31 Mayıs 2010 Pazartesi

NEO LİBERALİZMİN KARANLIK YÜZÜ

Hakkı Yükselen
Bazı önemli istisnalar dışında sosyalist solun, AKP’ye ve sağı solu artık birbirine geçmiş liberalizme karşı mücadelesi, uzun yıllar boyunca esas olarak “emperyalizm-antiemperyalizm” ekseni üzerinden yürüdü. Bu, emperyalizmle ilişkileri açısından hükümete ve onun destekçisi liberalizme karşı mücadelenin elbette ihmal edilmemesi gereken bir boyutuydu. Ancak mücadelenin, sol cenahın bazı kadim hastalıklarının da etkisiyle tek boyutlu hale gelmesi ve kimi zaman “vatan elden gidiyor!” türü bir yurtseverliğe dönüşmesi, beklenenin tam tersi sonuçlar verdi. Bu topraklarda çoğu zaman açık veya örtülü bir sol Kemalizm biçiminde zuhur eden Stalinist-milliyetçi bakış açısıyla başka bir yere varmak imkânsızdı. Sonuç başarısız oldu. Nereye çekilse oraya giden, sınıfsal içeriğinden yoksun bir “emperyalizm-antiemperyalizm” tartışması, bırakın şoven milliyetçi bir histeriye kapılmış kitleleri (biraz da bu ruh hallerine oynayarak) sola çekmeyi, “genetik yatkınlığın” da etkisiyle o kitlelerin “dümen suyuna” girilmesine neden oldu.
Trajikomik Bir Durum!
Netice olarak, ortaya sadece acıklı değil, aynı zamanda komik bir durum çıktı.
Liberallerin dillerinin bunca uzamasının, alaycı üsluplarının, üst perdeden seslenişlerinin, “darbecilik-statükoculuk” suçlamalarının, hatta kimi zaman “devrim ve devrimcilik” üzerine akıllar vermelerinin nedeni budur.
Liberallerin, 80’li yıllarda sosyalist sol üzerinde giderek güçlenmeye başlayan nüfuzu, (sol liberalizm-sivil toplumculuk) solun edilgenliğinin, özellikle demokrasi, Kürt sorunu, enternasyonalizm, milliyetçilik vb. alanlardaki zaaf ve açıklarının da etkisiyle günümüzde genel bir hegemonya mücadelesine dönüşmüş durumda.
Elbette emperyalizmin iç ve dış bütün tezahürlerine karşı mücadele boynumuzun borcudur; buna liberal olanları da dahildir. Ancak ideolojik mücadelenin en büyük açmazı, yaygın milliyetçi ruh halinin ve zaafların da etkisiyle, liberallerle tartışmanın esas olarak “emperyalizm” gibi adeta çektikçe uzayan bir konuya hapsedilmesiydi. Bu şartlarda “emperyalizm”, solun zihninde her durumda hazır ve nazır bir kötü ruha dönüştüğü oranda saçmalaştı. Her saçmalık fobi kıvamında birer korkuya, her korku da liberallerin elindeki birer koza dönüştü. Bu sayede, evrensel sömürünün kurumları (AB vb.) neredeyse siyasi demokrasi ve barışçıl çözümlerin evrensel garantisi haline getirildi! “Sek” liberaller, “Çanakkale’de ne oldu ki?!” diye dalga geçtiklerinde içinde bazı sosyalistlerin de yer aldığı geniş bir sol kesimden, ciddi ciddi “Çanakkale geçilmez!” cevabını aldılar. Liberallerin hiçbir dediğine inanmayan sol, ulus devletin sonu geldi!’ iddiasına, nedense çok çabuk inanıp gerçekten paniğe kapıldı; politik çizgisini bu korkunun üzerine inşa etti, hem de kimi zaman en gerici biçimlerde.
Oysa devrimci sosyalizmin liberalizmle olan mücadelesinin temeli, “memleket bölünüyor-vatan elden gidiyor!” korkusuna değil, onunla “sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizm” konusundaki uzlaşmaz çelişkisine dayanır ve bu uzlaşmazlığın özü tamamen sınıfsaldır. Demokrasi, Kürt meselesi vb. diğer bütün konular bu temel çelişkiye tabidir. Liberalizmin devrimci sosyalizmle olan ideolojik-politik kavgasında belirleyici unsur, emperyalizmi inkâra dayanan o mahut emperyalizm yandaşlığı değil, “sınıf mücadelesinin inkârı ve devrim düşmanlığı”dır; emperyalizmin emperyalizm olmadığı iddiası, liberalizmin sınıfsal karakterinin zorunlu bir sonucudur. Sermayenin liberal kapı kollarına karşı asıl kavga bu cephede verilmelidir.
Tekrar edeyim; liberalizmin sosyalist harekete yönelik tasallut ve hegemonya girişimine karşı mücadele, artık ‘vatan-millet’ söylemi derecesine düşmüş pespaye bir “emperyalizm-antiemperyalizm” teorisi üzerinden değil, açık bir sınıf mücadelesi ve devrimin güncelliği anlayışı üzerinden verilebilir. Emperyalizmin esasında “tekelci kapitalizm”den başka bir şey olmadığı gerçeğinin geniş sol-sosyalist kesimler açısından kavranması ancak bu yolla mümkün olacaktır.
Sırası mı?
Devrim meselesinin “şimdilik” (veya ebediyyen!) güncelliğinin olmadığını söyleyerek tartışmaları daha “güncel” bir gerçekliğin sınırlarına çekmek isteyenler olabilir. Öyle ya, en azından uzunca bir süredir (neredeyse 20-30 yıldır!) öngörülebilir bir zaman dilimi içinde gündeme gelmesi mümkün görünmeyen bir konuda tartışmak, uzak geçmişin (birçokları için artık geçersiz) örneklerinin sıkça tekrarlandığı soyut bir tartışmadan başka bir şey değildi; haliyle de aşırı ölçüde ‘teorik’, ‘ilkesel’, hatta ‘ahlâki’ kalmaya mahkûmdu. 90’lı yıllardan itibaren özellikle Latin Amerika emekçilerinin zaman zaman iktidar değişikliklerine yol açan ayaklanmalarına, (Ekvador, Bolivya, Arjantin…) büyük çaplı kitlesel eylemlerine rağmen böyle düşünülüyordu. Malûm, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ve de dünya değişmekteydi… (Sanki “geçmişte” her şey aynı kalmakta veya dünya hiç kıpırdamadan durmaktaymış gibi!) Bu şartlar altında, daha en baştan “alternatifsiz” ilan edilmiş bir sisteme karşı direnmek anlamsız, hatta gerici bir tavırdan başka bir şey olamazdı! Aksini iddia eden “devrimci dinozorlar,” müstehzi bakışlı sağ ve sol liberallerin azar ve alaylarına maruz kalmaktaydı…
Değişen Dünya!
Gerçekten de dünya değişmektedir. Ancak sadece sosyalistler için değil, liberaller için de! Mesela liberallerin kapitalizmin büyük krizlerinin son bulduğunu, sınıf mücadelelerinin bittiğini, tarihin ve ulus devletlerin sonunun geldiğini ilan ederek “nihai zaferlerinin” tadını çıkardıkları dönem artık sona ermiş bulunuyor. Son büyük kriz, uzun zamandır aşınmaya devam eden liberal hurafelere öldürücü bir darbe indirdi. Neoliberalizmin önde gelen teolog ve tetikçilerinden eski FED (ABD Merkez Bankası) Başkanı Greenspean, 2008 krizinin başlangıcında, son nefesini vermek üzere olan insanların içtenliğiyle adeta günah çıkartarak “Kırk yıl boyunca inandığı her şeyin yıkıldığını” itiraf etmişti. Gerçekten de (neo)liberallerin, uzun bir dönem boyunca birçok solcuyu-sosyalisti de ikna etmeyi başardıkları tezler, tarihsel manada çok kısa sayılabilecek bir zaman süresi içinde çöktü; hem de ikinci defa. (Daha eskilerini saymazsak ilk iflas 1929 krizinde yaşandı; liberalizm, Keynesçiliğin iflasına kadar ‘yeraltına’ geçti!) “Küresel” kapitalizm, tarihinin en büyük ve doğal olarak en yaygın krizlerinden birini yaşıyor. Üstelik “ulus devlet” de sönüp gitmek veya yıkılmak bir yana, kimi zaman en ulusal haliyle ve de bildiğimiz tüm ekonomik ve siyasi fonksiyonları ile kapitalizmi bir kez daha kurtarma işine girişmiş durumda! Bu nedenle liberal teori bazı yönleriyle “sümen altı” edilmiştir! Yaklaşık son otuz yıldır neredeyse hiç kapanmayan o liberal ağızlardan, temel tezlerinin mantığına uygun olarak “Bırakınız yapsınlar, bırakınız çöksünler!” türü tutarlı bir ifadeye şahit olmuyoruz! (Zaten, ABD’deki trilyon dolarlık kurtarma paketi ve “devletleştirmeler” örneğinde olduğu gibi, “sosyalizm geliyor!” türü ultra liberal zırvalıkları da ciddiye alan yok.)
Kısacası bir dönem herkes için kapanmış ve yeni bir dönem başlamıştır…
Üstelik bu dönem belli ki tüm iniş ve çıkışlarına rağmen, öyle bin dereden su getirmeye gerek kalmadan çok daha doğrudan konuşabileceğimiz, epeyce “pratik” bir dönem olacaktır. Çünkü artık liberallerin işçi sınıfı düşmanlıkları, devrim karşıtlıkları, hatta karşı devrimcilikleri ve bazı durumlarda demokrasi (halkın yönetimi anlamında) nefretleri, sadece teorik değil, aynı zamana pratik bir meseledir! Hayatın gerçekleri, bizleri elbette teorik ciddiyet zahmetinden değil, ama bir alay soyut tartışmadan ve bin dereden su getirme zahmetinden kurtarıyor. Bu nedenle hayata ne kadar teşekkür etsek azdır! Gerçeğin her zaman devrimci olduğunu da bir kere daha hatırlayarak; aynen Yunanistan’da olduğu üzere…
Hem Nankör, Hem Milliyetçi, Üstelik de Zorba!
Amacım bir Yunanistan analizine girmek değil. Dikkati çekmek istediğim nokta, burjuva medyasında Yunanistan üzerine yazılar döktüren ve manşetler atan (neo)liberal çok bilmişlerin telaş, panik ve hezeyanları ve bunların altında yatan “tehlikeli” eğilimler. Liberalizmin devrimlere ve onun vazgeçilmez ön şartı olan kitlesel emekçi eylemlerine bakış açısını bu görüş ve manşetler açıkça ortaya koyuyor.
İşte birkaç örnek. Önce Taraf gazetesinin manşeti: “Antik Yunan Ulusalcılığı!”
Altta bir spot: “Ekonomisi dibe vuran ve 110 milyon avroluk yardımla ayakta kalmaya çalışan Yunanistan’da yüz binlerce işçi milli marş eşliğinde AB ve IMF karşıtı slogan attı!”
Gazete birinci sayfadan devam ediyor:
“‘Yan Gel Yat’ Dönemi Bitecek! AB ülkeleri içinde en yüksek emekli aylığı alan ve vergi kaçağında üst sıralarda bulunan Yunanistan’da hükümetin kemer sıkma politikası dün ülkeyi savaş alanına çevirdi. Parlamentoya girmeye çalışan işçilere polis müdahale edince kan aktı.”
Bir başlık daha, hem de bizim gerici medyanın toplumsal olayları ‘terör eylemi’ olarak sunma ustalığını da kullanarak:
“İHA’nın yayın aracını yaktılar! Ateşe verilen bankada hamile bir kadın ile iki kişi öldü. İhlas Haber Ajansı’nın canlı yayın aracını ateşe veren göstericiler, Yunan milli marşını söyleyerek önlerine gelen her şeyi yakıp yıktı. 110 milyar avro yardım aldıkları AB ve IMF yuhalandı…
İşte 6 Mayıs tarihli Taraf gazetesinin birinci sayfası. Yani o “demokrat” ve de ‘askeri vesayet karşıtı’ kisvenin altına saklanmış o bildiğimiz pespaye sağcı-gerici medya ağızları; Hani bir tek “Kahpe Yunan Kudurdu!” demediği kalmış.
İkinci örnek, Milliyet’ten, Aslı Aydıntaşbaş’ın kendini artık devrim falan olmayacağına inandırmaya çalıştığı 1 Mayıs izlenimlerini anlatan yazısının ardından kaleme aldığı 6 Mayıs tarihli ‘Atın Yunanistan’ı Avrupa’dan başlıklı makalesi. “Hanımefendi yazarımız”, Yunanistanlı emekçilerin, yıllardır bütün şiddeti ile süren serbest piyasacı “reform” terörüne karşın korumayı başardıkları ekonomik-sosyal kazanımlarını savunmak için başkaldırmaları nedeniyle en “edepsiz” (hatta ırkçı) tavrını takınıp onları “Kırgızlar” (yani Asyalı barbarlar!) gibi davranmakla suçluyor. Üstelik de PASOK tarafından onlarca yıl boyunca Avrupa hibeleriyle yürütülen bir nevi ‘sovyet modeli’ (tabii benzeri) sayesinde, hiç üretip çalışmadan, AB’nin paralarını yiyip Alman şoförlerin ve de İngiliz çiftçilerinin finansmanı (Yani bir nevi “tüyü bitmemiş yetim” parası!) sayesinde yan gelip yattıklarını ve buna rağmen şikâyet ettiklerini de eklemeyi ihmal etmeden. Oysa Aslı hanıma göre Yunanlılar “kendilerine çeki düzen vermemiş olmanın” bedelini ödüyorlar. Ancak buna rağmen “Utanç içinde başlarını öne eğip ‘Yedik içtik, yıllardır Avrupa parasıyla dev bir kamu sektörünü yolsuzluk ve üretimsizlikle şişirdik’ diyeceklerine, hiddetlenip yakıp yıkıyorlar…”
Yazarımız “şımarık Yunanlılara” haddini bildirdikten sonra Nazım’ın ‘Koyun gibisin kardeşim!’ dizelerini adeta tersten okuyarak bir de Türkiye güzellemesine girişiyor. “İşsizlik ve açlığın Yunanistan’dan kat kat fazla olduğu bir ülkede yaşayan; doğusundan batısına yoksulluktan, kemer sıkmalardan, enflasyondan, terörden çok çeken, ancak bütün bunlara Anadolu’nun o kanaatkâr ve sabırlı ruhuyla katlanan; kıt kanaat geçinse de çalışıp üreten; çocuklarını bin bir fedakârlıkla okutan” adeta “kuzuların sessizliği” içindeki halka övgüler düzüyor. Çünkü yazara göre bizler, “Müslüman Kalvenistleriz. Fransızlar gibi dır dır, İspanyollar gibi âlem, Yunanlılar gibi vıdı vıdı, yapmaktansa, Almanlar gibi ilerliyoruz adım adım...”
Sonunda da “Sıramızı bekleyip sandığa gidip sessizce oyumuzu atıyoruz.” (Buyrun liberal demokrasiye!)
İşte budur. Kendini tam da Türkiye’de devrim falan olmayacağına inandırmışken, beş gün sonra komşuda olup bitenler karşısında sinirleri bozulan hassas bir liberalin öfkeli ruh hali! (Gerçi bu övgüye layık “Müslüman köylü Kalvenizmi,” Çetin Altan’ın o “etli, şaraplı, kadın kahkahalı sofralar” hayaliyle pek uyuşmuyor, ama olsun, birilerinin öyle yaşayabilmesi için çoğunluğun böyle yaşaması şart!)
Bu liberal hanıma, toplumların çıkarları birbiriyle çelişen sınıflardan meydana geldiği; tarihsel gelişimin temelinde devletle sivil toplum arasındaki mücadelenin değil de sınıf mücadelelerinin yattığı; bütün Çinliler nasıl birbirine benzemezse, bütün Türk ve Yunanlıların da birbirinin aynı olmadığı gerçeğine gözlerini neden kapadığını sormanın belli ki bir faydası yok. O nedenle sadece, aynı tarihli milliyet gazetesinin ekonomi sayfasında yer alan Atina’daki çatışma fotoğraflarının hemen altındaki o koskoca “ZENGİNLER LONDRA’DA!” başlığını hatırlatmakla yetinelim. Belli ki Aslı hanım, bu haberi görmemiş veya görmezden gelmiş. Oysa haberde paralarını kurtarmak ve sağlam bir limana sığınmak isteyen Yunanlı zenginlerin Londra’da değeri iki milyon sterlinin üzerindeki çok sayıda evi satın almak için yarıştıkları belirtiliyor. (Zaten yüzde altısı onlarınmış!) Yani, nerede bir takım sosyal haklarını, bayram ve yılbaşı ikramiyesini veya emekli maaşını kurtarmaya çalışan Yunanlı, nerede “Sovyet” döneminde iyice semirip krizde de Londra’ya iki milyon küsur sterlinlik ev bakmaya giden Yunanlı! Belli ki o ekonomik politikaların kararını 11 milyon Yunanlı hep birlikte almamış! Üstelik o gösterileri yapanların siyasi anlamda önemli bir bölümü de zaten kaçınılmaz krizlerin ve ödenecek bedellerin farkında olup daha en başından o neoliberal ekonomi politikalarına karşı çıkanlar; yani krize batmış kapitalizme karşı herhangi bir borçları yok.
Bilmez Olurlar mı!
(Neo)liberaller, bugünkü dünya krizinin gerçek müsebbibinin ‘tembel Yunanlılar’ olmadığını elbette biliyorlar. Krizin, onlar açısından nedenleri niçinleri bir yana önce, “dünyanın en borçlu ülkesi” unvanına sahip ABD’de aşırı şişmiş emlak piyasasında ve finans sektöründe patladığını, sonra dünya çapında hızla yayıldığını ve reel sektörü de sardığını bildikleri gibi. Üstelik Yunanistan’la aynı nedenlerden dolayı daha bir dizi ülkenin de sırada olduğu; (Hani İngiltere’nin bile adı geçiyor!) bu nedenle AB’nin 750 milyar avroluk bir yardım paketi hazırladığı; Yunanistan’dan önce mesela İzlanda gibi, insanların “gün yüzü dahi görmeden” çalıştıkları bir ülkenin bile iflasını ilan ettiği herkesin malûmu.
Bütün bunlar elbette biliniyor, ancak asıl endişe konusu (neo)liberal rüyaların bir kez daha devrimci bir kâbusa dönme ihtimali. İşte bütün o asabiyetin ve saldırgan dilin altındaki temel neden bu. Kapitalist krizin bedeli, ekonomik politikalar üzerinde en ufak bir söz sahibi olmayan işçiler, emekçiler, yoksullar ve ezilenlerce itirazsız ödendiği sürece elbette mesele yok. (Bakın olayların sınırlı birkaç protesto eylemiyle sona erdiği ve dolayısıyla fazlaca bir “kötü örnek” teşkil etmediği ülkelerle ilgili tek bir kötü söz var mı!) Şöyle veya böyle kapitalizm sınırları içinde bir çare bulunur ve her şey unutulur gider. Ancak emekçilerin, önlerine konulan yüksek hesaba itiraz etmeleri halinde işin şekli değişir. O andan itibaren birtakım hanımefendi ve beyefendi köşe yazarları, ağızlarını öfkeyle bozarak “gazino kapitalizmi”nin sivil güvenlik görevlilerine, hatta daha yerel birer figür olarak “pavyon fedailerine” dönüşüverirler.
Bu nokta, aynı zamanda liberalizmin karanlık yüzünün de ortaya çıkmaya başladığı noktadır. Demokratik sahtekârlık o andan itibaren kitlelere karşı önce üstü örtülü, ardından da açık tehdide dönüşmeye başlar. Kimine abartılı gelebilir, ancak tarihte unutulmaz örnekleri vardır.
Tarihte Neler Oldu!
Uzun bir yükseliş döneminin ardından krize giren uluslararası kapitalizmin neoliberal çözüm reçetelerini ilk uygulamaya koyduğu ülke Şili’dir. Sosyalist Allende önderliğindeki Unitad Popular hükümeti tarafından yönetilen Şili’deki güçlü işçi-emekçi hareketinin gösterdiği direnişi (Ne yazık ki sadece direniş!) kriz şartlarında kapitalist sermaye birikiminin önündeki en büyük engel olarak gören uluslararası ve yerli burjuvazi, CIA ve Şili silahlı kuvvetleri (“Din-Aile-Vatan!”) eliyle bir askeri darbe tezgâhladı. Ülke emekçilerinin sahip olduğu bütün mevziler ve haklar kanlı bir biçimde yok edilirken, demokrasiye de son verildi. Şili, 11 Eylül 1973 darbesinin ardından neo liberalizmin ağababalarından Friedman’ın yetiştirmesi “Chicago Boys” adı verilen monetarist- serbest piyasacı “toplum mühendisleri”(!) çetesi tarafından vahşi kapitalizmin ihtiyaçlarına göre “dizayn” edildi. Emekçilerin uzun yıllar boyunca mücadele ederek kazandıkları bütün sosyal ve ekonomik haklar ellerinden alındı. Hem de sadece dönemsel bir askeri diktatörlük olarak kalmayıp etkisi uzun yıllara yayılan bir “askeri vesayet” rejimi altında…
Bu erken dönem saldırısı elbette Şili ile sınırlı kalmadı. Aynı ekonomik ve siyasi amaçlarla Uruguay ve Arjantin’de de askeri darbeler yapıldı; binlerce insan, “serbest piyasanın” varoluşu uğruna yok edildi… Operasyonun zora dayalı daha geç dönem örnekleri arasında Latin Amerika’daki Fujimori dönemi Peru’sunu da sayabiliriz
Tabii bir başka ve de fazlasıyla yakın örnek bizim ülkemizdir. 12 Eylül’den söz ediyorum.
Milliyetçi-Liberal Darbe!
12 Eylül, her şeyden önce işçi sınıfına karşı düzenlenmiş milliyetçi-liberal bir saldırıdır. Bu memlekette boy vermiş ve bugün birbiriyle “düşman” olmuş bütün gericiliklerin yakın tarihteki ortak atasıdır. Amacı sadece krize düşmüş bir sermaye birikimi modelinin yerine bir başkasını koymak değil, buna bağlı olarak işçi sınıfı hareketini ezmek ve zamanın devrimci ruhunu öldürmektir.
Siz bakmayın o darbeyi takip eden dönemde hidayete eren eski solcu, yeni liberallere; onların itirazı cuntanın bir takım siyasi hödüklüklerine ilişkindir. Yoksa, onun iktisadi programı olan 24 Ocak’la, cuntanın sermayeyle bağlantısı ve akıl hocası, ardından da siyasi devamı olan Özal’la ve onun devri saltanatıyla hiçbir sorunları olmadı. Onlar, meftunu oldukları Özal’ın “çağ atlama” masallarını dinliyorlar, dinledikleri masalları da biraz daha allayıp pullayıp bize anlatıyorlardı. ‘Gusto’ sahibi olmayan yoksul Türklere, ‘kaliteli şarap’ yerine Kalaşnikof’u tercih eden Kürtlere, ‘fukaralık edebiyatı’ yapıp çağa ayak uyduramayan ‘başarısız’ güruha ve aklı hâlâ geçmişte kalan “dinozorlara” küfretmeyi de unutmadan. Yani liberallerimiz de aynen darbeci bürokrasimiz ve Türk-İslam sentezcisi milliyetçilerimiz gibi kısa sürede dönemin Türkiyesi’nin bütün olanaklarından faydalanmaya başlamışlardı; üstelik de onca yıl kadir ve kıymetlerini bilememiş patronların yanında, adamların devrim ve sosyalizm korkularının yatışmasının da etkisiyle, yüksek ücretli işlere girerek. Kendilerinden istenen şey basitti: Bugünlerine övgü, geçmişlerine küfür! Emeğin kolunu kanadını kıran baskılar, gasp edilen haklar, örgütlenmenin önündeki engeller; eğitimin ve üniversitelerin hali; ağır yoksullaşma; işkence idam ve ölümler; Kürtlere yaşatılanlar… Öyle hiç “enseyi karatmaya” gerek yoktu; bunlar olsa olsa geçiş dönemi sancılarıydı ve Türkiye dünyayla bütünleşiyordu!
El Çabukluğu Marifet!
Siz bakmayın o liberal demokratlara! Her bir şeyi anlatırlar da eksik anlatırlar. Evet, yeni liberallerimiz, patronlarının da keşfettiği gibi, marifet sahibi insanlardır. Asıl işleri illüzyonistlik, yani hokkabazlıktır. Sermayenin şapkasından el çabukluğu ile “ilericilik, devrimcilik, enternasyonalizm” çıkarabildikleri gibi, sermayenin bu memlekette yapılan askeri darbelerdeki rolünü de kaybedebilirler. Onca “darbe-darbeci” söylemlerine rağmen ağızlarından burjuvaziye ve işçi sınıfına, yani sınıf mücadelesine ilişkin tek bir söz çıkmaz. En “eleştirel” ve “soldan” örneklere göre 12 Eylül, devletin sivil topluma karşı yaptığı bir darbedir; yeryüzündeki bütün darbeler gibi! Oysa hepimizin de bildiği üzere 12 Eylül, devletin “sivil toplumu” ezmesi falan değil, o sivil toplumun mümtaz bir parçası olan sermayenin doğrudan çıkarlarının ifadesidir; sivil toplumun diğer parçalarının ezilmesi pahasına. O, darbe öncesi yayımlanan TÜSİAD bildirileri, patronların darbe yanlısı demeçleri, TİSK Başkanı Halit Narin’in kahkahaları, Boğaz’da bir yalıda hazırlanan iş yasaları, Kalender Ordu Evi’nde sürdürülen yasama çalışmaları ve sonunda kimlerin parsayı topladığı da akıldan çıkarılmamalıdır. Tabii, 1982 Anayasası’nın darbe öncesinde her gün dile getirilen TUSİAD ve TİSK taleplerinin siyasi-hukuki bir ifadesi olduğunu da unutmadan. 12 Eylül, paşaların iktidar hırsının değil, sermayenin mutlak egemenlik hedefinin bir ürünüdür.
Liberal Demokrasi!
Liberallerimizin bugünkü demokratlıklarına gelince. Bu, halktan ziyade patronların çıkarlarıyla ilgili bir konumdur. Kapitalist özel mülkiyete yönelik görünür bir tehlikenin olmadığı, sınıf mücadelesinin tek taraflı yürüdüğü bir dönemde; kapitalist birikim, serbest piyasa ve girişim özgürlüğü önünde engel teşkil etmeyen bir demokrasiyi savunmak, askere, devlete, bürokrasiye laf etmek kolaydır.
Liberallerin, (ve elbette büyük burjuvazinin) eski-yeni birçok sosyalisti bile baştan çıkaran bugünkü demokratlıklarının ve hatta “halktan yana” tavırlarının asıl nedeni, tarihsel olarak serbest piyasa ve girişim özgürlüğü için bir tehlike olarak gördükleri geniş halk yığınlarının halihazırda neoliberal bir burjuva partisine oy veriyor olmasıdır. Bu aynı zamanda askeri vesayet karşıtı, “halkçı ve devrimci” tavırlarının da nedenidir! Liberaller, yoksul emekçi kitleler kendi gerçek çıkarları adına herhangi bir talepte bulunmayıp büyük sermayenin iktidarına omuz verdikleri sürece bu “demokratik” tavrı sürdürebilirler. Çünkü bu dönemde büyük sermayenin askeri bir müdahaleye ihtiyacı yoktur! Liberallerin, geleneksel asker-sivil bürokrasi vesayetine karşı mücadelelerinin asıl amacı, halkın tepesine binmiş bu despotluğun tasfiyesi değil, bugünkü koşullarda kapitalizm için verimsiz bir engele, ayak bağına dönüşen bürokrasinin yerine sermaye açısından çok daha işlevsel bir “teknokrasi”yi koymaktır. Bu aynı zamanda, “halkın egemenliği” anlamındaki demokrasinin ve alt sınıfların devlet yönetimine müdahalesi anlamındaki politikanın tasfiyesinin de bir yöntemidir. Amacın gerçekleşmesi oranında, ekonomik gücün siyasi gücü mutlak olarak denetlediği; “serbest piyasa, güçlü devlet” ilkesinin egemen olduğu, devletin gerçek özüne döndüğü (“gece bekçisi’ veya “silahlı adamlar topluluğu”); ekonomik satın alma gücü oranında politik satın alma gücü sağlayan; herkesin kamu hizmetlerinden parasal gücü oranında yararlanabildiği; bireyin “girişimci”, özgürlüğün de “girişim özgürlüğü” ile özdeşleştiği; kitlelerin büyük oranda depolitize ve atomize edildiği (Bu noktada faşizmle amaç birliği vardır!); yürütmenin alabildiğine güçlendiği daha da otoriter bir toplum düzeninin önündeki tüm engeller kalkacaktır.
Bütün bunları soyut ve teorik endişeler, hatta paranoyalar olarak görenlere yukarıda sözünü ettiğim (neo)liberal-milliyetçi (elbette dindar, muhafazakâr ve “yeni muhafazakâr”) askeri dikta rejimlerini ve bugün giderek daha fazla otoriter özellikler gösteren “demokrasileri” hatırlatmak gerekir; hem de öyle “bireysel özgürlüklü”, seçimli ve de çok partili cinsinden! Ayrıca liberalizmin tarihsel sorunsalının yoksul halk çoğunluğunun yönetimi olarak demokrasinin, özgürlüğe, yani girişim özgürlüğüne müdahalesi ve onu sınırlama ihtimali olduğunu da unutmayalım. Günümüz liberalizmi bu sorunsalı piyasanın işine yaramayan bir demokrasinin gerektiğinde zor yoluyla alaşağı edilmesi yönünde kesin ve pratik olarak çözmüştür. İktisadi özgürlüklerle siyasi özgürlüklerin çatıştığı noktada sorunun aşılamaması halinde tercih, iktisadi özgürlükler alanına müdahale etmeyen, ancak bunun dışındaki her şeye müdahale eden otoriter devletten yanadır. Hem zaten ağababalardan Hayek “Siyasal özgürlük, bireysel özgürlüğün gerekli bir öğesi değildir. İkisini birbirinden ayırmak gerekir” derken, Friedman da siyasal özgürlüğün tahribatının sermaye için iktisadi özgürlüğün kaybına kıyasla ciddi bir sorun olmadığını belirtir. Yani kapitalizmle demokrasi arasında zorunlu bir bağ yoktur ve bütün neoliberal cinayetler “şeriata” uygundur!
Kısacası, kapitalizmin, kapitalist özel mülkiyetin, kapitalist sermaye birikiminin gerçekleşme şartlarının önüne engeller dikilmeye başladığı andan itibaren liberalizm bir canavara dönüşebilir. Geçmiş örneklerinin yanı sıra, bugün Yunanistan, yarın başka yerler bağlamında dikkati çektiğimiz tehlike budur.
Devrimlere Ne Oldu!
Liberaller herhalde “ellerini kana bulamamak için” olacak (!) biz dahil herkesi sınıf savaşlarının artık sona erdiğine, devrimler çağının kapandığına ve de sosyalizmin öldüğüne inandırmaya çalışıyorlar; liberal hayal dünyalarını yıkacak, başlarını derde sokacak ve sonu belki de asıl varlık nedenleri olan kapitalizmin tasfiyesine yol açabilecek dünya çapında bir patırtının çıkmaması için. “Piyasanın o görünmez eli” (Derin piyasa!) vasıtasıyla kurulduğu söylenen o ilahi dengenin bozulmaması adına.
Devrimci dönemini çoktan kapatmış olan burjuvazinin tarihsel çıkarlarının bir izdüşümü olarak liberal düşünce de artık tamamen karşıdevrimci bir rol oynamaktadır. Onlar sadece günümüzün, (Soros parasıyla finanse edilen) renkli devrimleri (ve tabii, Özal ilke ve inkılapları) haricindeki kitle seferberliklerine ve bunların yol açabileceği muhtemel devrimlere hem bir ihtimal, hem de bir gerçeklik olarak karşı çıkıyorlar. Ancak devrim fikrine ve pratiğine düşmanlıklarının alanı sadece bugünü değil dünü de kapsıyor. Bu karşıtlık sadece Sovyet Devrimi (‘Aslında Kışlık Saray’ın ele geçirildiği bir Bolşevik darbesiydi!’ diyorlar ya!) ile sınırlı değil. Buna burjuvazinin “medarı iftiharı” olması gereken Büyük Fransız Devrimi de dahil bütün burjuva demokratik devrimlerini ekleyebiliriz. Bu arada burjuva demokratik devrimin en kararlı gücü olan Jakobenlere olan düşmanlıkları ise gerçekten ibret verici. Yani öyle bir karşı devrimcilik ki, az daha gayret edilse sırf iki yüz küsur yıl önce devrim yapıp kral ve ailesini giyotine gönderdiği için kendi geçmişinden nefrete dönüşecek. Nitekim 1998’deki “200. Yıl” kutlamaları döneminde bu idamlardan dolayı “özür dilenmesi” gerektiğini söyleyen liberaller bile çıkmıştır! Kimi liberal köşe yazarlarına göre ise burjuva demokratik devrimleri Anglosakson dünyasının bağışıklık sahibi olduğu neredeyse “Akdeniz anemisi” türünden bir hastalık, bir nevi Latin farfaralığının ürünüdür. (En çok da Taha Akyol!) Anglosakson dünyasına gelince, orada her türlü ilerleme kendiliğinden, sabırlı insanların gayreti ve “piyasanın gizli eli” sayesinde olur; tabii 17. yüzyıldaki İngiliz Devrimi’ni, 18. yüzyıldaki Amerikan Devrimi’ni, hatta 19. yüzyıldaki Amerikan İçsavaşı’nı, Avrupa’daki 1830 ve 1848 devrimlerini saymazsak…
Liberalizm Vatan Hainliği midir?
Ulusalcı bir antiemperyalizm ekseninde yürütülen mücadele ve “vatan hainliği” suçlaması, solun liberalizm ve büyük sermaye karşısında ideolojik ve politik olarak daha da gerilemesine yol açarken, liberalizme bu güne kadar sahip olmadığı bir cesaret kazandırmıştır. Oysa liberalizmin yumuşak karnı “vatan-millet” mevzuları değil, toplumsal gelişmenin itici gücünü oluşturan sınıf mücadelesi gerçeği ve bu gerçekten türeyen kapitalizm eleştirisi, devlet, devrim, enternasyonalizm, demokrasi, ulusal sorun, milliyetçilik vb. bir dizi olgudur. Ancak genel olarak ülkemiz solunun bu konulardaki bakış açısı, liberalizmin aynı konulardaki ‘dezavantajlarını’ adeta bir avantaj durumuna getirmiştir; liberalizm sosyalist soldan bile “hesap sorar” hale gelmiştir. Sınıf savaşı gerçeğini temel alan mücadele anlayışı elbette işçi-işveren, fabrika-grev vb. konularla sınırlı değildir. Bu anlayış var olan bütün toplumsal alanları kapsar. Eleştirinin bu temelde yürütülmesi liberalizmin bugün özellikle sosyalist sola karşı elinde tuttuğu silahları kaybetmesine neden olacaktır. Bu eleştiri, özeleştiriye de dönüştüğü ölçüde sosyalist hareketin ideolojik-politik sağlığı açısından önemli bir yarar sağlayacaktır.
Liberal Deli Gömleği!
Liberalizm, bütün devrimci ütopyaları reddederek, insanlığı kapitalizmin o azami kâr hırsıyla sınırlı “deli gömleği” misali dünyasına hapsetmeyi hedefler. Bu anlamda, burjuva darkafalılığının bir ifadesidir. İnsanı, çıkar ve faydasından başka hiçbir şey düşünmeyen “atomize” bir bireye, bireyi de dini imanı kâr olan hırslı bir girişimciye indirgeyerek aşağılar. İşçilerin, emekçilerin, yoksul halkın egemenliği anlamındaki demokrasiye düşmandır. Serbest piyasayı her şart altında koruyan ve kollayan “güçlü devlet”ten yanadır. Bütün “vesayet, sivil toplum, bürokratik egemenlik, ulus devlet karşıtlığı” nutuklarına rağmen o devletin sönümlenmesinden ve giderek ortadan kalkmasından; elindeki bütün politik yetki ve işlevlerin yeniden toplumun eline geçmesinden hiç söz etmez. Bırakın söz etmeyi, sermayenin çıkarlarının tehlikeye girdiği durumlarda şoven milliyetçiliğe, askeri diktatörlüğe ve faşizme sarılmakta bir an bile tereddüt etmez. İşçi sınıfı ve emekçilerin uluslararası birlik, dayanışma ve mücadelesinin temeli olan enternasyonalizmden nefret eder, ona karşı uluslararası mali sermayenin sınırsız genişlemesinin ve sömürüsünün ifadesi olan “küreselleşmeciliği” savunur. (Ve bunu da “enternasyonalizm” olarak yutturmaya kalkar!) Ve bütün bunları yaparken kapitalizmin ve onun serbest piyasacı neoliberal yüzünün insanlık için bir kader olduğunu, başka hiçbir alternatifin olmadığını söyleyerek “sabır” telkin eder. (Bu noktada çok dindardır!)
Sosyalistlerin demokrasi, enternasyonalizm, milliyetçilik, darbecilik, askeri vesayet, bürokratik despotluk, ulusal sorun, devlet, devrim, toplum, birey vb. hiçbir konuda liberallere vereceği bir hesap yoktur. Yeter ki bütün bu hesapları kendi kendilerine verebilsinler, eleştirilerini her şeyden önce “sınıf mücadelesi ve devrimin güncelliği” anlayışı temeline oturtabilsinler. Buna gerçekten ihtiyaç var.
Unutmayalım liberalizmin karanlık yüzü, ağır kriz dönemlerinde ortaya çıkar…

17 Mayıs 2010 Pazartesi

KENDİNİ TÜKETMEK!

Ahmet Doğançayır


Krize karşı şu ana kadar alınan önlemler; Yani vergi indirimleri, harcama artırımları, çeşitli teşvikler, likidite sağlamaya dönük operasyonlar, devletleştirmeler henüz çöküşü durdurmaya yeterli olmuş görünmüyor. Olsa, olsa ani bir batışın hızını yavaşlatmış ve dibe gidişi frenleyici bir etki yaratmış bulunuyor. Tek dayanak tüketicinin başka hiç kimseye benzemeyecek kadar tüketim eğilimli olması. Yani ekonomide en ufak bir toparlanma eğilimi görüldüğünde tüketici harcamaya başlayabilir. Yeter ki harcama potansiyeli devam etsin. Zaten ortalığa saçılan paraların nedeni de bu harcama potansiyelini ayakta tutabilmek. Merkez bankaları var olan gidişi gördükleri için enflasyona karşı kullanılan bütün politikaları tersine çevirmiş bulunuyorlar. Faizler indiriliyor, likidite bollaştırılıyor. Yani enflasyonu önlemek için ne yapılması gerekiyorsa tersi yapılıyor.
Nasıl Tüketici Olduk?
Çok kullanılmaya başlanan ‘’ tüketici’’ kelimesi nedir? Bu noktanın açıklanması için Pazar fikrine dönmemiz gerekir. Pazar bazı gerekli malların bulunabildiği çok anlamlı bir yerdi. İnsanlar Pazar’a ve dükkân’a müşteri olarak giderlerdi. Ne oldu da tüketici haline geldiler. Kapitalizm de sanayi üretimi geliştiği için gitgide önceden plan yapmak ve piyasa talebini bilmek gerekmiştir. Piyasa araştırması üretimin düzenlenmesi için talebin keşfedilmesine yönelik bir hazırlık olarak düşünülmüştür. Ama gerçekte üretim planlanmadığı ve birçok rakip firmanın birbirinden bağımsız kararlarına bağlı olduğu için piyasa araştırması reklamcılıkla iç içe geçmiştir. Ekonomik faaliyetimizin büyük bir bölümü bilinen ihtiyaçları gidermeye yönelmişse de gittikçe artan bölümü, sanayicinin üretmek için uygun bulduğu şeyleri tükettiğimizi düşünmemizi sağlamaya yöneliktir. Toplum ekonomik hayatı denetleyecek yerde, ekonomi hayatı tarafından denetlenmektedir. Tüketici değil de kullanıcı olsak toplumsal düzene farklı bakarız. Çünkü kullanma kavramı malzemeleri nasıl ve ne için kullandığımız ve genel hayatımıza etkileriyle ilgilidir. Oysa tüketimin karmaşık kalıpları bu soruları ortadan kaldırma, onların yerine bizim denetimimiz dışında gelişen sistemin ürünlerini benimsetme eğilimindedir.
Bireyi öne çıkarttığı için ‘’tüketici’’ tanımının aynı derecede önemli bir başka sonucu da ekonomik faaliyetin gerçek kullanım alanını düşünmemizi engellemesidir. Birey olarak değil de toplumca kullanmadığımız ya da tüketmediğimiz birçok önemli şey vardır. Ama ‘’ tüketicinin’’ vurgulanması, piyasanın varsayılan yasaları ve bu yasalarla kurulan üretim ve bölüşüm sistemi bizi bu yöne itmektedir. Artık bireysel ve toplumsal ihtiyaçların giderilmesi arasında ciddi bir dengesizlik olduğu ve uçurumun giderek genişlediği anlaşılmıştır.
Vitrinlere bakan insan bolluk duygusuna kolayca kapılabilir. Ama hastane, yol, konutlara baktığında kısıtlamalarla karşılaşır. Günlük hayatta araba çokluğu ile yol sisteminin gülünç derecede yetersiz oluşu gibi durumlarda bile bölünmüş düşünme tarzımız bozulmaz. Bireysel kullanım kalıplarını olumlu bir harcama ve doyum, toplumsal kullanım kalıplarını ise yoksunluk ve vergi gibi olumsuz çerçevede düşünürüz. Toplumsal amaçlar genellikle bireylerin gelirlerinden alınanla karşılandığı için toplum denen şeyin bizi sürekli sınırladığı, bir şeylerden yoksun kıldığı inancına kapılırız. Bu sistem olmasa daha çok paramız olacakmış gibi düşünürüz.
Neden böyle? Ben kendi hesabıma sorunun kapitalizm olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmin toplum biçimi ancak piyasa olabilir. Çünkü kapitalizmin amacı herhangi bir toplumsal kullanım kavramından çok, tek, tek faaliyetlerden kâr sağlamaktır. Mülkiyetin toplumun belirli kesimlerinde toplanması piyasa dışındaki çoğu ortak kararı sınırlar ya da olanaksız kılar.
Tüketici mi, Üretici miyiz?
Şu an kapitalizm doyurulmuş hatta mala gömülmüş ‘’ tüketici’’ den söz ediyor. Ancak bugün herhangi bir ülkenin ortalama yurttaşları yetişkin hayatlarının büyük bir bölümünde kapitalizmin iddiasının aksine tüketici değil üreticidirler hâlâ. Ortalama olarak günde dokuz veya on saatlerini haftanın beş veya altı günlerini işe gidip gelerek geçirirler. Sekiz saatlerini uyuyarak geçiriyorlarsa tüketim ve boş zaman faaliyeti olarak topu, topu altı saatleri kalıyor demektir. Burada ‘’ Tüketici özgürlüğü’’ şampiyonluğu yapanların önünde bir engel çıkmaktadır. Çünkü verilmiş bir nüfus içinde karşılanacak ihtiyaçların sayısı ne kadar artarsa, verili bir teknoloji ve emek örgütlenişi sürecinde üreticilerden talep edilen iş yükü o kadar büyüyecektir. Bu iş yükü ile verilen kararlar üreticiler tarafından alınmayıp onlara diktatörce dayatılır. Milyonlarca insanın toplumun yüzde 50sine veya belki yüzde 20sine daha çok tüketici doyumu sağlamak için bu tür dayatmalara boyun eğmesi neden doğru olsun. Piyasa ekonomilerinin yalnız bırakılmak ya da ailelerine ve kendilerine bakamayacak duruma düşmek istemeyenleri yapmaya zorladığı şey tam da budur. Üreticilere bırakılsa temel ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan, çok daha az çalışarak( örneğin haftada on saat az çalışma gibi) ikinci bir arabadan veya cep telefonundan vazgeçmeyeceğini kim söyleyebilir. Bu kararlar söylediğimiz gibi özgürce alınmazlar. Onların arkasından ya da onlar için karar veren işverenler tarafından dayatılır.
Kapitalizm ücretlileri tüketici olarak bütünleştirmeyi deneyebilir. Ancak ücretlilerin ‘’üreticiler’’olarak uyumunu sağlayamayacaktır. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektiriyor. Özgür çalışma kendi kontrol eder, kendi belirler ve burada çalışanlar ne ürettiklerini, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin kontrolü ile eş anlamda olan sermayenin hâkimiyetinde bu olanaksızdır.
Sosyalistler ve tüketim toplumu
Sosyalizmden beklenen insanlığın yalnız temel gereksinimlerle sınırlı kalması değil, gittikçe daha çok sayıda ihtiyacının tedricen karşılanmasıdır. Marks hiçbir zaman çileciliğin ya da kemer sıkmanın savunucusu olmamıştır. Onun sınıfsız topluma bakışının temelinde yatan, tam olarak gelişmiş kişilik kavramı, insan ihtiyaçları ve bunların giderilmesinde büyük çeşitliliği içerir.
Dolayısıyla sosyalistler için tüketim toplumunun reddi bir bütün olarak gereksinimlerin genişlemesi ve farklılaşmasının reddini ya da bu gereksinimlerin ilkel, doğal durumuna herhangi bir dönüşü ifade etmez. Sosyalistlerin amacı zorunlu olarak tüm insanlık için zengin bir bireyselliğin gelişimidir. Marksistler açısından tüketim toplumunun reddi şu anlama gelir.’’ İnsanın gelişmesini kısıtlamayı sürdüren dar ve tek yanlı yapan tüm tüketim ve üretim biçimlerinin reddi bu rasyonel ret kapitalizm de meta biçimi tarafından belirlenen malların üretimi ile insan emeği arasındaki ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır. Böylece ekonomik etkinliğin ana hedefi şeylerin maksimum üretimi ve her bireysel üretim birimi için maksimum özel kâr değil, fakat bireyin optimum öz etkinliği olur. ‘’ (Marks-Engels Alman ideolojisi s.67–68)
Malların üretimi bu hedefe tabi kılınmalıdır. Örneğin önemli olsalar bile insan sağlığına ve doğal çevreye zarar veren üretim ve emek biçimlerinin ortadan kaldırılması demektir. Aynı zamanda maddi ihtiyaçları olan insanın zengin bireyselliğinin tam gelişimini, çilecilik ve kendini sınırlama yoluyla değil, ancak bilinçli olarak denetlenen ve onun kolektif çıkarlarına tabi kılınmış tüketimin gelişimi yoluyla başarabileceği bilinmelidir. Marksist sosyalizmin amacı özgürce birleşmiş üreticilerin maddi ve insan kaynaklarını kimi ‘’ölümsüz ekonomik yasalara’’ göre kullanma yükümlülüğünden kurtulmalarıdır. Üretici / tüketicilerin hem toplumsal, hem ekonomik önceliklerini özgürce karşılaştırdıkları bir toplumdur bu. Üretici / tüketiciler daha çok boş zaman ya da daha az yorucu ve monoton çalışma karşılığında ikinci bir televizyon setinden vazgeçmek isterlerse bunu yapma hakkına tamamen sahiptirler. Üretici / tüketiciler kararlarını kendi bilinç ve duyarlılıkları ışığında özgürce verme hakkına sahip olmalıdırlar. İnsan özgürlüğünün bütün içeriği ve amacı budur.
Kapitalist insanlık görüşü insanlığın ilerlemesi ya da sağlığını yurttaşların tüketmekte olduğu, gitgide yararsızlaşan alet edevat sayısının artışıyla ölçer. Sosyalizm ise sırf tüketimden çok uygarlık içinde büyüyecektir. Bu anlamlı insan ilişkileri ve faaliyetleri alanı demektir. Çocukların büyütülmesi ve eğitim yaygınlaştırılması, hasta ve sakatlara bakılması, yaratıcı iş pratikleri, sanat ve bilim çalışmaları, dünya ve evrenin araştırılması gibi. Kanser ve kalp hastalıklarıyla savaşa, çocukların karakter ve zekâlarının nasıl geliştirilebileceğinin incelenmesine en büyük önceliği verecek olan bir toplumdur bu. Daha uzun, ruh ve bedence daha sağlıklı yaşamak, iki tane renkli TV satın alma özgürlüğünden daha mı az önemlidir.
Tartışma insanlık tarihinin merkezi sorunu çevresinde dönmektedir. İnsanlık kendi kaderini biçimlendirme potansiyeline sahip midir? Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir.

14 Mayıs 2010 Cuma

Enternasyonalizm'den Kopmak

Kısa süre önce aynı yazarın peşpeşe olan iki yazısını okudum, şu Taksim’de yapılan 1 Mayıs öncesi ve sonrasıyla alakalı analizlerini içeriyordu bu yazılar. Diyordu ki, alanın manzarasını tarif ederek ‘“Marksist gelenekten” bir köklü farklılaşma içeriyorsa bunun hangi çizgiden kopma olduğunu sormak gerek. Yanıtım şu: Enternasyonalci çizgi temelinden.’
Sözünü ettiğim yazar, bizim kuşaklar için Haydar Kutlu müstear ismiyle maruf Türkiye Komünist Partisi son Genel Sekreteri şimdilerde Taraf gazetesi köşe yazarı Nabi Yağcı’dır.
Nabi Yağcı neden böyle bir kanaate varmıştı derseniz? Benim de tamamıyla katıldığım bir tespitle alanı dolduran sosyalist kortejlerin önemli bir bölümünün 1 Mayıs’ın uluslararası niteliğine karşın ‘bağımsızlıkçı’ ‘ulusalcı’ sloganlar doğrultusunda politik duruş sergilemeleriydi. Zaten 1 Mayıs töreni miting komitesi tarafından İstiklal Marşıyla da başlatılmamış mıydı?
Yazarın, sosyalizmin olmazsa olmazı olan enternasyonalist karakteri üzerine yaptığı vurgu ve bunun gelenekten köklü bir kopuşu ifade ettiğini belirtmesi evrenseciliğin çölleştiği günümüzün ikliminde çok yerinde bir tutum olarak değerlendirilmeli.
Değerlendirilmeli ama, aması var işte.
Bunu şundan söylüyorum, yazar konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunurken şöyle bir ifadeyi de yazdı ‘Bağımsızlıkçı/ulusalcı bir siyasete kaymanın nedenleri üstüne daha geniş olarak gelecek yazılarımda durmak istiyorum.’ Ancak bugüne kadar başka konularda yazıları çıkmasına karşın henüz verdiği sözü yerine getirmiş değil. Aslına bakılırsa yazmış olduğu sözkonusu yazılarda daha geniş olarak yazdığın da ortaya çıkacak olanın ipuçları da mevcut. Bu durumda enternasyonalizmin öne çıkartılıp savunulmasının doğru olmasıyla onun doğru olmayan tarzda savunulmasının yarattığı olumsuzluk karşısında daha fazla sabrın yerinde olmadığı kanaatindeyim.
Yazar enternasyonalizm konusunda iki temel yanlış varsayımdan hareket etmektedir. Birincisi daha çok politik olarak değerlendirilebilir. Şu sözleri geleneğini de koruyarak enternasyonalizmi nasıl algıladığını ortaya koyuyor. ‘Özellikle enternasyonalist olmak, Sovyetlerden yana bir çizgi izlemek günahların en büyüğüydü’. Geçmişte TKP’nin izlediği pro-sovyet çizgiyi enternasyonalizm olarak niteleyen yazar, bu tutumunu ulusalcılık karşıtı bir karine olarak sunuyor.
Eğer bu tutum, 1917 Ekim Devrimi’nin ürünü olan Sovyetler Birliği dünya emekçilerine,insanlığa dünya devriminin bir parçası olduğunu ilan eden çağrının takipçisi olarak kalsa ve bu düşünceyi inatla savunmayı sürdürse içtenlikle enternasyonalist olarak tanımlanabilirdi. Ancak bunun böyle olmadığını biliyoruz. Aksine, Buharin-Stalin bloğu marxist teoriyle bütünüyle karşıt ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ teorisi imal ederek, Komintern’e bağlı komünist partileri Sovyetler Birliği’nin sınır bekçileri haline dönüştürmüşlerdir. İsterseniz sadece bir örneği hatırlatmakla yetineyim. Molotov’la Ribbentrop’un 1939 da imzaladığı Nazi-Sovyet saldırmazlık paktı neticesinde Komünist Partilerin yaşadığı bunalım, buna öncesinden eşlik etmiş olan Alman komünistlerin yok edilmesi operasyonu ile birlikte ele alındığında durum anlaşılabilir. Daha ötesi Hitler’in 1941 de Sovyetlere saldırısını önleyememiş olan bu dahiyane! taktiğin, halen dahi Sovyet topraklarını korumak adına doğru olduğunu savunan ‘sosyalist’ metinleri okumak mümkün oluyor. Faşizmle Polonya topraklarını paylaşmaya dayalı bu anlaşmanın sınır koruma ve etki alanı yaratma doğrultusunda şekillenişinin uluslararası işçi sınıfının bilincinde yarattığı tahribat, kuşkusuz gelecek yıkımın tohumlarından yalnızca bir tanesidir.
Ayrıca 1943’te Komintern’in ilga edilmesinin resmi tarihin anlattığı gibi Komünist partilerin kendi toplumsal şartlarının özgünlüğüne göre hareket etmeleri maksadıyla mı? İngiltere ile Hitler’e karşı yapılan ittifakın ön koşulu mudur?
Mesela yazar vakti zamanında ‘Moskova’nın barış ve ilerlemenin, halkların dostluğunun kalesi olduğunu’ ileri sürerek pro-sovyet tavrını enternasyonalizm olarak tarif ettiğinde, bu tarifin bizatihi enternasyonalizmi zaafa uğrattığını hala mı farketmiyor? Yalnızca şunu hatırlatalım ki Sovyetler Birliği’nin demokrasisizleşme sürecinin ve bundan kaynaklanan halkın depolitizasyonunun sosyalizmle alakalı olmadığını, izlenen etki alanları politikasının enternasyonalizmden milliyetçiliğe savrulmaya neden olduğunu ve bu durumun uluslarası işçi sınıfının bilincinde yarattığı bulanıklığı 1991’ deki yıkımdan çok önce dile getiren sosyalistler mevcuttu. Yazar onların 1930’larda Moskova mahkemelerinde ve diğer devlet operasyonlarında uğradıkları akibetin dün olduğu gibi bugünde mi farkında değil? Evet, sonuçta bir ilerlemenin olduğu doğruydu, ama bu ilerlenen yerin uçurum olduğuna hepimiz tanık olduk.
İkinci olarak yazar Marx’ı referans alarak enternasyonalizmin teorik açımlamasına başvuruyor. Ancak bu referans ne yazık ki Marx’ın doğrulanmamış ender öngörülerinden biri. Yazarın Komünist Manifesto’dan aldığı alıntıyı aynen paylaşalım. “Onlar, kurulmaları tüm uygar uluslar için yaşamsal bir sorun haline gelen yeni sanayiler tarafından; artık, yerli hammaddeleri değil en uzak bölgelerden gelme hammaddeleri işleyen, ürünleri de yalnızca o ülkenin kendisinde değil, aynı zamanda dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden sökülüp atılmaktadır. Eski yerel ve ulusal kendine yeterliliğin ve dışa kapalılığın yerini ulusların çok yanlı karşılıklı ilişkileri, çok yanlı karşılıklı bağımlılığı almaktadır. Ve bu, maddi üretimde olduğu gibi zihinsel üretimde de böyle oluyor. Tek tek ulusların zihinsel ürünleri, artık ortak zenginlik haline gelmektedir. Ulusal tek yanlılıklar ve dışlayıcılık gitgide olanaksızlaşmakta ve pek çok ulusal ve yerel yazından bir dünya yazını oluşmaktadır.”
Bilindiği gibi, Manifesto 1848’ de yayınlandı. Marx’ın kapitalizmin uluslararası pazar ihtiyacı ve bu saikle yayılması eğilimini tespiti doğrulanmasına karşın ‘ulusal tek yanlılıklar ve dışlayıcılık gitgide olanaksızlaşmaktadır’ tespiti doğrulanmadı. Günümüz dünyası ulus-devletlerin dünyası olmayı sürdürüyor, ulus-devletler arasındaki anlaşmazlıklar, savaşlar dünya gündemini belirliyor.
Bunun neden böyle olduğunu günümüz dünyasında sürdürülen araştırmalarla daha iyi anlıyoruz. Kapitalist dünya sistemi ekonomik tarzını üretim araçlarının özel mülkiyetine dayandırırken, uluslarası politik düzeni de ulus-devletler sistemi üzerine kuruyor. Dolayısıyla sermayenin küreselleşmesi sanıldığı gibi ulus-devletlerin çöküşüne neden olmuyor onların ayakta durması hatta yeni ulus-devletlerin oluşup sistemi kuvvetlendirmesi sürüyor. Kapitalistler sermayenin serbest dolaşımını engelsiz bir biçimde sürdürmek için sonuna kadar kozmopolitleşirken, emeğin serbest dolaşımı sözkonusu olduğunda ucuz emeğin sınırları içinde ulus-devlet seddinin bekçileri misyonunu üstleniyorlar. İşsizlik tehdidini hisseden işçi sınıfını da milliyetçi histerinin peşinde sürükleyebiliyorlar Sonucunun ne olacağını şu anda kestiremediğimiz Avrupa Birliği tam da bu anlamda yeni bir ulus-devlet inşası olarak dünyanın yoksul halklarına karşı korunmak üzere zengin eski kıtanın Avrupa Kalesi hayaliyle tasarlanmıyor mu?
Marx’ı da referans alarak çokça dile getirilen eleştirel düşünceyi tam yerindeyken sakınıp, enternasyonalizmi kapitalist küreselleşmenin kendiliğinden bir sonucu olarak tarif eden sosyalistleri de etkisi altına alan bu görüşler kapitalizmi meşrulaştıran liberal görüşlerden besleniyor. Kapitalizmi meşrulaştıran bu görüşler enternasyonalizmi güçlendirmek bir yana tam tersi sonuçlar yaratıyor. Zira kapitalizmin küreselleşme sürecinin Rusya’dan Çin’e kadar dünya’nın her köşe bucağına uzanarak yarattığı toplumsal yıkım karşısında sosyalistlerin bir bölümü de direniş mevzisini ulus-devleti savunma hattıyla kurup, ulusalcı-milliyetçi zihniyete savruluyorlar. Bu kutuplaşma sosyalistlerin kapitalist dünya sistemi sınırları içinde onu aşmayan aksine besleyen politik hatta sıkışmalarına yol açıyor.
Ne kapitalizmin ne de onun inşa ettiği ulus-devletin insanlığın tarihsel kaderi, kaçınılmaz bir evre olduğunu artık söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki sosyalizmin sonuçta başarısızlığa da uğrasa denendiği coğrafya kapitalizmin gelişmiş olduğu değil gelişmemiş olduğu yerlerdi. Sosyalistlerin yeni bir dünya tasavvuru burjuvazinin tarihsel-toplumsal paradigmasının çerçevesinde değil onu tamamıyla aşan niteliklere sahip olmalıdır.
Evet enternasyonalizmi sosyalistler günümüz dünyasında başat kılmalıdır, ama iddia edildiği gibi kapitalizmin kendiliğinden insanlığı bütünleştirmediğini aksine parçaladığı hakikatini ısrarla savunmak gerekiyor. O zaman Marx’ın kaleme aldığı 1. Enternasyonalin tüzüğünün girişindeki yaklaşım günümüze daha da güçlü olarak ışık tutabilir.’Mahalli ya da ulusal bir mesele değil sosyal bir mesele olan emeğin kurtuluşunu, modern toplumun mevcut bulunduğu bütün ülkeleri kucakladığını ‘ daha iyi kavrarız.
İnsanlığın ulus-devlet çıkarlarından kurtulup, sınırların ortadan kalktığı insanlığın çıkarını temsil eden bir dünya cumhuriyetine ulaşmayı amaçlayacak zihniyet devrimine ihtiyacı olduğu yaygın bir kanaat haline gelebilir mi? Bunu gelecek zaman gösterecek.
Son söz olarak, yine de Nabi Yağcı’nın konu üzerindeki daha geniş yazılarını beklediğimi söylemeliyim. Belki konu derinleşir, belki de sınırlı köşe yazısının tüm meramı anlatmakta yarattığı yanılgıyla karşı karşıyayızdır. Böylelikle konu açıklığa kavuşur.
Ferhan Umruk

7 Mayıs 2010 Cuma

Sivil Anayasa!

Hakkı Yükselen

Galiba bu memleketin ve bu halkın kaderi: İki yakamız bir araya gelmiyor.

Daha önceleri iyi kötü bir takım sosyal haklara sahip olduğumuz düşünüldüğünden, daha çok bireysel hakların, siyasal hakların peşinden koşulurdu. Epeydir, elimizden kayıp gitmekte olan sosyal hakların derdine düştük.

Sosyal hakları günlük hayatımız içinde, sanki doğal haklarımızmış gibi görürdük. Tartışmalar daha çok genel bir ‘demokrasi’ tartışması olarak yürürdü.

Bakın şimdi de ‘sınır ötesi harekât’ falan derken bir süredir unuttuğumuz bir yeni anayasa meselemiz var. Söylendiğine göre ‘sivil ve demokratik’ bir anayasa olacakmış. Şu anda hakkında çeşitli rivayetler olan bir taslak. Sivil ve demokrat olduğu söylenen birtakım, bilim insanları, akademisyenler tarafından hazırlanmış. Sonra da bir AKP heyetine devredilmiş. Onlar da gerekli düzeltmeleri yapıp Başbakan’a iletmişler.

Eğer bu defa da gündemi türban ve laiklik meselesi işgal etmezse veya ne bileyim bütün memleketi altüst edecek ulusal çapta bir felaket yaşamazsak, bu taslak herhalde epeyce kesilip biçilerek, sakıncalı yönleri değiştirilerek yeni, sivil ve demokratik anayasamız olarak kabul edilecek.

Sosyal Haklar Unutulmuş!

Sonra ne olur bilinmez, ama bu anayasa taslağının daha hazırlık aşamasında sırıtan küçük bir kusuru olduğu söyleniyor.

Bu taslakta ‘sosyal haklar’ yer almıyormuş; veya yeterli bir biçimde yer almıyormuş. Unutulduğu için mi böyle, yoksa gerek mi görülmemiş, bilemem. Ama taslakta böyle bir sorun olduğu söyleniyor. Açıklandığında göreceğiz. Gerçi bu durum mesela radikal gazetesinin liberal köşe yazarı İsmet Berkan için pek bir sorun oluşturmuyor. İsmet Bey, “Sosyal hakların anayasada illa ki yer alması gerekmediğini, bunların daha sonra yasalarla tanımlanabileceğini söylüyor.

Ben hayatımda hiç anayasa yazmadım, yazılmasına da katılmadım. Yani anayasa işinden hiç anlamam, ama içimden nedense “Yemezler İsmet Bey!” diye bağırmak geliyor. Anayasada yer alan hakların bile fiilen kullanılamadığı bir ülkede, anayasada yer almayan hakların, daha sonra yasalarla tanınacağına neden inanalım ki?

Dedim ya iki yakamız bir araya gelmiyor! Daha doğrusu getirilmiyor! Adamlar bireysel haklarla dolu bir anayasa yapıyorlar, ama bu defa da sosyal hakların sözünü etmiyorlar. Herhalde hem bireysel hem de sosyal hakların, hep birlikte bize fazla geleceğini düşünüyorlar!

Aslında yapmak istedikleri, hazırlanmasına işçi ve emekçilerin hiç karıştırılmadığı bu ‘demokratik anayasa’ temelinde, yine işçi ve emekçilerin bir sınıf olarak esamisinin okunmadığı sırf bireysel haklarla tanımlanan “saf bir burjuva demokrasisi” kurmak. Yani sadece ve sadece patronlar için bir demokrasi.

Herkesin birey olduğu, bireysel haklara sahip olduğu, sırf bu nedenle eşit sayıldığı bir demokrasi. Burjuva demokrasisi, adı üstünde önce burjuvazi için demokrasidir. Yani onun iç ilişkilerini düzenler. Sermayenin çeşitli kanatları arasında ‘adalet ve eşitliği’ sağlar. Özü itibariyle bireysel hak ve özgürlüklere dayanır. Yani sermayenin iktisadi bireyciliğini siyasi alana yansıtır.

Kısaca, ‘bireyler’ için bir demokrasidir. Burada yanılmayalım, Adamlar ‘birey’ derken tabii ki bizden bahsetmiyorlar. Burjuvazinin dilinde birey, ‘girişimci, mülk sahibi’ kişidir. Burada sermayenin özel dilini çözmeye başlıyoruz.

Mesela ‘özgürlük’ kavramı. Bu sözcük sermayenin sözlüğünde kapitalistin girişim özgürlüğünden başka bir anlama gelmez. Ayrıca henüz sosyal hakların lafı bile yoktur.

Haklar Mücadele ile Elde Edildi

Bu haklar da öyle sebil gibi dağıtılmaz. Yani burjuva demokrasisi öyle ‘kendiliğinden hak dağıtan’ bir demokrasi değildir. Bu demokrasi, kimseye durduk yerde hak falan vermez. Bu nedenle işçi sınıfı bazı hak ve özgürlükler için yıllarca mücadele etmiştir. Mesela genel oy hakkı, ücretli hafta tatili, grev ve sendika hakkı, sekiz saatlik işgünü hakkı, sosyal sigorta hakkı, ancak yıllar süren ve bazısı yüzlerce, binlerce ölüye mal olan mücadelelerle kazanılmıştır. Kadınların seçme ve seçilme hakları ise çok sonradan kazanılmıştır.

Neoliberal Saldırı

Neoliberal dönemde sermaye içinde olduğu krizi çözebilmek için, bütün dünyada sosyal hakları önce geriletmek sonra da tasfiye edebilmek amacıyla genel bir saldırı başlattı. ‘Sosyal devlet’ tasfiye ediliyor. Devletin sosyal görevleri piyasalaştırılıyor. Yani bütün toplumsal servet, bütün kaynaklar sermayeye aktarılırken, sosyal adaletin bütün izleri siliniyor. Sermaye, emeğe ilişkin her türlü yükten ve ayak bağından kurtarılıyor. Devlet ‘sosyal’ yönünü kaybettikçe aslına rücu ediyor ve sadece patronların silahlı örgütüne dönüşüyor.

Özellikle kriz dönemlerinde sermaye hem bireysel, hem de sosyal hakların birlikte tehlikeli bir karışım olacağını düşünür. Gerçi bizde çok uzun süredir ikisi de epeyce eksik ama, bu defa yeni anayasamız bize bir takım bireysel haklar sağlayacak gibi; tabii, sosyal haklardan vazgeçmemiz şartıyla. Yani ‘Alın bireysel hakları, verin sosyal hakları!’ demek istiyorlar.

Sosyal Haklar

Çünkü sosyal haklar, hem burjuva demokrasisinin bir ölçüde, emek için de demokrasiye dönüşebilmesi anlamını taşırken, öte yandan sermayenin sonsuz ekonomik özgürlüklerini göreli de olsa sınırlar. Bir ölçüde sosyal adaleti ve dengeyi sağlar.

Zaten böyle olduğu için, elinin tamamen serbest kalmasını isteyen sermaye, bütün dünyada, bütün ülkelerde, binbir mücadeleyle elde edilmiş, kimisi yüz küsur yıllık hakları işçi sınıfının ve emekçilerin ellerinden almaya çalışıyor. Onları bir yük olarak görüyor.

Oysa, sosyal hakların olmadığı durumlarda, ki bu aynı zamanda örgütsüzlük ve bilinç gerilemesi anlamına da gelir, bireysel özgürlükler bir masaldan ibarettir. Özellikle yeterince örgütlü olmadıkları dönemlerde, emekçilerin, en iyi ihtimalle tek tek ve atomize biçimde sermayenin, burjuva siyasetinin eline teslim edilmesi anlamına gelir. En iyi ihtimalle dedim, çünkü sosyal hakların ve güçlü ve mücadeleci sınıf örgütlenmesinin olmadığı yerlerde bireysel hakların da bir önemi kalmaz. Ya sosyal-siyasal gücünün zayıflığı nedeniyle kullanamazsın ya da gün gelir elinden alırlar. Örneği çok. Burjuva düzeni halkın gerçekte kullanamayacağı, fiilen bir işe yaramayan hak ve özgürlükleri bol keseden dağıtır. Çünkü, haklar kullanılamadıkları sürece bir tehlike oluşturmazlar.

Serbest Piyasayla Demokrasi Arasında Doğal Bir Bağ Var mı?

Serbest piyasayla siyasi demokrasi arasında neredeyse ‘doğal’ bir bağ olduğuna dair liberal bir hurafe vardır. Aslında böyle otomatik bir ilişki falan yok. Serbest piyasa (demokrasi kendisine uyum sağladığı sürece) demokrasiyle de ‘birlikte olur’, ama bu her zaman zorunlu şart değildir. Siyasi alanda kitlelerin gücü ve talepleri ‘makul’ sınırı aştığında, serbest piyasa sopayı eline alır. Mesela Latin Amerika’nın veya Türkiye’nin yakın tarihi bu konuda aydınlatıcı ve ürpertici hikâyelerle doludur. ‘Hadi canım bunlar ‘neo’ da olsa liberaldir, öyle şeyler yapmazlar!’ falan demeyin. Unutmayalım, neoliberaller Şili’de, Arjantin’de az adam kesip kaybetmediler. Türkiye’deki hikâyeleri de malum.

Sermaye Nasıl Bir Demokrasi Öneriyor?

Sermayenin önerisi: herkesin tek tek ve eşit bireyler halinde yer aldığı, ancak patronların, iktisadi güçleri nedeniyle herkesten daha eşit olduğu ve herkesin parası kadar konuştuğu bir demokrasidir! Yani sermaye tarafından denetlenen, sermayeye çalışan bir demokrasi.

Kapitalist toplumda siyasi alanla ekonomik alan birbirinden bilinçli bir biçimde ayrılır.Sermaye sürekli olarak politikanın ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini anlatır. Çünkü kapitalist toplumda asıl sömürü ekonomik sömürüdür. Ekonomik alan burjuvazinin kendisinden başka kimseyi bulaştırmadığı özel av alanıdır. Birtakım bireysel haklarımızla, siyasi alanda eşit gibi görünsek de, bu eşitlik ekonomik alanda asla söz konusu değildir.

Dikkat edin, göreli de olsa sadece siyasi eşitlik, ekonomik eşitlik değil. Çünkü ekonomik eşitlik, ya hepimizin patron olmasını gerektirir, ki bu mümkün değildir; ya da üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde, hepimizin eşit emekçiler olmamızı gerektirir, ki bu da kapitalist toplumda mümkün değildir.

Bu nedenle burjuva demokrasisi eşitlik anlayışını, ucu iktisadi alana dokunan sosyal haklar üzerine değil, ona dokunmayan bireysel haklar üzerine kuruyor.

Böylece, siyasi alanda üstü biraz daha örtülebilen eşitsizlik, ekonomik alanda bir ücretli kölelik sistemine dönüşüyor. Size serbest piyasa demokrasisine, yani serbest ‘Pazar’ demokrasisine dair bir örnek vereyim:

Seçim zamanı gelmiştir. Ve ben bir Pazar günü, sandık başına gidip oyumu kullanırım. Aynı gün patronum da sandık başına gidip oyunu kullanır. İkimizin de birer oy hakkı vardır. Yani sandık başında, siyasi olarak, birer vatandaş olarak tamamen eşitizdir. Ancak pazartesi günü işe gittiğimde bu eşitlikten eser kalmaz. Bütün kararları ve emirleri patronum verir. Kaderim patronumun iki dudağı arasındadır… Yani demokrasi Pazar gününde kalmıştır. İşte buna serbest piyasa veya serbest ‘Pazar’ demokrasisi diyoruz.

Tabii bu bireysel haklar meselesini de fazla abartmayalım. Bu haklar da düzeni tehdit edip ‘milli güvenliği’ tehlikeye düşürmeleri durumunda sınırlandırılabilirler. Çünkü bütün denetimlere ve sınırlamalara karşın siyaset, emekçilerin ve yoksulların düzene, ekonomik alana müdahale etmelerinin tek aracıdır. Zaten patronlar da siyasetin ekonomiden ayrı tutulması gerektiğini bu nedenle söylerler. Tabii bu tek taraflı bir sınırlamadır. Ekonominin siyasete müdahale etmesinde bir sakınca yoktur!

Anayasa Meselesi

Şimdi yine demokratik ve sivil anayasa meselesine dönelim.

Biliyorsunuz anayasa taslağı, emekçilerin hiçbir biçimde temsil edilmediği bir hazırlık aşamasının ardından yakında açıklanacak. İnsan elbette merak ediyor: ‘Yine de sivil anayasadır, acaba bize bir hayrı dokunur mu, diye.

Ben 61 Anayasası’nı baştan sona yaşayan kuşaktanım. Diğerlerine göre ‘demokratik’ bir anayasaydı. Grev (tabii lokavtla beraber) ve toplu sözleşmeli sendikal hakları, eğitim ve sağlık haklarını ve daha bir yığın hak ve özgürlüğü içeriyordu. Ancak asıl amacı, işçiyi emekçiyi, fakiri fukarayı sevindirmek değildi. Anayasa, devlet kurumlarının ve burjuvazinin iç ilişkilerini düzenliyor; toplumla devlet arasındaki ilişkileri tanımlıyordu. Bunu elbette devletin dayandığı sınıfsal ilişkiler ve toplumsal güç dengeleri temelinde yapıyordu. Yani patron, önceki anayasalar döneminde olduğu gibi yine burjuvaziydi.

60 ve 70’lerin işçi ve halk hareketinin yükselişini 61 Anayasası’nın sağladığı hak ve özgürlüklere bağlama eğilimi vardır. Elbette yeni anayasanın bazı imkânlar sağladığını inkâr edemeyiz, ama yükselen işçi ve emekçi halk hareketinin asıl dinamiği ‘anayasa’ ve yasalar değil, ülkenin sosyoekonomik değişimi üzerinde yükselen sınıf mücadelesiydi. Üstelik mücadele, yürürlükte olan ‘özgürlükçü’ anayasaya karşın özellikle Demirel hükümetlerinin, İslamcı ve faşist gericiliğin ve 12 Martçıların saldırıları altında sürdürüldü; İşçi sınıfı ve devrimci hareket birçok kayıp verdi. Büyük burjuvazi ise başta desteklediği anayasadan kısa sürede vazgeçti. Demirel’in 12 Eylül sabahına kadar en büyük mücadelesi ‘fazla özgürlükçü bulduğu 61 anayasasını’ değiştirmekti. Çünkü bu anayasa, sermayenin menfaatleri için artık bir ayak bağına dönüşmüştü. Bu iş, askerlere kısmet oldu…

TÜSİAD Demokrasiden Yana!

Şimdi yeni bir durum söz konusu. Büyük sermaye ‘demokrasiden’ yana. Bir zamanlar askeri rejim peşinde koşan TÜSİAD, bugün nasıl demokrasi yanlısı oldu?

Valla bana kalırsa adamların (Kadınları da unutmayalım!) yaptığı ‘Köpeksiz köyde değneksiz gezmek’ten başka bir şey değil. Ortada yaygın bir sınıf mücadelesi, pençelerini çıkarmış, örgütlü bir işçi hareketi ve tuttuğunu koparan militan sendikalar; yani kapitalist mülkiyete yönelik yakın bir tehlike yoksa TÜSİAD, bazı tarihsel ve siyasal menfaatleri gereği ‘demokrasinin öncüsü’ oluverir. Ancak bu demokratların çoğunun işletmelerinde sendika falan yoktur; aynı, bireysel haklardan söz eden liberal köşe yazarlarının yazıp çizdiği, ekranlarından demokratik akıllar verdiği gazete ve televizyonlarda olduğu gibi. Ayrıca daha önce belirttiğimiz gibi, sözü edilen demokrasi, liberal akideye uygun olarak sadece ‘bireysel hakları’, ‘vatandaşlık haklarını’ içeriyor. Sosyal yanı pek yok. Öyle ya, ver bireysel hak ve özgürlükleri, gerisini merak etme, nasılsa insanların elinde sosyal ve siyasal mücadeleler için ne imkân var, ne de araç. Örgüt falan hak getire; sendikaya yazılan olursa koy kapının önüne, özgür özgür dilensin veya ‘eşit bir birey’ olarak girişim özgürlüğünden yararlansın!

Fakir Fukara!

Özgürce dilenmekten söz ettik. O zaman dilencilik ve sadaka meselesine de kısaca değinelim.

Bakın hükümet ve temsil ettiği büyük sermaye, ‘enteresan bir demokrasi’ projesi geliştirirken bu demokrasiye uygun bir toplumsal ruh halini de oluşturmaya çalışıyor.

Sosyal haklar, açık gasp veya piyasaya açılma yoluyla yok edilirlerken veya bireysel bir konu haline getirilirken, topluma bir fitre, zekat, sadaka; hayır ve hasenat kültürü yayılıyor. Zenginler fakir beslemeye teşvik ediliyor. Hem bu dünyalarını, hem de öbür dünyalarını garanti altına almak için. Böylece kalıcı sosyal hakların yerini, sermayenin ve hükümetlerin yoksul kitleleri kontrol etmesini sağlayan ve gerektiğinde her an kesilebilecek yardımlar alıyor. Bu şekilde ‘SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR SÜRÜNME’ imkânına kavuşan yoksullar, Allahlarına şükrederek efendilerinin peşinden gidiyorlar.

Evet sosyal hakların yerini sadaka ve ianeler, hayır ve hasenat işleri alıyor. Dikkat edin kalıcı, kayda geçmiş, yasal hale gelmiş haklar yok. Buna dikkat ediliyor. Çünkü HAK, uğrunda mücadele edilen, talep edilen ve daha fazlası istenen bir kazanımdır. Oysa sadaka, verenin gönlünden kopanla sınırlıdır. Tekrar almak için yeniden dilenmek, yaltaklanmak veya oy vermek gerekir.

Yaratılmak istenen bu ruh halinin bir diğer yüzü de, işçi ve emekçilerin, Başbakan’ın deyişiyle ‘fakir fukara, garip gureba’ durumuna düşürülmesidir. Bu politikanın hedefi, işçi ve emekçilerin, sınıf ve mücadele bilincini geriletmektir. Bu işin sonu, hak ve özgürlükleri için mücadele eden örgütlü emekçilerin yerini, ona buna avuç açan ve kendini ‘gariban’ olarak tanımlayan örgütsüz zavallıların almasıdır.

Bu gidişe karşı direnmek, sadece onurumuzu korumak için değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin, politik mücadelenin zeminini korumak ve güçlendirmek açısından çok önemlidir.

AKP’nin bir siyasi parti olarak asıl rolü dinsel değil, sınıfsaldır. AKP siyasi olarak büyük sermayeyi temsil eder. Ve ona karşı mücadele ancak açık bir sınıf mücadelesi olabilir.

Bu mücadelenin başarısı, işçi sınıfının sermaye ve devlet karşısında tam anlamıyla bağımsız bir güç haline gelmesine ve gerçek bir toplumsal ağırlık kazanmasına bağlıdır. Yani işçi sınıfı ideolojik, politik, toplumsal ve örgütsel bağımsızlığını kazanamazsa, toplumun diğer ezilen kesimlerine de önderlik edemez. O nedenle sınıf bağımsızlığı çok önemlidir.

Emekçiler, her ne nedenle olursa olsun, sermayenin peşine takılarak ancak ‘cehenneme’ gidebilirler.

O zaman şu hepimizin bildiği şeyi bir daha tekrarlayalım:

İŞÇİ SINIFININ KURTULUŞU KENDİ ESERİ OLACAKTIR, VE BU KURTULUŞ, ANCAK ÖRGÜTLÜ SINIF MÜCADELESİYLE MÜMKÜNDÜR!

Not: Bu yazı birkaç yıl önceki ‘Sivil Anayasa’ tartışmaları nedeniyle bir konuşma metni olarak yazılmıştı. Ben, temelleri itibariyle güncelliğini koruduğu düşüncesindeyim. Belki bugünkü anayasa mevzularına da bir giriş olur.