21 Kasım 2010 Pazar

‘’Laik’’ Türkiye’de Kanaat Önderliği

Ahmet Doğançayır
Bugün dinsel baskıdan söz ediliyor. Hem de galiba oldukça aşırı bir dille. Çünkü bu baskı bize en sinsi, en zedeleyici gibi görünenidir. İnsandan gelen her şey gibi dinler de zaman içinde türlü biçimler almışlardır. Çoğu kaybolmuş, yerine değişen koşullara daha iyi uyan başkaları gelmiştir. Ve manevi âlemin en etkili silahı olan suçluluk duygusunu daha çok kullanır oldular.

12 Kasım 2010 Cuma

İttifaklar ve Cepheler Üzerine Bazı Sorular

Hakkı Yükselen

Referandum öncesinde ve sonrasında her ne kadar üst perdeden bir söylem tutturulmuş olsa da, bu memlekette sosyalizmin gerçek durumu “Ne olacak bu sosyalistlerin hali!” boyutunun ötesine geçebilmiş değil. Ancak bu anlaşılabilir bir durum; nihayetinde başkalarının tayin ettiği gündemler içinde yol almaya çabalıyoruz! Gündem yaratacak, gündemi yönlendirecek gücümüz yok; etken değil, edilgeniz. Üstelik birkaç istisnai durum dışında, sorunlar önümüze öyle sosyalizm ve sosyalist mücadele açısından “saf” ve “ideal” halleriyle de gelmiyor. Ayrıca tarihsel olarak neyi temsil ediyor olursak olalım, güncel gerçeğimiz, herhangi sosyal-politik ağırlığımızın, etkimizin ve temsil gücümüzün olmamasıdır.

Peki bu durum nasıl aşılacak? Sorun burada başlıyor. Sınıf mücadelesi alanındaki “umutsuz” durum ve sosyalistlerin hali pür melâli, bazı kestirme çözüm yollarını da gündeme getiriyor; bazen bir çaresizlik duygusuyla, bazen de en devrimci gerekçelerle!

Kestirmeden Gitmek!

Kestirme çözümlerin ve çıkış yollarının en evrensel “değere” sahip olanı kuşkusuz popüler ve kitlesel bir gücün peşine takılmaktır; çünkü bu tür akımların iktidarda olmadıkları zamanlarda bile, sırf kitlesel ve popüler olmaktan kaynaklanan bir dinamizmi ve elbet bir çekiciliği vardır. Sosyalist hareketin uluslararası tarihi bu tür yönelişlerle doludur. Genellikle işçi sınıfı hareketinin gerilediği, yakın bir gelecekte herhangi bir yükseliş olasılığının görünmediği (veya görülmediği!), işçilerin sosyalistlerin hızına ayak uyduramadığı (!) durumlarda veya ağır yenilgilerin ardından her biri son derece “makul” ve devrimci olan çeşitli gerekçelerle başvurulan bir çaredir bu. Ancak çoğu defa bu yola girenlerden bir daha haber alınamadığı veya başlangıçtaki amaçlarıyla sonunda vardıkları nokta arasında ideolojik ve politik olarak ciddi farkların olduğu bilinir!

Sosyalist hareketin ulusalcı ve liberal kesimlerinin burjuvazinin çatışan güçlerinin peşine takılması son referandumdan öncelere dayanır. Referandumdaki farklı tutumlar, kısmen bu ayrışmayı da içermekle birlikte, burjuvazinin hiçbir kanadına “ilişmemiş” devrimci sosyalistlerin siyasi taktikler konusundaki farklılıklarının da bir ifadesidir. Bu taktiklerin temel amacı, sosyalist hareketin içinde bulunduğu durumdan kurtuluşunun ve güç kazanmasının bir yolunu bulmaktır. Ancak kimi zaman bir çaresizlik duygusunun eşlik ettiği bu arayışın, zaferden zafere koşuluyormuşçasına, mesnetsiz bir özgüvene dayalı üst perdeden bir söylem eşliğinde sürdürülmesi acı gerçeğimizi değiştirmez.

Herkes “çıkışın” ancak ittifaklar, hatta cepheler yoluyla olacağı kanısındadır. Bu bakış çok genel ve soyut anlamda yanlış değildir. Malûm yalnızlık sadece Allah’a mahsustur! Ancak mesele somut olarak, yani tarihsel bağlamında ele alındığında, hiçbir ittifakın, cephenin ve taktiğin öyle kendiliğinden devrimci ve doğru bir yolu işaret etmediğini ve en önemlisi bu “işin” kestirme bir yolunun olmadığını görürüz.

Kürtlerle İttifak

Devrim ve sosyalizm hedefini terk edenlerin durumu bir yana, bizim asıl tartışmamız gereken devrimci sosyalistlerin önerdiği çıkış yollarıdır. Bu kesimin içinde, anayasa değişikliği referandumunda da ortaya çıktığı üzere, var olan durumu aşmanın, siyasi bir özne haline gelebilmenin ve politika yapabilmenin başlıca yolunun Kürt ulusal hareketiyle ittifak, hatta bir cephe kurmak olduğu düşüncesi ağırlık kazanıyor. Kritik geçiş noktalarında politik tutumlar, Kürt ulusal hareketinin yönelişlerine göre biçimlenmeye başlıyor. Üstelik bazı (bireysel veya gayrı resmi) ifadelerde bu söylem “ittifak” ve “cephe”nin de gerisine düşerek sadece bir “destek”, hatta “tutunma” düzeyine inebiliyor. Gerekçeler ister çok iddialı bir ses tonuyla, ister alabildiğine tevazu dolu bir ifadeyle öne sürülsün, sonuç değişmiyor: Başkasının kitlesini ve gücünü kullanarak işin içinden çıkabilmek, politika yapabilmek, hatta hayatta kalabilmek!

Kimse Kürt ulusal hareketiyle ittifaka ve enternasyonalist dayanışmaya karşı olduğumuzu düşünmesin. Kürt ulusunun, bağımsız bir devlet kurmak da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını desteklemek devrimci bir görevdir. Ezilenlerin mücadelesine destek ilkesel bir tavırdır. Bu bütün ilkelerimiz gibi, “ahlaki ve duygusal” değil, politik bir temele dayanır; sosyalizm açısından toplumsal kurtuluş mücadelesinin yolunu açmayı hedefler. Zaten bu nedenle ulusal kurtuluş mücadelelerine yönelik tavrımızda en yüksek ilkemiz, proletaryanın birliği ilkesidir.

Yani ilkelerle ilgili bir sorunumuz yok. İlkesizlik çok kötü bir şeydir. Ancak sabahtan akşama kadar sadece ilkeler üzerine vaaz vermek ise, çok konuşup siyasi olarak hiçbir şey söylememenin veya gerçek durumu saklamanın en gösterişli yoludur. Bu nedenle ilkeler üzerine yapılacak her tartışma, özellikle Kürt meselesi gibi can alıcı bir konuda, bir takım soyutlamalar üzerinden değil somut durumlar ve gerçek sorunlar üzerinden sürdürülmelidir…

Uzaklarda Bir Ülke!

Çok ilginçtir, bu memleketin Kürt meselesi çoğu zaman sanki iki-üç bin kilometre mesafedeki bir sömürgede cereyan ediyormuşçasına uzak bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Bu bakış, sadece ilgisizlik anlamında değil, kimi zaman da çok ilgili bir biçimde ortaya çıkmıştır. Türklerle ve Kürtlerin ilişkisi, sadece ulusal mücadele bağlamında değil, sosyalizm bağlamında da çok eskilere dayanmasına rağmen (Ki, iç içe yaşadığımız, aynı çatılar altında birlikte mücadele ettiğimiz dönemler oldu.) yaklaşık son otuz yıldır “sınıf” ve “toplumsal kurtuluş” söyleminden uzak bir seyir izlemektedir. Bunun doğal sonucu ise iki tarafın sollarının birbirinden giderek uzaklaşması, ilişkinin adeta diplomatik bir havaya bürünmesi ve bazen karşılıklı milliyetçilik suçlamaları olmuştur.

İlişkilerin böylesine yoldaşlıktan uzak “diplomatik” bir karakter kazanması nedeniyle mücadelenin gerçek meseleleri, ortak konular ve sürecin toplumsal-sınıfsal boyutları, yani sosyalizme ve sınıf mücadelesine ilişkin yönü konuşulamaz hale gelmiştir. Bunların konuşulması zorunludur; aksi halde iki tarafın da hayrına olabilecek bir ilişki kurmak mümkün olmayacaktır.

Bu konuda daha önce de ortaya atılmış ama nedense konuşulmaya değer bulunmamış, adeta yok farz edilmiş bazı sorunları ve soruları bence yeniden gündeme getirmeliyiz.

*Mesela “Türk tarafı” olarak, bugünkü toplumsal ve politik “hiçlik” durumundan, ilişkiye hangi “tumturaklı” adı verirsek verelim, Kürt hareketini “destekleyerek”, gerçekte ise takip ederek veya ona “ilişerek” kurtulmamız mümkün müdür?

*Bu tutumumuzla, bir yandan işçi hareketini örgütleyip devrimci önderlik sorununu çözmeye çalışırken, yani aynı zamanda kendimizi örgütleyip var ederken, öte yandan devrimci sosyalistlerin önderlik etmediği bir ulusal kurtuluş mücadelesini “daima komünist eleştirinin darbeleri altında tutmamız” mümkün olabilir mi? “koşullu ve eleştirel destek” tavrımız sadece “destek”le mi sınırlı kalacaktır?

*Her şeyden önemlisi, bu halimizle koşullarımızın ve eleştirilerimizin bir etkisi olabilir mi? Ulusal hareketin önderliği, kadroları, kitlesi ve en önemlisi ezilen ulus bu durumda bizi kale alır mı?

*Bu “muhtaç” halimizle ezilen ulus devrimci sosyalistleri ile dayanışmamız, ezilen ulus içindeki devrimci sosyalist bir önderliğin inşasına yardım etmemiz mümkün müdür? Yoksa “diplomatik” nedenlerle böyle bir ihtimali yok mu saymalıyız?

*En az bunlar kadar önemli olarak, ezilen ulusun mücadelesini küçük burjuva devrimci-demokratların, milliyetçi devrimcilerin, dincilerin, hatta liberallerin tekeline bırakmayı kabul mü edeceğiz? Yoksa Kürt toplumu, sınıf ve sınıflar mücadelesi gerçeğinden muaf, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” midir?

*Kürt ulusal önderliğinin “bağımsız Kürdistan” hedefinden vazgeçtiği şartlarda, sosyalistler olarak Kürt işçileri ve emekçilerinin ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığı ve toplumsal kurtuluşu sorununu mücadelenin hangi aşamasında gündeme getirmeyi düşünüyoruz?

*Kürt önderliğinin “demokratik cumhuriyet” önerisiyle işçi ve emekçiler de dahil bütün Türkiye’ye rejim biçtiği bir durumda sosyalistlerin hem Türk, hem de Kürt halklarına bir “işçi-emekçi cumhuriyeti” önerisiyle gitmesinin ve bir sosyal kurtuluş projesi sunmasının önündeki engeller nelerdir?

*Kürtler için (aynı bir zamanlar, hatta bazıları için şimdi bile, Türkler için düşündüğümüz gibi!) her biri çeşitli hükümet biçimlerine tekabül eden “aşamalardan” oluşan bir “devrimler silsilesini” mi uygun görüyoruz? Sınıfsal görevler, ulusal ve demokratik görevlerin ardından mı gelir?

Somut Durumlar

Bütün bunlar soyut, uzak ve teorik mevzular olarak görülebilir. O halde meseleyi biraz daha güncelleyelim. Mesela son referandum sürecinin ortaya çıkardığı bazı somut durumlar üzerinden gidebiliriz. Sormaya devam edelim:

*Özellikle son referandumda ortaya çıkan, Kürt burjuvazisinin siyasi olarak ayrışma eğiliminin Kürt işçi ve emekçilerinin de ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığı açısından bir karşılığı olması gerektiğine inanıyor muyuz. “Siyaset tekeli” Kürt burjuvazisi ve “cemaatler” açısından kırılırken Kürt işçi ve emekçileri, sosyalistleri açısından devam edecek midir? Böyle bir bağımsızlaşma önerisi davaya “ihanet” olarak kabul edilebilir mi?

*Kürt hareketi içinde, hareketin bütün dinamizmine, kitleselliğine ve mücadeleciliğine rağmen sosyalizmin nasıl gerilediğinin ve milliyetçi, liberal, sivil toplumcu eğilimlerin nasıl güçlendiğinin farkında mıyız? Burjuvazinin yeni kapılar ve güvenceler bularak veya sınıfsal içgüdülerle ayrışması veya Abdullah Öcalan’ın kapitalizm hakkındaki olumsuz görüşleri Kürt ulusal hareketi içinde sosyalist bir alternatifin kendiliğinden ortaya çıkmasını sağlayabilir mi?

*Devrimci sosyalizmin bazı kesimlerinin referandumda “boykot”un ve daha sonraki “cephe” projelerinin sağlam gerekçelerinden biri olarak öne sürdükleri Kürt hareketinin “boykot” kararının, eğer hükümetin tasfiyeci tavrı olmasaydı “evet”e dönmüş olacağının, Kürt halkının ve siyasi kadrolarının büyük bir çoğunluğunun gerçekte “evetçi” olduğunun farkında mıyız?

*Bir “cephe” durumunda, Kürt ulusal hareketinin önderliği itibariyle izlemesi kaçınılmaz inişli çıkışlı seyre ve hemen her ulusal hareket için kaçınılmaz olan manevralara, uzlaşmalara tahammül gücümüz ne olacaktır; hele ki gerçek bir gücü temsil etmediğimiz gerçeği düşünüldüğünde?!

*Gerçek ittifaklar ve cepheler “gerçek güçler” arasında kurulmaz mı; sosyalistlerin gerçek bir güce sahip olmadığı böyle bir durumda bu ittifak veya cephe içindeki rolümüz ne olacaktır? Toplumsal güç anlamında neredeyse “yok” hükmünde olduğumuz bir ilişkide, geleceğimizi başkalarının tahammül ve hoşgörü sınırlarına emanet etmiş olmayacak mıyız?! Her şeyden önemlisi biz böyle bir ittifak veya cephede kendimizden başka neyi temsil edeceğiz? Yoksa bu yolu izleyerek ileride kazanacağımız proletarya desteğini teminat göstererek güçlü bir konum kazanacağımızı mı düşünmekteyiz?

*Cephe sorunu, en azından devrimci sosyalistler, devrimci Marksistler açısından esası itibariyle sınıfın birliği ve burjuvaziden bağımsızlığı sorunu değil midir? Gerçek bir birleşik emek cephesi, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birliği temelinde kurulmayacak mıdır? Böyle bir sorunu bugünkü durumumuzu bahane ederek ve Kürt ulusal hareketinin kitlesel gücünün sağlayacağı birkaç milletvekilliği karşılığında görmezden gelebilir miyiz?

Basit, ama cevaplanması gereken sorular; sonuç olarak, “İttifak meselesi bu sorulara cevap vermeden sağlıklı bir çözüme ulaşamaz. Bu aynı zamanda “kestirmecilik” tuzağına düşmemenin de yoludur. İşçi sınıfına ilişkin temel görevlerimizi yerine getiremediğimiz sürece, onun yerine, ne kadar “ilkesel” de olsa başka görevleri koyarak makûs talihimizi yenmemiz mümkün değildir.

Akıntıya Karşı!

Devrimci öncü zor zamanlarda akıntıya karşı yüzerek inşa edilir. Böyle zahmetli işlerle uğraşmaktansa akıntı yönünde yol alma gibi bir “cinliğe” başvurmak da mümkündür. Ancak burjuvaziyi “çarpmak” kolay değildir.

‘Gerçekçilik’ ve ‘zorunluluk’ adına başka bir şey olmamak için kendimiz olmak zorundayız. Bu, elbette yukarıda belirtildiği üzere ‘akıntıya karşı’ yüzmeyi gerektirir ve aslında en ‘gerçekçi’ yoldur. Siyaset gerçek manada ilkeli olmanın ve kararlılığın yani sıra akıl, fikir, zekâ, kavrayış ve esneklik de ister. Ancak bu yolun kestirmesi yoktur. İkamecilik kaldırmaz. Zaten devrimci Marksizm açısından işçi sınıfının yerine konulabilecek başka bir güç yoktur; sadece teorik olarak değil, pratik olarak da bu böyledir…