çıktı.

Üstelik bu gerçeği bizim gibi baştan beri süreci bu analiz doğrultusunda açıklayan biri değil de, bizzat adalet teşkilatında yer alan ve anayasa değişikliklerine evet oyu çağrısı yapan hakim ve savcıların Demokrat Yargı örgütü eşbaşkanı Orhan Ertekin DSİP’in sitesinde yer alan açıklamasında dile getiriyor bu gerçeği ve bu açıklama her bakımdan paradoksu da yanılgıyı da gözler önüne seriyor; seçim öncesi süreçte cemaate ve hükümete yakınlığıyla bilinen avukatların hakim ve savcıları etkilemeye çalıştığını ileri sürerek, "Yaklaşık 2 bin kişi sahada çalışıyor" dedi. Bakanlık bürokratlarının adaylığını, anayasa değişikliğinin ruhuna aykırı bulduğunu belirten Ertekin, şöyle konuştu:Ertekin ayrıca, 12 Eylül'deki referanduma kadar sivilleşme, demokratikleşme diyenlerin şimdi bürokratları eliyle bu sivilleşme ve demokratikleşme adımlarını boğmaya çalıştıklarını ifade etti.12 Eylül referandumunda seçmenlerin yüzde 58'i "evet" derken HSYK'nın oligarşik yapısının değişmesini istemişti. Kemalist bürokrasi yerine AKP'li bürokratların gelmesi ile HSYK'nın anti-demokratik yapısı korunuyor. http://www.marksist.org/haberler/2171-hsyk-secimleri-kemalistlerin-yerine-akpliler

Sahi bir analoji de şöyle yapılamaz mı? Ulusalcı-laik kutbun dayanılmaz çekiciliğine kapılıp cengaverliğine soyunan Doğu Perinçek’in sureti aksi olarak siyasal islamın da sosyalist bir cengavere mi ihtiyacı var?

Ferhan Umruk

ferhanumruk@yahoo.com

http://yalansz.blogspot.com/


Bu yazı yayınlandıktan kısa bir süre sonra uzun yıllardır tanıştığımız Saruhan Oluç'tan bir eleştiri geldi olguya dair bir hatayı işaret etti. yaklaşık 30 yıl önceki bir siyasi faaliyetle ilgili olduğu için aşağıda izleyeceğiniz yazışmada da şu an için göreceğiniz gibi olgular konusunda tam bir berraklık olmasa da Sosyalist İşçi'nin İngiltere'de olduğu gibi Türkiye'de de sosyal demokrat partileri destekleme tutumunun doğruluğunda Saruhan'la bir anlaşmazlığımız yok. Dolayısıyla yazının muhtevası doğruluğunu sürdürüyor.

Saruhan Oluç'la Benim yazışmalarım;

--- On Tue, 10/19/10, saruhan oluç wrote:


From: saruhan oluç

Subject: RE: AKP ve DSİP http://yalansz.blogspot.com/

To: ferhanumruk@yahoo.com

Date: Tuesday, October 19, 2010, 1:17 AM

Saruhan Oluç'un mesajı;


Ferhan selam,

yazını okudum. Madem tarih yazıyorsun, hiç olmazsa doğrusunu yazmanı beklerdim...İşçiler ve Politika Dergisi o dönemde 'Bağımsız Sosyalist Adaylar' kampanyasını destekledi. Adayımız Muteber Yıldırım'dı. Kampanyayı bizzat ben yürüttüm. Şahitleri Orhan Dilber ve Yunus Öztürk'tür... Hani yakından tanıyabileceğin kişiler olduğu için bu isimleri verdim. Ayrıca Sungur Savran ve Gülnur ile de konuşabilirsin. Sadece kampanyayı yürütmekle kalmadım, aynı zamanda ortak metinlerin yazılmasında da önemli bir katkım oldu. İşçiler Ve Politika o dönemde Londra'daki Sosyalist İşçi ile tamamen ters düştü. Türkiye'deki arkadaşlar ve cezaevindeki yoldaşlar 'Bağımsız Sosyalist Aday' kampanyasını desteklediler... Falan filan...Derdim DSİP değil, umurumda da değil... Benim büyük ölçüde katkım olan ve yönlendirdiğim süreçte yer alan İşçiler ve Politika hakkında doğru olmayan bilgilerin yayılması canımı sıktı sadece... Düzelt diye yazmıyorum, ama hiç olmazsa sen doğrusunu bil, bu da yeter... Malum blog'un adı yalansız ya...

Selam ve sevgiler...


Ferhan Umruk'un cevabı;


Date: Tue, 19 Oct 2010 02:03:55 -0700

From: ferhanumruk@yahoo.com

Subject: RE: AKP ve DSİP http://yalansz.blogspot.com/

To: saru74@hotmail.com


Merhaba Saruhan,

Şimdi bulunduğum yerde elimde belge yok ulaşamıyorum, İşçiler politika olarak hatırladım, ama gayet iyi hatırlıyorum o tarihteki bir seçimde belediye olabilir DSİP öncülü hareket şerhli olarak kampanyaya katıldı. Bunu senin de hatırlaman gerekir. Ben de bu kampanyaların yürütmesinde bulundum. İşçiler politika değil de başka bir adla olabilir, zaten sen de yanıtın da Londra'dan Sosyalist İşçi'nin bağımsız adayları desteklemediğini söylüyorsun.Dolayısıyla muhtevada değil, olguda hata var. Bana olguyu düzeltmek düşüyor. Ama kanaatimce yazımdaki eleştirinin doğruluğu senin S. İşçi'nin sosyal demokrat partiyi desteklediğini işaret etmenle kanıtlanmış oluyor.Bu eleştirini ve benim yanıtımı yalansız'a yazıya ek olarak koyacağım.

Emin ol, yalansızlık sürecek...

İçten Selamlar.


Flag this message

RE: AKP ve DSİP http://yalansz.blogspot.com/Tuesday, October 19, 2010 1:27 PM

From: "saruhan oluç" View contact details

To: ferhanumruk@yahoo.com


Saruhan Oluç'un tekrar cevabı;

Ferhan selam,


benim de yanımda şu anda belgeler yok, çünkü İstanbul dışındayım. Ama yanlış hatırlamıyorsam 'Bağımsız Sosyalist Adaylar' Kampanyası ilk ortak işti. Benim kast ettiğim o çalışma. Yerel seçimler de oldu. Ancak o dönemi tam detayıyla hatırlamıyorum. Belgelere bakmam lazım. Fakat o zaman adayımız yoktu sanıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, yine kampanyada yer aldık ama adaysızlıktan yeterli çalışma yapılmamış olabilir. Dediğim gibi bakmam gerek. Çünkü yerel seçim kampanya broşürü için de çalıştığımı hatırlıyorum. Tuhaf tartışmalar aklımdan çıkmamış. Yerel seçimden çok genel seçim talepleri içeren bir metindi...

İngiltere'deki arkadaşlarla seçimler konusunda hep farklı olduk. Onlar Labour Party benzeştirmesiyle SHP'yi desteklemek gerektiğini anlatıyorlardı, ama Türkiye'deki arkadaşlarımız bu yaklaşıma hep mesafeli durdular...

Tekrar selamlar...

4 Ekim 2010 Pazartesi

Referandum ve Ayrışma


Orhan Koçak

Referandumun öncesi ve sonrasında sol içinde “ayrışıyoruz, ayrıştık, bu da iyi oldu!” şeklinde tepkilerin yaygınlaştığı görüldü. Ayrıştığı varsayılan iki veya üç (?) taraftan da geliyordu bu tepkiler. “Evet mi hayır mı boykot mu” bahsinde bir ayrışmanın yaşandığı inkâr edilemez. Herkesin içi çok rahat mıdır kullandığı oy konusunda, bunu bilemem. Ama bir ayrışma varsa eğer, bunu ilan etmek için bu referandumu mu beklemek gerekiyordu? Başından beri, en azından 1990’lardan beri zaten ayrı hareket etmiyor muydu bu bağrışan taraflar? Kendileri de bilmiyor muydu tam böyle “ayrışacaklarını”? Ne var ki yükselen seslerin tizliği, haykırma ihtiyacı, tarafların, en azından bir kısmının, kendi aldıkları tavır konusunda aslında çok da rahat ve güvenli olmadıkları izlenimini veriyor. Öte yandan, ayrışmanın görünürdeki kesinliği, solda çeşitli kampların ortak paydası olan bir zavallılığın da üstünü örtmemeli. Marjinal kalmakla, “cirmi kadar yer yakmakla” sınırlı değil bu zavallılık. Ve zaten pek de marjinal kaldıkları söylenemez: her biri önemli oy yüzdelerinin parçaları oldular. Ve galiba hepsi de eklendikleri bu yüzde 58’lerle, 42’lerle vb övünüyorlar.

Zavallılık kısmen bu övünmenin kofluğuyla ilgili. Böyle bir eklenme sayesinde kendi konumunun zaaflarından sıyrılabileceğini sanmakla ilgili. Alınan tavırların (sadece “hayır” ve “boykot” oyunun değil, “evet” oyunun da) aktif değil, reaktif bir tavır olmasıyla ilgili. Bu noktaya döneceğim. Ama önce, referandum ve rakamlar konusunu da aşan bir zihinsizleşmeye dikkat çekmek istiyorum.

Tarafların sözcüleri birbirlerinin tavrını yanlış anlamakta, yanlış yorumlamakta ısrarlı göründüler (burada, şöyle ya da böyle solun parçası olan taraflardan söz ediyoruz). Bunların hepsi de yıllardan beri okuyup yazan (galiba daha çok ikincisi) ve 50’sini, 60’ını geçkin kişiler olduğuna göre, bireysel bir zekâsızlıktan söz etmenin fazla anlamı olmaz. Eskinin tatlı deyimiyle “objektif” bir çarpıtma zorunluluğuna, genel bir yanlış anlama ihtiyacına işaret etmek daha doğru olacak. Her birini, en az yirmi, otuz yıldır süren bir düşünme, inanma ve tavır alma süreci getirdi bu noktaya. Bu sürecin çeşitli noktalarında, “objektif” bir tarihsel gerçeklik de kazanmış bazı konumlarla özdeşleştiler. Bir kısmı “sosyalist sistemle”, onun çıkarlarıyla özdeşleşti – ve “duvarın” yıkılışından sonra da ya bu çöküşün inkârına bağladı kendini, ya da her türlü yeni duruma şüpheyle, sıkıntıyla, korkuyla bakan bir kımıltısızlığa yerleşti (TKP’li Metin Çulhaoğlu’nun bir süredir Birgün’de çıkan yazıları, bu “defansif” tavrın açık sözlü ifadesidir). Aralarında benim de yer aldığım çok daha küçük bir topluluk, “sosyalist sistemin” varolan gerçekliğiyle değil de “özüyle”, onu kurduğu varsayılan düşünsel iradeyle (“devrimci Marksizm”) özdeşleşmek istemişti; iradenin tarihsel sonucunu yine bu iradenin bozulmamış niyeti açısından eleştirmeye çabalıyordu (ama bu asalak varoluşun dışında özerk bir gerçeklik kazanamadığını ve duvarın kendi üzerine de çöktüğünü kabul etmekte güçlük çekiyor şimdi). Bir başka akım 70’li yıllarda dünya sosyalizmi içindeki bölünmelerin dışında kalmak (“Ho Şi Minh tavrı”) ve kendine daha “yerli” bir temel bulmak istemişti: uzun bir süre CHP’nin çevresinde ve içinde çalışarak bunu kısmen sağladı da. Ama “yerlilikle” özdeşleşmenin sonuçta ulusallıkla da özdeşleşmek anlamına gelebileceğini ya hâlâ anlamak istemiyor, ya da başından beri buna razı. (Bunların CHP ile ilişkisi, “devrimci Marksistlerin” reel-sosyalizmle ilişkisine benzetilebilir mi, tam emin değilim.) Yerel/ulusal dinamiklerden güç ve düşünsel motivasyon devşirmeye yönelen daha dağınık bir oluşum da vardı 70’lerden beri. Ama CHP’ye herhangi bir “ilerletici” misyon atfetmeyen bir yaklaşımdı bu; tam tersine, Kemalizmi “sivil toplumun” (ve hiç değilse bazıları için, “saf” bir sınıf mücadelesinin) açılmasının önündeki asıl engel olarak görüyordu. Dağınıklığına ve çapının darlığına rağmen sol içinden şiddetli bir tepki görmesi (özellikle 80’lerden sonra) bazı “yaralara” dokunmuş olduğunu gösterir.

Herkesin bildiği (ama her birinin de herhalde farklı terimlerle tarif edeceği) bu bölünmelere bir kez daha değinmemin sebebi, bu oluşumların belli bir programa, bir tarih okuma biçimine angaje olurken aynı zamanda belli “objektif” körlükler de edinmiş olduklarını vurgulamaktır. O programların kendi çıkarları, kendi devamlılık istekleri oluşmuştur: programı zora sokacak verileri “okumayı” reddetmektedirler. Karşılıklı yanlış anlama mecburiyeti buradan doğuyordur. Değindiğim sonuncu tavrın bazı tezahürlerinden başlayayım.

Ahmet Altan’ın ve Taraf gazetesinin “sol” sayılmadığını, hatta solun büyük kısmı tarafından asıl tehlikeli düşman sayıldığını bilmiyor değilim. Günlük gazetesinde Veysi Sarısözen’in Altan’a ve Taraf’a yönelttiği çok da sert olmayan eleştiriler son derece haklıdır. Özellikle referandumdan sonra bu gazetenin PKK’nin “sınır dışına çekildiğini” ilan etmesindeki işgüzarlık, telaş ve acelecilik, değindiğim çarpık okumanın mükemmel bir tezahürüdür: Kürt sorununu değil, ancak AKP’nin Kürt sorununu okuma biçimini okuyabiliyor Altan’ın programı; onu hafifçe daha özgürlükçü terimlere tercüme etmekle kalıyor. Altan’a bu çerçevede başvuruyorsam eğer, “sivil toplum” perspektifinin içindeki bir zaafı, bir tür zorunlu kayma ve çarpılmayı iyi örneklediği içindir, yoksa asıl tehlikeli düşman filan olduğundan değil. Tam da “PKK çekiliyor, demek referandum iyi oldu!” diye heyecanlandığı bir makalesinde (26 Eylül 2010) şöyle yazmış Altan: “Yeni bir Türkiye kuruyoruz. Seksen yıl tahakküm kuran ordu ve yargı, geriye, ait oldukları alana itiliyor. Onlar bundan sonra savunma hukukla uğraşacaklar, birer ideolojik aygıt olmaktan çıkacaklar.” Kim kuruyor veya 100-150 yıl önce farklı mıydı sorularını bir yana bırakalım, ama ordunun ve yargının “özlük alanları”, mesleki alanları, ideoloji dışı mıdır? Nötr, tarafsız bir alan mıdır? Bu kurumların sadece orada bulunmakla, kendi asli işlerini yapmakla bile asıl ideolojik işlevlerini yerine getirdikleri ne çabuk unutuluyor. “Geriye itilmeleri” iyidir, teşhir edilmeleri daha da iyidir – ama kaldırılmadıkları sürece her zaman orada olup iş görmeye (çatışmayı kimi zaman gizleyip kimi zaman da bastırmaya) devam edeceklerini görmek için mutlaka Althusser’in “devletin ideolojik aygıtlarına” dair yazılarını okumuş olmak mı gerekiyor?

Belki sadece okumuş olmak değil, unutmamış olmak da gerekiyor. Bir vakitler, 70’li yılların ikinci yarısında, en azından adamcağız karısını boğana kadar, Althusser’in düşüncelerinden de bir siyasal müdahale etkeni çıkarmaya yönelmiş bir oluşumun sözcülerinden Ömer Laçiner’in “evet-hayır” okumasındaki bir zaafa bakalım şimdi. Laçiner, vaktiyle M. Ali Aybar’ca öne sürülen “horlama” kavramına başvurduğu bir Birikim başyazısında (Ağustos-Eylül 2010) sosyalistlerin bir bölüğünün hayır oyu vermesinin bir sebebini şöyle anlatmış: “Kanımca bu noktada en önemli faktörlerden biri de, Türkiye sosyalist hareketinin bu ‘hayır’cı kesiminin, devletçi-bürokrat zümrenin avama –ve onun önde gelenleri olarak bezirganlardan türeme otantik Türkiye burjuvazisine– karşı duyduğu horlama duygusunu paylaşıyor olmasıdır. AKP’nin omurgasını oluşturan kesimi ‘burjuvazi’ diye adlandırmaktan imtina etmeye çalışmaları, bu kavramı onlara layık görmemelerinin bir sonucu gibidir.” Şu halde Laçiner’in programı, “sosyalistlerin” en azından bir kısmının, AKP’yi ve “omurgasını” tam da burjuva diye adlandırdıkları için o taraftan gelen herhangi bir “açılıma” onay veremeyeceği gerçeğini okuyamıyor. Bir kısmında “horlama” sözüyle açıklanacak bir tutum olabilir bu; sahiden TÜSİAD’ı MÜSİAD’a tercih ediyor olabilirler. Ama bir kısmını da “T” ile “M” arasındaki bu fark, tam da bu çekişme ihtimali, huzursuz ediyor olabilir: ikisini aynı kefeye koyma ihtiyacını duyuyor olabilirler. Bunca yıldan sonra, İdris Küçükömer’in karşıtlıklarının bir üstüne çıkıp, bu ihtiyacın kendisinin nasıl doğduğu, hangi zaaflardan türediği üzerinde durmak gerekmez mi? Böyle bir çaba, kapitalizmin genel ve yerel krizlerine rağmen süregidiyor olduğu gerçeğiyle uğraşmayı gerektirir: “otantik Türkiye burjuvazisi” fikrinin kapitalizme dünya ölçeğinde (Çin, Hindistan, Vietnam) yeni bir yaşama alanı açılmasıyla bir ilişkisinin olup olmadığı düşüncesi üzerinde çalışmayı gerektirir. “Otantik burjuvazi” gibi bir kavram öne süren bir sosyalist perspektifin, kendi önermesinin ürünü olarak ortaya çıkan şu türden bir kaygıyı ciddiye alması beklenir: “sahtesinin” miadı doldu, şimdi de “sahicisinin” faaliyetlerine mi katlanacağız? (Şüphesiz, bu kaygının onu dondurmasına, eleştirellikle ilgisi olmayan bir düşünsel kısırlığa hapsetmesine de izin vermemelidir.)

Yüzde 42’ye eklenen solcuların yanlış okuma ihtiyacına gelirsek… Referandumda “evet” oyu verecek herkesi “AKP destekçisi liboş” diye nitelerken görmeyi reddettikleri yaklaşım şuydu: “Kürt Açılımı” bahsinde AKP’nin sığındığı bahaneleri (ordu, yargı) elinden almak. Onu biryanda kendi geriliğiyle öte yanda Kürt halkının talepleri arasında bir tercih yapmaya, en azından bazı tavizlere zorlamak. Referandumdan önce en berrak biçimiyle Ahmet İnsel’in ortaya koyduğu bu yaklaşım “hayırcı” solun programı tarafından okunamıyordu. Bu reddin içerdiği düşünsel ve ahlaki çarpılmayı en iyi saptayanlardan biri, Radikal’de (25 Eylül 2010) Erkan Goloğlu’ydu (şair Akif Kurtuluş). Ondan aktarıyorum: “Referandumda hayır veren arkadaşlarımdan önemli bir kesiminde, kesif bir karamsarlık hakim. Bunlara ben, ‘Bir Şey Çıkmazcılar’ diyorum. ‘Evren’e suç duyurusuna katılalım tamam ama bir şey çıkmaz.’…Bir Şey Çıkmazcılar’ın bir kısmında ise bence daha yadırgatıcı bir hava var. Daha ortada referandum lafları yokken, 2009 yazında ‘Kürt Açılımı’ndan söz edilirken, bu arkadaşlarım, beni şaşırtacak ölçüde açılıma karşıydılar. Hatta yer yer milliyetçi feveranlarını bile duydum. Şaşırtıcıydı, çünkü hemen hepsi, yani aslında hepimiz diyeyim, halkların kardeşliği ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı laflarıyla büyümüştük. Bu açılımı AKP’nin yapamayacağına ilişkin esasen hiç de haksız sayılmayacak endişeler, AKP’nin bunu yapmaması gerektiğine dair umut ve beklentiye terk etti yerini. Habur’dan girişlerin ardından başlayan KCK operasyonu, açılıma kilit vurunca, bu arkadaşlarım sevinçlerini bile saklamadı. Hemen hepsi, AKP’nin Kürt meselesini yüzüne gözüne bulaştırmasından büyük bir memnuniyet duydu.”

Aktif değil, reaktif tavır derken kastettiğim tam da buydu. Enerjisini hasetten alıyordur böyle bir tavır: Kedinin uzanamadığı ciğere murdar demesi gibi, Goloğlu’nun hayırcı “arkadaşları” da kendi dışlarında gelişen her kımıltıya, her hareket ihtimaline, korku ve öfkeyle bakmaktadırlar. Ama her şey Goloğlu’nun tesbit ettiği bu kaymadan (yapamaz’dan yapmamalı’ya) ibaret de değil. Hayırcı solun içinde başından beri Kürt isyanına düşmanca yaklaşan güçlü bir “damar” da var. Yine Çulhaoğlu’ndan alacağım örneğimi (Birgün, 1 Ekim 2010). Referandumun ardından CHP’nin Kürt meselesinde eski katı inkârcılığını terk etmeye başlayacağı emarelerinden telaşa kapılan Çulhaoğlu şöyle yazmış: “AKP, referandumdaki hayırcıları CHP eliyle yumuşatma hesapları içindedir… Bu ülkede, AKP ile CHP el ele verdiğinde Kürt sorununun kalıcı biçimde çözülebileceğine, en yeni Anayasa ile ülkeye ileri demokrasi geleceğine inananlar bile vardır… Ama başkaları da vardır: Bu tür kozları yutmayacak olanlar… Bu ülkede, Kürt sorunundan, ‘ileri demokrasi’ özlemlerinden veya Anayasanın içeriğinden hareketle ülke ölçeğinde bir toplumsal muhalefet yaratmak mümkün değildir. Yapılması gereken, ülkeye musallat olan işbirlikçiliği, emek düşmanlığını, şovenizmi ve gericiliği başlıca hedef olarak karşısına alan bir toplumsal muhalefetin inşasıdır.” Şecaat arzederken… Kürt sorunundan “hareket etmeksizin” şovenizme karşı “ülke çapında” bir “toplumsal muhalefeti” nasıl “inşa” edeceksiniz? Batı sahillerini incitmemek için Doğu’nun sesini biraz kısmasını mı rica edeceksiniz? Eski TKP’nin de sık sık yaptığı gibi?

Boykotçulara gelince… Burada da reaktif tavrın izlerini görebiliriz. Boykutun farklı yorumları olduğunu biliyoruz. BDP kendi tavrının hem evet’ten hem de hayır’dan ayrı olduğunu vurgulamak için ciddi bir çaba gösterdi. İkisiyle de mesafesini korumaya çalıştı. Hatta hayırcılarla özdeşleşmeye yanaşmadığı için, ÖDP sözcüleri tarafından kınandı. Mesela Adnan Bostancıoğulu Birgün’de (20 Ağustos 2010) şöyle yazıyordu: “Bu anayasa referandumu, en basit ifadesiyle, AKP’nin başta 12 Eylül kurumları olmak üzere devletin bütün organlarında kesin bir hakimiyet kurma operasyonudur. Toplumun muhafazakârlaştırılmasına hız verilecek, neoliberal sermaye egemenliği güçlenecek, emek hareketinin yaşam alanı daha da daralacak… Referandumdan ‘evet’ çıkması halinde karşı karşıya kalacağımız bu muhtemel politik sonuçlar Kürt hareketinin umrunda değil.
Elbette kendi varoluşlarını doğrudan ilgilendiren ‘kimlik sorunu’nun her daim öncelik kazanması, Kürt hareketi açısından anlaşılabilir bir durum. Anlaşılmaz olan şu ki, bu yönde yürüttükleri mücadelede Türkiye’deki sosyalist hareketin, emekten yana güçlerin siyasi kaygılarını hiç dikkate almamaları... Oysa, yukarda bir kaç cümle ile özetlediğimiz bu kaygılar, esasen Kürt siyasetinin nasıl bir alana hapsedileceğini de tarif ediyor.
Kürt hareketinin bu tutumunun çok da yeni bir durum olduğu söylenemez. Ama son pazarlık bu ‘dikkate almama’ halinin artık hiçbir biçimde tevil edilemez bir noktaya geldiğini gösteriyor. Sınıftan kaçarak inşa edilen kimlik siyasetinin hakiki bir özgürlük mücadelesini de kapı dışarı ettiği görüldüğünde inşallah çok geç olmaz.” Bu cümleler, Kürt hareketinin en azından bu konuda ÖDP’yi ve müttefiklerini niçin “dikkate almadığını”, alamayac
ağını da gösteriyor.

BDP kendi tavrını hayır’dan da evet’ten de ayrıştırmak için epeyce çabaladı. Ama boykotçuların önemli bir bölümünün asıl kavgası “evetçilerleydi”. Niçin referandumu boykot edeceklerini açıklarken, aslında niçin evet demeyeceklerini anlatıyorlardı; “sol”un bazı kesimlerinin hayır tavrı hakkında herhangi bir şey söyledikleri görülmedi (Bkz. Radikal İki, 5 Eylül 2010). Referandumu boykot etmek, esas olarak evet dememek anlamına geliyordu bunlar için – hayır demek anlamına da gelip gelmediğini tam olarak anlatamadılar, çünkü bunu galiba kendileri de bilmiyorlardı. Böyle bir tavır da aktif değil, sadece reaktiftir: varlığınızı kendi dışınızdaki bir gelişmeye karşı gösterdiğiniz tepkiye borçlu olursunuz. Ve dolaylı yoldan, o gelişmenin yörüngesine girersiniz. Kendinizi ne olduğunuzla değil, ne olmadığınızla açıklamak durumunda kalırsınız. Güçsüzseniz böyle bir durum zaten bir parça kaçınılmazdır; ama bunu bir mecburiyet olarak görmek yerine bir tercih haline getirmeye de kalkıştığınızda kendi güçsüzlüğünüzün asıl sorumlusu haline gelmeye başlarsınız. Bakalım, on yıllardır süren o “Üçüncü Cephe” açma çabaları nereye varacak.