12 Ağustos 2010 Perşembe




1926- 12.08.1999 Kaybedişimizin 11.yılı



'Düştüğüm yer öyle açık, öyle seçik ki

Başucumda bir sen varsın bir de evren

Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi

Yalnızlığım benim çoğul türkülerim

Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.'

Can Yücel

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Ali Dehri'yi Anıyoruz

10 Ağustos 2009 tarihinde kaybettik dostumuz yoldaşımız Ali Dehri'yi(Aziz Vatan'ı). Arkasından söylenen sözler, kaleme alınan yazılar hep şu vurguyu yapmaktaydı; O yeri doldurulamayacak bir insandır.
Şimdi geçen zaman, bu kanaatin ne kadar doğru olduğunu tüm dostlarına, yoldaşlarına bir kez daha hatırlatıyor.
Devrimciliği anadolu insanının dervişliği gibi yaşayan, dünyayı marxizmin eleştirel dünya görüşüyle kavrayan, eylemiyle, kuramı birleştiren, enternasyonalist-komünist bir kişilik elbette ardında boşluk bırakacaktı.
Ama onun yazdıkları hala günümüzün sorunlarına ışık tutmaya devam ediyor. Daha önce 'soldansite'de yayınlanmış olan 'Türk Irkçılığı Emin Ellerde' makalesi, tam da geçtiğimiz günlerde İnegöl ve Dörtyol'da faşist güruhların Kürt mahallelerine yaptıkları saldırıların ve pogrom teşebbüsünün resmi görüş tarafından yaratılan arka planını teşhir ediyor.
Bu yazıyı taşıdığı güncelliği de dikkate alarak bir daha 'yalansız' blog'da yayınlıyoruz.
Öte yandan üyesi olduğu Yaşam Ağacı Derneğin'de 10 Ağustos salı günü saat 19.30'da bir anma toplantısı yapılacak.
Ferhan Umruk



Türk ırkçılığı emin ellerde

Ali Dehri

Türk milliyetçiliği, yüz yıllık geçmişiyle, Osmanlı Devleti'nde bile geç milliyetçi akımlar arasında yer alıyor. 19. yüzyılın son çeyreğinde, Türk milliyetçiliğine öngelen fikirler belirmeye başlamasına rağmen, ilk kez Yusuf Akçura'nın Mart 1904'te kaleme alıp, Nisan-Mayıs 1904'te Mısır'daki “Türk Gazetesi”nde yayınlanan Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı makalesiyle, “ırk üzerine müstenid bir Türk milliyet-i siyasiyesi husule getirmek fikri” öne sürülüyordu. O tarihten bu yana, Türk milliyetçiliğini genel çerçeve olarak benimseyen farklı örgüt ve çevreler, bu kavramı -dolayısıyla kendi Türk milliyetçiliklerini- tanımlayıp, benimsedikleri tanıma ve siyasi koşullara göre değişen politikalar öne sürdüler. Osmanlı Devleti'nde 1910 sonrasında, özellikle İttihat ve Terakki Partisi'nin politik egemenliğindeki 1913'ten itibaren devletin resmi ideolojisi halini alan Türk milliyetçiliği, Cumhuriyet'in başından bu yana, devletin egemen ideolojisinin asli unsurudur. 1930'larda Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi devletin resmi görüşüyle desteklenen Türk milliyetçiliği, Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı okundan birisi olan “milliyetçilik” ilkesinin ilanıyla, resmi ideolojinin günümüze dek kesintisiz süren ve özü değişmeyen asli bileşeni olmuştur. O kadar ki, 1930'ların altı okunun, “devletçilik”, “halkçılık”, “inkılapçılık” gibi ilkeleri, ya köklü değişime uğrar veya terk edilirken, “laiklik”,”cumhuriyetçilik” ve “milliyetçilik” özünde değişmeden günümüzde de resmi ideolojinin temel taşlarını oluşturmaya devam etmektedirler.

“Yükselen milliyetçilik” tespitiyle yoğunlaşan Türk milliyetçiliği üzerine tartışma, ırkçılık, etnik milliyetçilik, Kürt milliyetçiliği gibi kavramları da içerisine alarak genişledi. Türk milliyetçilerine göre, milliyetçilik Türk ulusunun dünya görüşü olarak kabul edilmeliydi; doğal olan buydu. Türk ırkçılığı ise, -değerlendirmeyi yapan çevreye göre değişmekle birlikte- yoktu veya ihmal edilebilecek kadar zayıf sayılabilirdi. Etnik milliyetçilikler, özellikle de Kürt milliyetçiliği bağrında “Kürt ırkçılğını” da taşıyordu. “Kürt ırkçılğı”nın, genellikle Türk ırkçılığını dengelemek üzere, her iki kötülük de bir miktar var anlamında kullanıldığını belirtilmelidir. Oysa, Türk milliyetçiliği içinde, özellikle Cumhuriyet sonrasında, güçlü bir ırkçı damar var olmuştur ve günümüzde de varlığını korumaktadır.

IRK, IRKA DAYANAN ULUS, IRKÇILIK

Irk, ortak biyolojik özelliklere (kalıtım yoluyla geçen ortak fiziksel ve fizyolojik özelikler) sahip büyük insan topluluklarıdır. Yeryüzündeki insanlar, beyaz, sarı, siyah olmak üzere üç büyük ırk yanında, bu ırklar arasında geçiş oluşturan ırklar ve bunların dışında kalan ırklar olarak sınıflandırılmıştır. Beyaz, sarı ve siyah ırklar da kendi içlerinde alt ırklara ayrılarak, ayrıntılı tasnifler yapılmıştır.

Irkları, üstün-aşağı gibi ayrımlara tabi tutmak, bu ayrıma dayanan nitelemelerde bulunmak,giderek üstün saydığı ırkın veya ırkların aşağı kabul ettiği ırklara hükmetmesi, hatta dünyaya yön vermesi gerektiğini savunmak ise ırkçılıktır. Irkçılık, sosyal yaşamın bütün alanlarında, siyasette, ekonomide, kültürel hayatta, sanatta, sosyal bilimlerde, dilde, sporda, günlük yaşamdaki sosyal ilişkilerde kendisini -kaba veya ince- değişik biçimlerde ortaya koymaktadır. Çoğu kez, ırkçılığı başka yaftalarla gizleyerek, toplumdaki ırkçı önyargılara dayanarak ve onları harekete geçirerek meydana çıkmaktadır.

Ulus kavramının ortak tanımı üzerinde birleşilebilmiş değildir. Ulus, dil, kültür, coğrafya, ekonomi, tarih, psikoloji, ırk gibi farklı alanlardaki ortaklıkların, anlayışa göre değişen bir bölümü yan yana getirilerek, farklı biçimlerde tarif edilmektedir. Konumuz açısından önemli olan, önce ulus tanımında ırk ortaklığına yer verilip verilmemesi, ikincisi ise, bu ortaklığın , ulusu tanımlayan bir unsur olmasının ötesinde ırkçılığa vardırılıp vardırılmadığıdır.

Yusuf Akçura , Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde, “ırka müstenid bir milliyet-i siyasiye” (ırka dayalı siyasal bir milliyet) sözleriyle ve 1329 Senesinde Türk Dünyası makalesinde “milliyet, bir ırk, bir lisan ve bir ananedir” ifadesiyle, ulus tanımı içinde ırka yer vermektedir. Ancak, Yusuf Akçura, buradan yola çıkarak , Türkleri üstün ırk kabul etme anlayışında değildir; ortak kökene işaret etmektedir. Ulus tanımı içinde ırka yer vermek, hatalı bir ulus anlayışının ürünü olmakla birlikte, mutlaka ırkçılığa yol açmaz. Nitekim, Yusuf Akçura , 16 Eylül 1919'da İstanbul Türk Ocağı'nda verdiği bir konferansta, “türkçülük cereyanının git gide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Bu iki cereyanı şimdi moda olan tabirlerle tarif etmek istersek, birisine 'demokratik türkçülük', diğerine 'imperyalist türkçülük' diyebiliriz” diyerek Türkçülük içindeki farklılaşmaya dikkati çekmiş, “demokratik milliyetçiliği” olumlarken, “imperyalist milliyetçilik”i hata olarak nitelemiştir. ( Yusuf Akçura'ya ait alıntılar, Françoıs Georgeon'un “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri – Yusuf Akçura (1876-1935)” Yurt Yayınları-1986'dan aktarılmıştır.)

Yusuf Akçura'nın Türk Tarih Tetkik Cemiyeti'nin 1931'de kuruluşuna katılıp 1932'de Başkanlığa getirildiğini ve aynı yıl ünlü Türk Tarih Tezinin açıklandığı Türk Tarih Kongresi'ne başkanlık ettiğini hatırlatalım. Türk Tarih Teziyle, Turancılığa yasak getiren Kemalizmin, farklı bir ırkçılığa dayanan tarih tezi resmi görüş olarak öne sürülmüştür. Bu durum, Yusuf Akçura'nın milliyetçiliğinde makas değiştirdiği anlamına gelmektedir.

CUMHURİYET TÜRKİYESİ'NDE RESMİ IRKÇILIK

İttihat ve Terakki'nin milliyetçiliğinin, 1. Dünya Savaşı öncesinde, İzmir yöresinden 130.000 Rum'un ve Trakya'dan büyük sayıda Bulgar'ın yıldırma yoluyla göç ettirilmesine, 1915 Ermeni katliamına yol açan sonuçları, tehdit saydığı Hıristiyanlara yönelik ırkçı yönünü ortaya koymaktadır. Bu dönemdeki Türk milliyetçiliği, Çarlık Rusyası'ndaki Türk asıllı topluluklarla (Turani ırk) siyasi birliği hedef alan Pantürkizmi esas alıyordu. Turani ırk, beyaz ve sarı ırklar arasında geçiş ırkı olarak kabul edilmektedir ve bu yönüyle Batı'lı ırkçı teorisyenlerce aşağı ırklar arasında sayılmaktadır. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset'te, “Beyazlar ve sarılar alemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu cihan-ı mutavassıtta Devlet-i Osmaniye, şimdi Japonya'nın sarılar aleminde ifa etmek istediği vazifeyi deruhde eyliyecekti” derken, geçiş ırkı kabul edilen Turani ırkla buluşmanın onu ilgilendiren muhtemel siyasi sonucuna dikkati çekiyor, ırkçı teorisyenlerin aşağı nitelemesini dikkate almıyordu.

Cumhuriyet Türkiyesi, “dış Türklere”olan siyasi ilgiyi sona erdirmiş, giderek Turancılığı yasaklamış ve içeride uluslaşmanın tamamlanmasına -tabii bugünkü inkarcı ve zorla asimilasyoncu politikayı başlatarak- yönelmiştir. 1925'te Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi'nin kurulması ve Türk Antropoloji Mecmuası'nın yayımlanması, bu yönelişin ifadesidir. Avrupa'da yükselen ırkçılığa paralel olarak, yeni bir Türk ırkçılığı zemininde milliyetçiliğin inşası amaçlanmıştır. Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi, kısa süre sonra Türk Antropoloji Müessesesi'ne dönüşmüş, daha sonra çalışmalar İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ndeki Antropoloji Kürsüsü'nde ve 1935 sonrasında, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bünyesinde Türk Antropoloji ve Etnoloji Enstitü'sünde sürdürülmüştür. Türk Antropoloji Mecmuası 1939'a kadar yayımlanmıştır.

Antropoloji çalışmaları çerçevesinde, geniş çaplı araştırmalar yapılmış, Türkler kadar, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Levantenler üzerinde de çalışmalar yürütülmüştür. Yaşayanlar üzerindeki ölçümler ve diğer araştırmalar yanında, mezarlıklardan alınan, kafatasları ve iskeletler üzerinde de ölçümler yapılmıştır.(1930'da mezarından alındıktan sonra kaybolan Mimar Sinan'ın kafatası da bu çalışmalara konu olmuştur.)

Antropoloji çalışmaları, Türklerin Alp ırkına (beyaz ırkın alt ırkı) mensup olduğu sonucuna varmış, bu ırkla uygarlık arasında ilişki kurarak, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisini bu temele oturtmuştur. Nazan Maksudyan'ın “Türklüğü Ölçmek” (Metis Yayınları-2005) kitabında yer alan çok sayıda örnekten ikisine yer vermek açıklayıcı olacaktır.

Reşit Galip, Birinci Türk Tarih Kongresi'ne sunduğu tebliğde şu görüşlere yer veriyor:

“Gittikleri her yerde er geç hakimiyetini kurarak münevver ve mütefekkir beşeriyetin bugün dahi hayranlığını ... temaşa ettiği büyük medeniyetini yaratmış olanlar, Alpliler bizim 'Ata Türkler' diye andığımız insanlardır... “Diğer tiplerin kendi kendilerine dünyanın herhangi yerinde müstakil asli medeniyetler kurabilmiş olduklarına dair arkeoloji ve antropoloji pek müşkülatla vesika verebilir. “...Bunlar ancak Alpli tiple temasa geldikten ve onun yaratıcı ve yükseltici dehasıyla kaynaştıktan sonradır ki, yeni bir uyanışla ince ve yüksek medeni mahsuller veren unsurlar haline gelebilmişlerdir.” Şevket Aziz Kansu, Türk Antropoloji Mecmuası'nın 13-14 nolu sayısında yer alan “Türk Irkı ve Türk Dili” makalesinde şunları söylemektedir:

“Türk brakisefal Alp ırkına mensuptur... Alp ırkının diline Turani dil dendiği halbuki bu dilin hakiki isminin Türk dili olduğunu unutmamak lazımdır... Prof.Elliot Alp adamlarının (yani Türklerin) Türk dilini Avrupa'ya naklettiklerini yazıyor...Madem ki Alp ırkının dili eski tabirle Turanidir, yani Türkçedir. Madem ki, Alp ırkı yani Türk ırkı dünyaya yayılmıştır. O halde nüfuz ve temas ettiği her yerde, Asya'da, Avrupa'da, Afrika'da dilimizin izlerine, cezirlerine rastlamak normaldir.”

Yukarıdaki alıntılardan da izlenebileceği gibi, Türk ırkının üstünlüğü tezi, Batı'da oluşturulan Türk ırkının aşağı “sarı” ırkla ilşkili olduğu tezine alternatif olarak, Atatürk'ün emriyle, daha sonra Türk Tarih Kurumu adını alacak olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından oluşturuldu. Gerçekte, üstün veya aşağı sayılmanın hiç bir haklı gerekçesi olamaz. Ancak, Türk milliyetçiliği yönünden, ekonomisi büyük ölçüde göçebe hayvancılık ve yağmacı savaşlara dayanan, ilk yazılı belgelesi (Tonyukuk kitabesi) M.S. 720'ye tarihlenen Türk uygarlığı amaca uygun ve pek çekici değildi. Türk Tarih Tezi, Orta Asya'dan M.S. 1000 dolaylarında gerçekleşen Türk göçlerini, “Türklerin ikinci dalgası” kabul ediyor; asıl göçün M.Ö. 7000-5000 yıllarında, Orta Asya'da yüksek bir uygarlık düzeyinde bulunan Türkler tarafından gerçekleştirildiği iddiasında bulunuyordu. Atatürk'ün en yakınlarından Afet İnan, bu tezi şöyle açıklamaktadır:

“Türk çocuğu... yakın bir tarihte göç etmiş olmakla bu vatanın hakiki sahibi olamaz. Bu fikir tarihen, ilmen yanlıştır. Türk brakisefal ırkı Anadolu'da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu ilk zamanlarda, iklimi müsait olan Orta Asya'da idi.İklim tabii şartlar dahiline değişti. Taşı cilalamayı bulan,ziraat hayatına erişen, madenlerden istifadeyi keşfeden bu halk kütlesi, göç etmeye mecbur kaldı. Orta Asya'dan şarka, cenuba, garpta Hazar Denizinin şimal ve cenubuna olmak üzere yayıldı. Gittikleri yerlere yerleştiler, kültürlerini oralarda kurdular.Bazı mıntıkalarda otoktan oldular, bazılarında otoktan olan diğer bir ırk ile karıştılar. Avrupa'da tesadüf ettikleri ırk tipi dolikosefal idi. Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın mümessilleridir. Biz bugüncü Türkler de onların çocuklarıyız. İşte Atatürk'ün tarih tezi kısaca böyle hülasa edilebilir.” (Aktaran Halil Berktay, Türkiye Tarihi 1.cilt, Osmanlı Devletine Kadar Türkler sayfa.52, Cem Yayınları, 2002)

1932'de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti (daha sonra Türk Dil Kurumu adını aldı) benzer doğrultudabir çalışma yürüttü. Eylül 1932'de toplanan, İlk Dil Kurultayı'nda oybirliğiyle kabul edilen tasarıda şu görüşlere yer veriliyordu:

“İlk uygarlığı kuran Türkler olduğu gibi, ilk uygarlık dilinin Türkçe olduğuna kuşku kalmadı. Bir çok bilim adamı, Türk dilinin Hint-Avrupa dillerinin anası olduğunu belirtmişlerdir. Türk dili yüzyıllardan beri yabancı dillerle karışarak özelliği bozulmuşken bile Doğu uygarlığının başlıca anlatış araçlarından biri olmuştur.” (Aktaran Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek, s.68)

Bu görüşler, 1936 yılındaki Üçüncü Dil Kurultayı'nda Güneş Dil Teorisi haline getirildi. Artık, Türk milliyetçiliği dil ve tarih alanlarında da yüksek Türk ırkını temel alan teori ve tezlere sahipti.

Türk Devleti'nin pratiğinde de ırkçılığı kolayca tespit etmek mümkündür. Eğitim alanı bunun sayısız örneğiyle doludur. Askeri okulların tümüne ve Maden Tetkik ve Arama Cemiyeti gibi kuruluşlara kabulün önde gelen şartı, Türk ırkından veya soyundan gelmek olmuş ve bu durum yıllarca sürdükten sonra kaldırıldığı halde, fiilen korunmuştur. Hıristiyan azınlıklar belli dallarda öğretmen,devlette memur yapılmamaktadır; vakıf mülkleri gasp edilmiştir. Varlık vergisi, 6-7 Eylül 1955 saldırısı, !963'te bir kısım Rumun 24 saatte yurt dışına sürülmesi sayısız ırkçı baskının, çok bilinen örnekleridir.Kürtlerin payına, sürgünler, toplama kampları, dile ve kültüre getirilen yasaklar, askeri harekatlar, komando operasyonları ve zulmün sayısız çeşidi düşmüştür.Türkçe olmayan yer adları, Kürtçe,Rumca,Ermenice ve diğer dillerden gelmiş olmaksızın değiştirilmiş; insanların çocuklarına özgürce isim koymaları hatta soyadlarını belirlemeleri engellenmiş; türkülerin sözleri değiştirilmiş;”vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları gerçekleştirilmiştir.Örnekler, saymakla bitecek gibi değildir. “Türk yılmaz” marşı gibi, okullarda öğretilen ırkçı marşları bir yana bırakıp üç örnekle yetinelim.

İstiklal Marşı'ndan: “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celal”. Harbiye Marşı'ndan: “Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız”. 12 Eylül 1980 darbesinin sembolü haline gelen ve en küçük ayrıntıyı kaçırmayan TRT sansürünün sakıncalı bulmadığı Türkiyem şarkısından: “Kahraman ırkıma girmiş ihanet”.

1930'ların resmi görüşünü ifade eden bir cümle kurarak, günümüz ırkçılğına geçelim: Kahraman ırkın, yıldırımlar yaratan bir ırkın torunları olan, ne mutlu Türküm diyen, Türküm, doğruyum, çalışkanım andını içen, tek ferdi cihana bedel olan, cihan yıkılsa korkmayan, ve muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcut olan Türk, Dünyanın ilk uygarlıklarını kurmuş ve ilk uygarlık diline sahip olmuştur.

GÜNÜMÜZDE DURUM NEDİR?

Türk milliyetçiliği içinde, güçlü bir ırkçı damar varolagelmiştir. Ancak, Nihal Atsız'ın temsil ettiği ve ırkçılığaaçıkça sahip çıkan bir grup dışında, ırkçılığı sahiplenen olmamıştır. Özellikle son dönemdeki tartışmalarda, Türk olmayı vatandaşlık bağıyla veya dil ve kültür temelinde açıklamak yaygınlık kazanmıştır. Bu durumda, ırk,soy, kan ortaklığına yer vermeyen Türk ulusu tanımıyla milliyetçilik-ırkçılık ilişkisinin büyük ölçüde kesilmiş olduğu, insanların ırkçı baskıyı hissetmedikleri sonucuna varmak gerekir. Oysa, yaşanan olaylar durumun hiç de böyle olmadığını göstermektedir. Çok sayıda örnekten bir kaçına yer vermek yararlı olacaktır.

İsmet Berkan, 28 Şubat 2007 tarihli Radikal Gazetesi'nde konuyla ilgili köşe yazısında bir anısına yer vererek “Aralarında Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu dahil çok sayıda Türkçü ve Türkolog ve arkeologla yaptığımız sohbetlerden birinde, herkesin 'Türk' diye bir ırk olmadığına ama 'Türkçe' diye bir dilin olduğuna ikna olduğunu hatırlıyorum” demekteydi.

Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, derhal bir açıklama gönderiyor ve bu açıklama 1 Mart 2007 tarihli Radikal Gazetesi'nde yer alıyordu: “Bugünkü yazınızda 'Türk diye bir ırk olmadığı' gibi bir ifade kullanmışsınız. Biliyorsunuz ki, aynı dili konuşanlar veya aynı kültürü yaşayanlar aynı ırktan gelmeyebilir. Ama, gerek arkeolojik buluntulara, gerekse diğer tarihi kaynaklara baktığımız zaman bir 'Türk ırkı' olmadığını söylemek mümkün değil. Sanırım birlikte seyahatimiz sırasında konuşulanlar, genelde Türklerin iki temel koldan geldiği üzerineydi ve Türk tarihi ile ilgili bazı terimlerin yanlış olduğu şeklindeydi. Siz de yazınızdaki ifadenin maksadınızı aştığını düşünüyorsunuzdur. Zira M.Ö.'sine ait Çin Han hanedanlığı tarihlerinde Türklerden bahsediliyor. Aynı şekilde yine Pazırık ve Yesik Kurgan'daki kazılarda da dünyanın ilk düğümlü halısı ile Altın Elbiseli Asker gibi Türklere ait önemli buluntular elde edilmiştir. Bu bakımdan var olan bir medeniyeti oluşturan bir ulusu yok saymak pek uygun düşmemektedir.”

Burada dikkati çekmesi gereken asıl nokta şudur: İsmet Berkan, “Türk diye bir ırk olmadığını” söylüyor. Yusuf Halaçoğlu bu sözden “var olan bir medeniyeti oluşturan bir ulusu yok saymak” sonucunu çıkartıyor. Bir başka ifadeyle, Türk ırkının olmadığını söylemek, Türk ulusunu yok saymaktır görüşünü yansıtıyor. Kısacası, ırk temelli bir ulus anlayışını ortaya koyuyor. Irk temelini yok sayarsanız, ulusu da yok sayarsınız; varılan sonuç budur. “Aynı dili konuşanlar veya aynı kültürü yaşayanlar aynı ırktan gelmeyebilir” diyen Halaçoğlu, açıklamasının son cümlesiyle, ulus yönünden balirleyici olanın ırk ortaklığı olduğunu, bu olmaksızın ulusun yok sayılacağını söyleyerek, ulus için aynı dili konuşmanın veya aynı kültürü yaşamanın belirleyici olmadığını ifade ediyor. Bunları söyleyen kişinin, Cumhuriyet'in en önemli kurumlarından birisinin başkanı olduğuna dikkat çekmekle yetinelim.

Bir başka örnek, geçtiğimiz günlerde Kıbrıs'ta yaşandı. Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, KKTC Başbakanı Ferdi Sabit Soyer'e herkesin içinde “Türklüğünü ispat et” deyiverdi. Ferdi Sabit Soyer'in Türklüğünü dile getirmesinin yeterli görülmediği, başka şeylerle ispat edilmesi gerektiği TSK mensubu bir general tarafından talep edildi. Buna neden olan da, ayrı bir devlet olarak kabul edildiği söylenen KKTC'nin iktidar partisi CTP Kongresinde , Türkiye Cumhuriyeti'nin İstiklal Marşının söylenmemiş ve şehitler için saygı duruşu yapılmamış oluşuydu.

Diğer bir örnek, Hasan Cemal'in 22 Mart 2007 tarihli Milliyet Gaztesi'ndeki köşe yazısında veriliyor. 21 Mart 1994'te Diyarbakır Polis Evi'nde verilen bir yemekte, bir general “Anladım onun Türk olduğunu...Çünkü dedim ki, gözlerinden hıyanet okunmuyor” cümlesini sarf ediyor. Gözlerden hıyanet okuma becerisini bir yana bırakarak, Türk olmak= Hain olmamak denkleminin ardındaki anlayışa dikkat çekmekle yetinelim.

Örnekler sınırsızca çoğaltılabilir. Nihayet, Hrant Dink'in katli ile ilgili soruşturmanın kıyısından köşesinden sızarak medyaya yansıyan gerçeklere, katile kahraman muamelesine dikkat çekerek, cinayet sonrasında gerçekleşen kimi olayların tanıklığına baş vuralım. Cinayetin öncesi ve sonrası gerçekleşen mitinglerde, “hepimiz Filistinliyiz” ve “hepimiz Iraklıyız” sloganlarına kimsenin itirazı olmadı; fakat aynı empati anlayışını yansıtan “hepimiz Ermeniyiz” sloganı atıldığında fırtınalar koparıldı. Hrant Dink'in cinayet sanığı O.S. “Ermeniyi öldürdüm” diye bağırmıştı. Oysa Türkiye'deki siyasi cinayetler ve sonrasındaki sorgularda, Türkü öldürdüm diyen çıkmamış, komünisti, din düşmanını, haini öldürmek üzerine ifadelere rastlanmıştı.

Son olarak, Milliyet Gazetesi için KONDA tarafından gerçekleştirilen ve “Biz Kimiz” başlığıyla tefrika edilen anket sonuçlarından ikisi üzerinde duralım. Bu anket sonuçlarına göre, Türkiye'de Kafkas kökenli 210.000 kişi yaşamaktadır. Oysa, Abdullah Saydam'ın 1856-1876 arası Kırım ve Kafkas göçleri üzerine verdiği sayılar şöyledir: “Böylece 700.000'e ulaşan bu muhacirlere % 25-30 civarındaki ölü sayısı ve 1865'ten sonra gelenler eklendiğinde, incelediğimiz dönemde, Osmanlı Devleti'ne göç etmek üzere memleketinden ayrılan Kırımm ve Kafkasyalı sayısının 1.000.000 ila 1.200.000 arasında olduğu tahmin edilebilir.” (Abdullah Saydam-Kırım ve Kafkas Göçleri(1856-1876), Türk Tarih Kurumu Yayınları,1997, s.91)

Özellikle Kafkasya'dan göçlerin, 1876 sonrasında da sürdüğü ve bu sayının oldukça üzerine çıktığı bilinmektedir. Bu sayının yaklaşık yarısının Kırım'dan geldiği kabul edilip, sonraki yıllardaki göçler dikkate alınmasa bile,yaklaşık 400.000 Kafkas göçmeninin Osmanlı topraklarında iskan edildiği, bunların Ürdün,Suriye,İsrail ve Balkanlar'da kalan çok küçük bir bölümü dışında bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşadığı söylenebilir. Yine aynı anketten Kafkas kökenliler içinde yer alan Çerkezler'in 150.000 kişi civarında tahmin edildiği anlaşılmaktadır. 1876'ya kadar Kafkasya'dan göçerek iskan edilenlerin 200.000 kişisini Çerkez var sayarsak, 130 yılda Çerkezlerin sayısında ciddi bir azalmanın olduğuna hükmetmek gerekecektir.

O tarihten bu yana Türkiye sınırları içinde yaşayanların sayısında 10 kat civarında artış olurken, Çerkezlerin sayısıca azalmasını izah etmek mümkün değildir. Ortak evlilikler ve asimilasyon da bu büyük farkı açıklayamaz. Çerkezler gibi etnik aidiyetini gizleme derdini az taşıyan bir topluluk dahi, sakıncalı gördüğü için kökenini gizleme ihtiyacını duymuştur. Buna neden olan, toplumsal ve siyasal atmosferin zehirleyici unsurlarıdır.

Aynı ankette Romanlar (Çingeneler) için verilen 30.000 sayısı, tek kelimeyle gülünçtür. Sadece İstanbul'un Sulukule gibi küçük bir semtinde 3.500 Çingene'nin yaşadığı, 30.000 sayısının İstanbul'daki Çingene sayısının bile çok altında olduğu, başta Trakya olmak üzere, Marmara, Ege ve diğer bölgelerde yaşayan Çingenelerin sayısının kıyas kabul etmeyecek oranda fazla olduğu herkesin malumudur. Bunun tek açıklaması, ırkçı baskılara en fazla maruz kalan etnik topluluk olan Çingenelerin, kendilerini gizleme ihtiyacını duymaları nedeniyle böyle gülünç bir sonucunun ortaya çıktığıdır.

TOPLUMDA VE DEVLETTE IRKÇILIK

Türkiye toplumunun bütünü dikkate alındığında, sistematik bir ırkçı anlayışın egemen olduğu söylenemez. Irkçılık, toplumu önemli ölçüde etkilemiş olmasına ve “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” gibi anlayışlar yaygın kabul görmesine rağmen, sistematik bir anlayışın egemenliği noktasında değildir.En yaygın ve toplumun büyük bölümünde yer eden anlayış, Çingenelere karşı olan ırkçı tutumda görülebilir. Bunu, başta Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gelmek üzere gayrimüslimlere karşı ırkçılık izlemektedir. Kürtlere karşı ırkçılık son dönemde gelişirken, Araplar da ırkçılığın daha az yaygın hedefidirler. Bunu azalan ve değişen ölçülerde diğer etnik topluluklar izlemektedir. Son dönemde gelişmesine rağmen, Çingeneler ve gayrimüslimlere yönelik ırkçılık dışında, ırkçılığın Türk toplumunda henüz egemen olduğu söylenemez. Burada din ortaklığının önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Siyasi alanda yer alan MHP,CHP,BBP,ANAP, DYP,DSP,İP gibi partilerde ırkçılık derece farklılıklarıyla gözlenebilir. AKP gibi islamcı kökenden gelen bir partide de yer yer ırkçı etkileri gözlemek mümkündür. Aynı etkiler, işçi sendikaları, barolar gibi kitle örgütlerinde, futbol kulüpleri taraftarları arasında, ATO gibi bir kısım sermaye örgütlerinde, değişik gençlik örgütlenmelerinde oldukça yaygındır ve örnekleri çoğaltmak kolaydır. Irkçılığın, bir yandan lümpenler, diğer yandan eğitim ve gelir düzeyi ortalamanın üzerinde yer alan şehirli sınıflar arasında yaygınlaşması eğiliminin geliştiği tespit edilebilir.Kürtlerden alışverişi boykota kadar vardıran Kemalist eğilimli Türk Solu Dergisi'nin açık ırkçılığı, eğitim ve gelir düzeyi yüksek şehirli sınıflar içinde yaygınlaşan ırkçılığa örnek oluşturmaktadır.

Buna karşılık, devletin ordu, polis, yargı ve bürokrasinin diğer kesimlerindeki kadrolarının üst kesimlerinde, sistematik bir ırkçılığın önemli etkiye sahip olduğu söylenebilir. Son dönemde, kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan çok sayıda emekli subay veya emekli yüksek bürokratın kamuoyuna yansıyan demeçleri veya içinde yer aldıkları örgütlerin faaliyetleri bu durumu yansıtmaktadır. Özellikle Kuvayı Milliye adıyla başlayan emekli subaylar öncülüğündeki dernekler ve bunların birisinde gerçekleşen, “Türk ana-babadan olmak”, “ailesinde dönme bulunmaması”, “ölmek ve öldürülmek” kavramlarının içinde yer aldığı, Kur'an, silah ve bayraklı yemin töreni dikkat çekicidir. Bu insanların, emeklilik sonrası ırkçı düşüncelere kapıldığına inanmak saflık olur. Bir başka önemli nokta, bu tür ırkçı yapıların bir kısmının, mafya örgütlenmesinin bir bölümüyle kurduğu yakın ilişkidir. Irkçıların devletin üst kademesi içindeki ilişki ve yerlerinden yola çıkarak, Türk ırkçılığının emin ellerde olduğunu söyleyebiliriz.

IRKÇILIĞIN PANZEHİRİ

Irkçılığın panzehiri, tüm etnik ve dini aidiyetlerden gelen, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen ve sömürülen emekçi kitlelerini ortak sınıfsal hedefler etrafında sınıf mücadelesinde buluşturmaktır. Sınıf mücadelesi, eşit ve özgür bir sosyalist toplumu hedeflerken, toplumun demokratikleşmesi hedefini de bu mücadeleye tabi olarak ele alır. Ulusların ve dillerin eşitliği, bütün din ve inançlara eşit mesafede duran laik bir devlet yapısının oluşturulması, ırkçılığın bütün tezahürlerine karşı savaşmak, mücadelenin hedefleri arasındadır. Ancak, mücadelede buluşan işçi ve emekçi kitleleri bilinçlerine bulaşan ırkçı-milliyetçi etkilerden, ortak mücadele içinde ve zamanla uzaklaşabilirler. Ancak bu mücadele, kendilerine düşman olarak tanıtılan sınıf kardeşlerinin gerçek dostları olduğunu kavramalarına yardımcı olabilir. Bu mücadelenin, tüm dünyadaki işçi ve emekçilerin mücadelesinin bir parçası olduğunu belirten enternasyonalist anlayış, sınıf mücadelesinin gelişim sürecinde yerleşebilir. Irkçılığa ve şovenizme karşı duran herkesle ortak duruş ve yürüyüşü aksatmaksızın, bizi onlardan farklı kılan bu gerçeği ve farklı hedeflerimizi akıldan çıkartmamalıyız.

Nisan, 2007



D U Y U R U

ETKİNLİK: ANMA

TARİH: 10.AGUSTOS.2010 SALI

SAAT: 19:30 – 22:00

KONU :AZİZ VATAN

KONUŞMACILAR:Feryal SARIOĞULLARI, Hikmet ŞENSES
ve
KONUK KATILIMCILAR

YER: Yaşam Ağacı Derneği

TÜM DOST ve ARKADAŞLARI BEKLİYORUZ.

YAD
YAŞAMAĞACI DERNEĞİ YÖNETİM KURULU

Yaşamağacı Derneği
şehit muhtar mah. Süslü saksı sok. No:19 kat:2

Beyoğlu/TAKSİM

Tel: 0212.244 80 11

Web : www.yasamagaci.org

e-mail: info@yasamagaci.org

yasamagaci@gmail.com



8 Ağustos 2010 Pazar

LİNÇ KÜLTÜRÜ VE FAŞİZM

Ahmet Doğançayır

Türkiye de genel olarak milliyetçi refleks olarak kabul gören tepkilerin şiddete dökülmesi, linçlere yol açması devlet geleneğinde var olan bir uygulamadır. ‘’Milletin haklı tepkisi’’ olarak yorumlanan böylesi tepkilere meşruluk tanınması, hoş görülmesini 6–7 Eylül olaylarında,1960–80 döneminde komünist olarak damgalanan her şeye uygulanan şiddetin korunup kollanmasında görürüz. Son yıllarda benzer şekilde çok sayıda linç girişiminin yerel ve merkezi devlet görevlileri tarafından ‘’vatandaşlarımız haklı tepkilerini göstermişlerdir.’’ sözleriyle yorumlanmasında da gördük. Uzun bir süredir bir devlet politikası olarak ‘’zararlı’’, ‘’tehlikeli’’ sayılan hareketlere, kişilere, gruplara karşı ‘milliyetçi refleksi’ seferber etmek düzenleyici bir tedbir olarak iş görüyor. Devletin şiddet tekelini bir süreliğine erteleyip sorunu gerekirse millete bırakacağını göstermesi açık bir tehdit olarak kullanılıyor. Bu hem sorun sayılan kişi ve guruplara karşı bir tehdit, hem de icabında diplomasi masasına sürülen bir koz olarak kullanılıyor. ‘’milletin tepkisini kontrol edemeyiz’’gibi edilen sözler de bu tehdidi sadece dile getirmekle kalmıyor alttan alta onu teşvik ediyor. Daha önemlisi bu yöntemin karşılıklı onaya dayanarak üretilmesidir. Reflekse, hassasiyetlere seslenen kampanyalar öfke ve saldırganlığı serbest kalan toplulukların kitle hareketliliği içinde kimlik bulma ve bunu milliyetçilik ortamı içinde eritmelerine katkıda bulunuyor. Bayraklı protestolar toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Kınama ve protesto gösterileri, hukuki ve sosyal kontrolden bağımsız olduğunu düşünen insanları ‘’düşman’’ değil ‘’kendilerinden’’ olmasını sağlayan bir linç gurubuna dönüştürüyor. Bu şekilde kolaylıkla linç topluluğuna dönüşebilecek kalabalıklar kendine düşman ararlar. Zaten faşizmin ‘’kitleyle’’ buluşmasını sağlayan da budur. Düşman aramak!
Hemen bütün sosyalleşme yapılarının krizde olduğu, üstelik insanların büyük kısmının canının burnunda olduğu bir toplumda kalabalıkların kendilerini içinde güçlü hissedip milli kimlikle meşrulaştırdıkları reflekslerini dışa vurmaları birileri için gaz alma aracı olarak değerlendirilirken, kimileri için yeni imkânların araştırıldığı bir alışkanlık olacaktır.
Milliyetçi reflekslerin meşruluğuna ve kollama mekanizmalarına dayanarak örgütlenen, bunun üzerinden siyaset kuran grupların varlığını unutmamalıyız. MHP ve BBP in temsil ettikleri bu çizgi rejimin bir ‘’idare etme’’ aracı olarak başvurduğu bu refleksi siyasal güç olarak kullanıyor. Onun yeniden üretilmesini, sağlıyor. Bu potansiyeli kontrol altında tutabilecekleri tehdidini sergiliyor.
Milliyetçi refleks ve faşizm
Türklüğü ölçme aracı haline gelen ‘yurtseverlik’ duygusu her ne kadar bozulmamış ezberlerin kulaklarına hoşluklar çağrıştırıyorsa da ‘iç ve dış mihraklar’ Ve ‘şer odakları’ karşısında cepheler açmaktadır. Vatanı sevmek davranışı devletin ve toplumun her an saldırıya uğrayacağı, taciz edileceği ve bölüneceği gibi bir korku psikolojisini harekete geçirerek toplumu bir linç ortamına sürüklemektedir. Her türden milliyetçilik ezilenin kurtarılması için üretilen bir dille popülerleştiriliyor ve üzerinden getiri elde edilen meta ya dönüyor. Faşizm ve onun türevleri bu yolla gündelik hayatımıza giriyor ve onu şekillendiriyor. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Artık ‘insan ölebilir veya öldürebilir, her şey vatan için’ düşünceleri ile kitle psikolojisi işletilerek milliyetçileşmenin yarattığı parçalanma kabul edilebilir kılınıyor. Yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınılacak alan oluyor.
Bu ülkede ‘yurtseverliğin’ iyi bir şey olduğu, suç ve belaların ise aşırıya kaçmaktan kaynaklandığı söylendi. Ancak ‘yurtseverlik’ bir kez yüce bir değer sayıldıktan, hatta kutsallaştırıldıktan sonra daha fazla ‘yurtseverliğin’ daha iyi ve en fazlanın da en iyisi olduğu söylemi meşruiyet, hâkimiyet kazanır. Sorun milliyetçilikle, faşizmle değil ‘yurtseverliği’ her şeyin önüne koymakla başlıyor. İnsanlar baskıyla yozlaşır. Yozlaşma arttıkça kaba kuvvete teslim olması kolaylaşır vicdanlarının sesini susturabilmek için baskıcının tarafına geçip kurban aramaya başlarlar.
Böyle bir durumda yani eski insani değerler sisteminin ve sosyalleşme kanallarının dağıldığı üstelik giderek ağırlaşan ekonomik sorunlarla boğuşan tek başınalık, yalnızlık duygusunu yaşayan insanlara seslenecek bir faşist hareket onlara saldırgan bir ulus organizmasının parçaları olma çağrısı yaptığında etrafında koşup gelecek yığınla insan bulabilecektir.
Faşist hareketin ülkede ki bu ruh halini kullanması için ortamlar bulabilme imkânları oluşmuştur. Ortada aldatıldığı kandırıldığı şüphesini taşıyan insanlar değil iyi bir seçim yaptığını düşünen ve ya buna inanan insanlar vardır. Bu düşünce ve inanca dayanıldıklarını ciddiye alıp gereğince sarsmadıkça değiştirmenin imkânı yoktur.
Faşist harekete yönelmiş kitlelere ilişkin olarak “aldatılıyorsunuz” “kullanılıyorsunuz” şeklinde yapılan ideolojik mücadelenin sözü edilebilir hiçbir etki yaratmaması aksine ters tepki yaratıp o insanların konumlarını daha da katılaştırması bundandır.
Milliyetçi refleks etkin olabilmek için mutlaka cevap vermesi gereken bir ihtiyaca karşılık düşer. Bu ihtiyaç birilerinden veya bir ulusun üstün oldukları hissiyle doyurulabilir. Normal işleyişin halen sahip oldukları üstünlük duygunun zedeleyeceğini vaktiyle aşağı saydıklarını eşitleri haline getirebileceğini sezen toplulukların halen hâkim kimlik olan ulusa ait olmayı ön plana çıkarmaları ve buna tutunmaları faşizmin kuralıdır. Bugün Kürtlere eşit hak doğrultusunda adım atılması ve ya bu sonuca dolaylı olarak götürebileceği varsayılan iç-dış politik düzenlemeler gündeme geldiğinde anti Kürt tepkinin arttığı ve açık ırkçı nefret ifadeleri taşıyan düzeye vardığı görülüyor. Mevcut sistemin kapı bekçiliği yapan medyanın da bu linç ortamından beslendiğini ve onu beslediğini görmek gerekir.
1970li yılların sonlarına doğru antikomünizmi anti Alevilikle kaynaştıran Sünniliğin Alevilere karşı tarihsel geleneksel önyargılarını ve egemen konumunu koruma refleksini harekete geçiren bu etnik kışkırtmanın aktörleri MHP’nin uzantısı AP ve MSP himayesindeki ülkü ocaklı faşist militanlardı. Tertiplenen kışkırtmalarda sadece MHP seçmeni ve kendisine milliyetçi diye niteleyen kitle değil kendisine muhafazakâr, dindar hatta liberal diyen kitleler sünnilik ve anti-komünizm adına saldırıya geçebiliyordu. Şimdi ise kısmen antiemperyalizm görüntüsüne ihtiyaç duymakla birlikte doğrudan Türk milliyetçiliği bayrağı altında toplanan cephenin hedefinde Kürtler yer almaktadır. Metropollere göç etmiş milyonlarca çoğu Sünni Kürt buralarda yerleşik çoğunluk Sünni-Türk nüfusun boy hedefi haline gelmiştir. Bu durum faşist hareketin benzer refleksler ile harekete geçebilecek yığınlarla buluşmasına kitleselleşmesine yol açabilecektir. Karşısında güçlü bir direnişle karşılaşmaması ise ona gereken güveni kazandıracaktır. Vaktiyle MHP yönlendiriciliğindeki faşist çetelerin özellikle sağ kitleleri Maraş ve Çorum da ki gibi kitlesel katliamlara sürüklemesine benzer bir senaryonun bu kez geleneksel ülkücü faşist milliyetçiliğin özellikle kritik kentlerdeki kitlesel gücünü çok geniş kapsamlı kitlesel katliamlara çatışmalara sürükleme biçiminde devreye sokabileceğini hatta kimi kentlerde soktuğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak böylesi saldırıların tüm ülke alanını kapsaması ve yayılmasıyla oluşacak meydan savaşı “kurumlar arası savaşı” gereksiz bir formalite derecesine indirecektir.
Bugün halkın önemli bir kısmının bilerek isteyerek ırkçı davranış ve fikirleri sahiplendiğini, linç hareketlerinin birkaç faşistin kışkırtmasıyla gerçekleşmediğini görmemiz gerekiyor. Bugün “Amerika defol bu vatan bizim” diyenler, cezaevlerindeki muameleleri dile getirenler hemen Kürt ve PKK lı olarak tanımlanıyor. “Amerika defol bu memleket bizim” gibi kapitalizmin dinamiklerini bir yana koyan devletin rolünü, sınıf çelişkisini ikinci plana iten silikleştiren sloganlar milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacaktır.
Solun sorunu
Bu çerçevede sıkça tartışılan mahalle baskısı denen olayın sadece İslam’dan kaynaklandığını düşünmek gerçek bir toplumsal baskı yaratan bu ortamdan kurtuluşu biraz daha ertelemek anlamına gelecektir. Soyut bir anti-emperyalizm sömürüsü ve cumhuriyet elden gidiyor feryatları üzerinden oluşturulan milliyetçi toplamın MHP ve BBP gibi faşist partilerin güçlenmesine önayak olacağını görmek gerekiyor. Çünkü onlar kantarın topuzunun bu şekilde kaçmasını günün pratik gerekliliği olarak görüyorlar. Geçmişteki saldırgan görüntüsünden çok farklı bir usluluk halinde yayılmaya çalışan ve bundan da sonuçlar alan faşist hareket ne düşüncesini değiştirmiş ne de kuzu postuna girmiştir. Solun bu noktada durumunu netleştirmesi gerekir. Solun derdi devletin/sistemin sorunları çözmesini beklemek ve devlet/sistemin akıl hocalığı geleneğine geri dönmek mi? Yoksa devleti/sistemi karşısına almak mı?
Şu gerçeği bir kez daha belirtelim Burjuva sınıfları ilgilendiren hiçbir zaman ana yurdun savunulması olmamıştır. Onu pazarların, hammadde kaynaklarının, etki alanlarının ve mülkiyetlerinin savunulması ilgilendirir. Burjuvazi anayurdu ana yurdu savunmak için savunmaz. O özel mülkiyet haklarını, kârlarını savunur. Bu kutsal değerler tehlikeye girdiğinde anında yurtseverliği rafa kaldırır. Resmi yurtseverlik sömürücü sınıfların çıkarlarının maskesidir. Ezilen sınıfların ve sınıf bilinçli işçilerin bu maskeyi yırtıp atması gerekir. Onlar burjuva anayurdu değil, kendi topraklarında ki zulüm ve baskıya karşı mücadele eder tüm dünyanın emekçilerinin kurtuluşu mücadelesini başat kılarlar
Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.
Bugün milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık gibi kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hat yeterince oluşturulur ve mevcut kapitalist sosyo-ekonomik toplumsal sistem yok edilirse ancak o zaman dinsel ve milli kavramların yarattığı her türden ayrımcılığı, dışlama ve yok sayma politikalarını, ‘’mahalle baskılarını’’ ortadan kaldırmak ve toplumsallaşmış insanı yaratmak mümkün olur.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Çıkmaz ve Dört Sosyoloji

Yıldırım Onat

Bir ulus-devlette sıra dışı konjonktür, sıra dışı analizi gerektirir. Tabii ki, sığ ideolojik-kültürel tekerlemelerden medet umulmuyorsa... Baskın sosyo-kültürel karakteri, kimi Balkan motiflerini içerse de, Ortadoğululuk olan bu coğrafyanın da sıra dışı süreç yaşadığı aşikardır. Bunun için AB grubu ana akım gazetelerine şöyle bir 15 dakika ayırmak birkaç ünlü köşe yazarını okumak yeterli. Hem üst sınıflar hem de alt sınıflar huzursuz. Bir ülkenin en bağlayıcı hukuk belgesi olan anayasa değişikliği tam bir toplumsal ayrışmaya yol açtı. Tarafların eleştiri dozu sert, tahammülsüzlük de son sürat. Böyle bir ilginç dönemin sosyolojik açıdan tek olumlu yönü bulanık suların berraklaşması, siyasi söylemlerin daha açık bir hal alması, dolayısıyla görüntünün netleşmesidir. Örneğin, CHP’nin yeni liderinin Dolmabahçe görüşmesinin tarafı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a ilişkin, “Sözde muhtırayla AKP’ye tepside iktidar sundun. Karşılığında mükafatlandırıldın. Hesabını iktidarımızda yargıda vereceksin” mealindeki sözleri “demokrasi” adına manidar manevralardan biri.

KÜRTLERE AĞIR YANIT
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in de PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm tezini, “sınırlar değişmeden iki bayrak iki parlamento olsa ne olur” sözleriyle kamuoyuna izah etmesi de netleşmenin izdüşümleri arasında çok önemli olanlarından biri. Daha az önemli olmayan ise Baydemir’e yönelik iktidar-muhalefet tepkileri. AKP, Baydemir’in organlarının yer değiştirdiği cevabını verdi. CHP ve MHP de “bu ne cüret” tepkisini gösterdi. Halbuki önerilen şey, etnik soruna AB üyeleri İspanya ve İngiltere, Fransa ve ABD’deki eyalet tipi formüllere paralel bir formüldü. Hatta sağ milliyetçi Kürt çevrelerin bağımsızlığı öngörmediği için basitçe “hainlik” olarak bile muhalefet edebilecekleri bir tezdi. Ama buna yanıt hakaret oldu. Öcalan, zaten ret halinde neler olabileceğini söylediği için daha fazla yoruma hacet yok.

SIKINTILI MERKEZ
Ergenekon’dan laikliğe, Kürt meselesinden AB sürecinin çöküşüne tüm bu hallerin sosyolojik bugünü ve dünü var. Bugün Türkiye’de TÜSİAD’la Genelkurmay’ın oluşturduğu bir Merkez, İslami bir hareket, bölgesel etnik bir Kürt hareketi ve ordu ile devlet bürokrasisinin en sağ radikal unsurlarından oluşan ve Ergenekon olarak nitelenen faşist bir hareket bulunuyor. Her biri ayrı ideolojik-kültürel vizyonlara sahip bu hareketler ülke gündemini belirliyor, bu etki sınırların ötesine de doğal olarak geçiyor.
Krizin çok önemli bir bileşeni Merkez’in 2001’de ekonomik-siyasi depresyonla iktidardan düşürülmesi ve de bir türlü münasip siyasi aktörlerinin de geri dönememesi. Ergenekon, işte bu geriye düşmeyi gerekçe göstererek, askeri-terör metotlarla iktidara gelmeyi hedefleyen bir şebeke olarak kendini gösterdi. AKP bir tehdit olarak gördüğü için buna karşı harekete geçti.
Operasyonu ABD ve AB de destekledi. Ergenekon tam anlamıyla homojen değildi. Çin-Rusya eksenine katılmak isteyenlerle 28 Şubat türü, NATO’da kalınacak bir muhtırayı yeterli bulanlar vardı. Belki ilk grup sayıca azdı ama kriz anlarında radikal söylemle inisiyatif alıp, daha “mutedil” görünen diğeri kanadı rahatça gölgede bırakabilirdi. Böyle bir tehditle karşı karşıya kalan
AKP harekete geçti. Sonra da kendi projesine yönelik tehdidi tasfiyeyi tamamlamak için Anayasa’yı değiştirme kararı aldı.

HUKUKU DEĞİŞTİRMEK
Anayasa değişikliğinin, esas olarak yargının AKP’ye yönelik direncini kırmayı hedeflediği meseleye objektif bakma çabasında olan pek çok gözlemcinin paylaştığı bir husus. Çünkü AKP bir partiden ötesini İslami-Sünni kültürel kodlara göre toplumsal hayatta var olmak isteyen bir sosyolojiyi temsil ediyor. Merkez’in de yanıtı, çok satan gazetelerinden birinde muhafazakar sermayenin güç kazandığı yönünde okurlarını uyarmak ve Silivri’de tutuklu bir albayın geçmişteki “başarıları”nı okutmak oluyor.
Aslında Merkez’in bazı 68-78 Kuşağı kalemleri yanlış giden bir şeyler olduğunu görüyor, kendi konumlarına göre cüretkar ve dürüst yorumlar da yapıyorlar. Ama tabandan kitlesel bir hareketlenmenin olmaması sonucu bunlar etkili olmuyor.

TÜSİAD KONUŞUYOR AMA...
TÜSİAD’ın yeni başkanı liberal demokrasi konusunda ne kadar sözünü sakınmayan bir lider olursa olsun o da, o tezlerin gerçekleşmesi yönünde gerekli basıncı sağlayacak tabandan gelen bir güç olmayışı realitesine çarpıyor. Merkez’in Genelkurmay kanadı da TÜSİAD’a şöyle diyor: “27 Mayıs, 12 Mart ki işte bu zamanlarda sen doğdun, 12 Eylül ve de 28 Şubat... Ne yaptıysam senin iyiliğin içindi. Konuşabilirsin ama insafsızlık etme.” Gerçekten de 1970 çok önemliydi. Bugün faal dört sosyolojiden ikisi doğdu: TÜSİAD-Ordu ittifakı ve Sünni hareket. 1980 Darbesi Kürtlerin CHP merkez solundan ayrılma sürecini başlattı. Şimdi ortada bir anayasa değiştirme operasyonu ve dört sosyoloji var. En güçlüsü yani TÜSİAD-Genelkurmay ittifakı AB-ABD vizyonunu zayıflamış bir AKP’yle tercih ediyor. Yeni anayasayı AKP’nin aracı olarak görecekleri için bu kanat ağırlıklı olarak “hayır” diyecek. Kürt hareketi BDP, boykot kararı kaldı ki, bu şekilde hem AKP’yi hem de Merkez’i reddederek tutarlı bir tavır takındı. Yalnız Baydemir’in zemin yoklama maksatlı kamuoyuna açıkladığı “Demokratik Konfederalizm” tezine hem Merkez hem de AKP’den gelen sert tepki, Kürt meselesi ekseninde şiddeti artıracaktır. Genelkurmay, TÜSİAD ve AKP arasında bu tezi sadece TÜSİAD’ın tartışılabilir bulması saptaması yapılsa bile, Genelkurmay engeli ortadadır. Son olarak ordu ve devlet bürokrasisinin en radikal sağcı unsurlarının yani faşistlerin oluşturduğu neo-İttihatçı Ergenekon bulunuyor. Bu da içinde çeşitli partileri dernekleri de barındıran, diğer üç sosyolojiye göre nicel olarak zayıf ama kriz, gerilim anlarında etkili olabilecek hatta iktidara oynayabilecek bir güce işaret ediyor.

SOLUN SON MÜDAHALE ŞANSI
Demokratikleşme yönünde çalışan sınıfların kitle örgütlerinin dayatması da olmayınca, Dörtyol, İnegöl tipi provokasyonlar gündeme geliyor. Maalesef Türkiye, güneyindeki Irak ve de batısındaki eski Yugoslavya’dan çok da uzakta değil. AKP zayıflama sürecine girdiği için CHP-MHP güçlenecek. Kürt hareketi daha da ağır baskı altına alınacak. Sonuçta bunu şiddetli tepki izleyeceği için etnik kopuş dinamiği güçlenecek. Ergenekoncuların sesi daha çok çıkacak. Tek çıkış yolu sol kitle örgütlerinin yani parti, sendika ve derneklerin temel emek ve demokrasi talepleri etrafında sokağa çıkmaları ve Kürt hareketiyle yapıcı bir bağlantı kurmaları ve son bir çabayla halk nezdinde hem Merkez’i hem de AKP’yi hem de Ergenekon’u teşhir edecek
atılımlar yapmalarıdır.