17 Nisan 2010 Cumartesi

Savaş Rejiminin Çıkmazı

* Ferhan Umruk

Siyasi rejimler genel olarak demokrasi, krallık, diktatörlük, vs. kavramlarla ifade edilir. Bu kavramlara eşlik eden bir diğer tanım da o rejimin sürekli olarak savaş içinde ve savaş tehdidi altında bulunduğu atmosferin sıradanlığa dönüşerek rejimin bekasının olmazsa olmaz koşulu haline getirildiği savaş rejimleridir.
Geçmişte, örneğin hanedanlıklara dayalı dünya sisteminin bir aktörü olan Osmanlı imparatorluğu diğer benzerleri gibi savaş ganimetine ve zaptettiği yerlerdeki halklardan aldığı haraçlarla ekonomisini ayakta tuttuğu için varlığını sürdürebilmesi savaşlara bağlıydı. Dolayısıyla eski dünya devletlerinin rejiminin aynı zamanda savaş rejimi olması onların niteliksel özelliğidir.
Kapitalizm ve ulus devletlerin doğuşu ise giderek meta üretimine ve kesintisiz sermaye birikimine dayalı ekonominin hem artı değer aracılığıyla içte sınıfsal sömürüyü hem de dışta eşitsiz mübadele ve sermaye ihracı yoluyla dünyanın geri kalmış bölgelerini savaş yapmadan da sömürebilmesinin yolunu açtı. Kuşkusuz bu değişim, savaşları ve şiddeti ortadan kaldırmadı ama devletler içte ve dışta sömürüye karşı direniş olmadığı takdirde savaşa gerek de duymadılar. Haklı olarak şu soru hemen akla gelir. Savaşların en büyüğü 20. yüzyılda olan 1. ve 2. dünya savaşları değil miydi? Kuşkusuz öyleydi, aslında bu iki savaşın emperyalist rekabetin çözüme savaşla ulaşma yönteminin son uygulamaları olduğunun altı çizilmelidir. Bir başka önemli saptama, kapitalizme ve ulus devlete gecikerek ulaşan Almanya’nın özellikle 2. savaşta faşist savaş rejimine sahip olmasının yol açtığı sonuçtur. Faşizmin modernleşmeye karşı gerici bir başkaldırı olma özelliği, onu ‘yaşam alanı’ elde etme amacıyla, bu bir intihar olsa bile, geçmiş yöntemler olan savaş ve fethe yöneltmekten alakoymamıştır. Aslında her yeni tarihsel evrede geçmiş bütünüyle silinmez ondan izler sürmeye devam eder. Gelgelelim dünyada günümüzde de savaşlar sürmeye devam etmekte olup, biteceğine dair bir işaret ufukta gözükmemektedir. Zaten burada söylenmek istenen de dün ekonomi savaş üzerinde yükselirken, günümüzde savaşın ekonomi üzerinden yükseldiğidir.
Şimdi buradan Türkiye’nin sürdürdüğü savaşa gelebiliriz. Bugün yaşanan savaş artık bir dış savaş haline de dönüşmüş durumda. Son gelişmeler düşük yoğunluklu çatışma tarifinin hızla aşılmakta olduğunu göstermekte. Gelinen bu aşamada, egemen sınıfın kendi içindeki çatışmalarının, cumhurbaşkanlığı, türban vs de olduğu gibi, bu çatışmaların onlar bakımından kurulu düzeni yıkıcı addedilmediğini ve bunun kendi aralarındaki hegemonya mücadelesinden ibaret olduğunu, Erdoğan-Büyükanıt ikilisinin Dolmabahçe mutabakatı ile gözler önüne serdi. Dolmabahçe mutabakatı, örtülü egemen sınıf ittifakının örtüsünün sıyrılarak çırılçıplak ortaya çıkması bakımından son derece yararlı olmuştur. İslamcı, laik, militarist üst sınıflar ittifakının çatışmalı karakteri, bu çatışmanın sınırlarını kavrayamayanlar için, bu ittifakın alt sınıflara, asimile edilememiş etnisitelere ve tüm ezilenlere karşı yekpare bir blok olarak hareket ettiğini gizleyen bir faktör olagelmiştir. Bu tezi daha önce 2005 de şöyle dile getirmiştim, ‘ Bu belge (milli güvenlik siyaset belgesi) İslamcı, laik, militarist üst sınıflar koalisyonunun tarihsel sınıf çıkarları üzerine kuruludur, temel karakteri budur. İkincil niteliği ise üst sınıfların kendi içindeki rekabetin koşullarını belirlemekte egemen sınıfın fraksiyonlarından hangisinin hegemon güç olduğunun tespit edilmesine vasıta olmasıdır.’ * Kuşkusuz bu görüş ‘Dolmabahçe mutabakatı’ ve arkasından gelişen sürecin sonuçları ortaya çıkana kadar ne liberaller ne sosyalistler ne de Kürt hareketi içinde bir etki yaratabildi. Muhalefetin aralarındaki köklü farklara karşın kimi nüanslarla ortaklaşmış oldukları fikir AKP’nin siyasi bir aktör olarak demokrasiyi genişleteceğine dair inançtı. Bu o kadar ileri derecede saflık haline geldi ki, ona yapılan tek eleştiri ‘ürkeklik’ söylemiyle sınırlı kaldı. Liberallerin zaten bilinen tavrını bir yana bırakarak sosyalistlerin de bu tuzağa düştüklerini gösteren yalnızca şu örnek bile siyaseti okumada vahameti ortaya koyar. Sosyalist demokrasi partisi yakın döneme kadar Kürt sorununun çözümü temelinde politikasını demokratik çözümün aktörü olabileceğini ileri sürdüğü AKP hükümetinin DTP’yle masa başına oturması çağrısı doğrultusunda merkezileştirdi. Şimdi görüldüğü gibi yersiz beklentilerin aksine AKP fiilen ve hukuki olarak savaş baltasını elinde sallayan başkomutanlık mevkiinde bulunuyor. Demek ki sanıldığının aksine üst sınıflar koalisyonunu parçalamanın yolu bu koalisyonun aktörlerinden birinin payandası misyonuna sürüklenerek ona güç katmaktan geçmiyor. Böyle bir taktik beklenilenin aksine bu süreçte görüldüğü gibi AKP’nin ‘demokrat’ özneliğe kendine rağmen terfi ettirilmesi onun Kürt halkı gözünde yanlış algılanmasına yol açmasından öte sonuç yaratmadı, AKP’nin Kürtlerin yerleşim alanlarında kazandığı siyasi zemine bu hatalı tutumun katkıda bulunduğu gözardı edilemez. Bunun böyle olduğu neredeyse artık bütün köşe yazarları tarafından dile getirilmekte, sistem içi tek alternatif olarak Genelkurmay tarafından da Kürt coğrafyasında AKP’nin desteklendiği dile getirilmektedir.
Türkiye’nin rejimini tanımlama konusunda siyaset alanında ortak bir tanımlamanın mevcut olmadığı bilinen bir vakadır. Parlamenter demokrasiden, yarı-askeri demokrasiye! Askeri vesayet rejiminden, faşist rejime kadar tanımlamalardan söz edilmektedir. Bu tartışmanın ötesinde rejimin Osmanlı imparatorluğunun yıkıntısı üzerinde inşa olduğunun ve onun savaş-ekonomisi geleneğinin de varisi olduğunu belirtmek gerekiyor. 1. emperyalist paylaşım savaşının Almanya ile ittifak halinde taraflarından olan Osmanlı imparatorluğu paylaşarak genişlemeyi umarken kendisinin paylaşıldığı bir yenilgiyle karşı karşıya kaldı. Yerine kurulan Cumhuriyet rejimi savaş yenilgisi üzerinden kurulmanın doğal sonucu retoriğini ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ olarak kurguladı. Ancak bu kurgulamanın, cihanda sulh bakımından uzunca bir dönem karşılığı olsa da yurtta sulh bakımından tam aksi yönde olduğu 1938’ e kadar süren Kürt isyanlarını tenkil ve imhaya dönük açık bir savaş rejiminin hüküm sürmesiyle gerçekliğe tekabül etmediği belirtilmelidir. 1974 de Kıbrıs işgaliyle rejimin uluslar arası kamuoyunun bütün tepkisine karşı durarak yayılmacı bir savaş rejimi karakteri dışarıya dönük olarak da bir daha zuhur etti. Yakın tarihte Ortadoğu’da kaydedilen gelişmeler sonucunda rejimin temel karakteristiği bir kez daha su yüzüne çıktı. Üst sınıflar koalisyonunun bütün sözcüleri misak ı milli’den , eski anlaşmalardan kaynaklandıklarını ileri sürdükleri kanıtlarla Kerkük, Musul üzerinde Türkiye’nin hakları olduğu yaygarasını kopardılar. Şurası açık ki yetersiz sermaye birikimi sorunuyla uluslar arası rekabette zorlanan burjuvazinin rakip fraksiyonları ekonomi ile elde edemedikleri gücü savaş yoluyla elde edebilmenin karakteristik refleksini hep birlikte gösterdiler.
Eğer bir rejimin temel karakteristiği savaş üzerine kuruluysa, bu tür rejimler kazandıkları savaş ve ganimetle güçlenirler. Aksi durumda ise rejimin çöküşü kaçınılmazdır. Dünya tarihinin bu duruma uyan en tipik örneği kuşkusuz ‘yaşam alanları’ amacıyla imparatorluk peşinde kendi halkını felakete sürükleyen Hitler rejimidir. Kendi tarihimiz bakımından da Enver Paşa’nın Turan hayallerinin yarattığı yıkımdır. Bu tür rejimlerin makul aklın ferasetiyle değil, çılgınlığa, maceraya temayül eden akıl dışılığa dayandığını kendi felaketini de yaratmaya gözü kapalı sürüklendiğini belirtmek gerekiyor.
Bu yazıyı kaleme almaya başladığımda yukarıdaki başlığı koymuştum. Bu savaşı
rejimin çıkmazı olarak değerlendirdim. O sırada ABD savunma bakanı Gates’in ve Başkan Bush’un Türkiye’nin en kısa sürede çekilmesi ültimatomuna. Hükümet sözcüleri rest çeker havada cevap verirken, Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt ‘kısa sürenin izafi olduğunu 1 gününde 1 senenin de kısa süre’ olarak değerlendirdiğini ifade ederek ordunun hedeflerine ulaştıktan sonra geri çekileceği sözlerinin daha mürekkebi kurumadan geri çekilme başlayıverdi. Bizzat Abdullah Gül’ün açıklamasında dile getirdiği direnişin kuvvetli olduğu vurgusu bütünüyle nüfuz edemediğimiz diğer faktörler ordunun süratle geri çekilmesi sonucunu doğurmuş bulunmakta. Savaşın sonucunun nasıl değerlendirildiğini haberin düştüğü gazetelerin okuyucu yorumlarında ki kandırılmışlık, savaş karşıtlarına verilen haklılık, AKP ve Genel Kurmaya yönelik sert eleştirilerde görmek mümkün. Toplum nezdinde, iktidarıyla muhalefetiyle resmi sivil bütün kurumlarının izlediği savaş politikası yenilgiye uğramıştır ve bundan dolayı, itibar kaybı kaçınılmaz olan muktedirler karşısında yeni bir imkan doğmuş bulunuyor. Halkların barışını , devlet politikalarında değil halkların dayanışmasında arayan, yeni bir toplumun üst sınıfların partileri arasında değil, emekçilerin, yoksulların, tüm ezilenlerin kendi siyasal partilerinin ortaklaşmasında arayan doğrultu güç kazanırsa, belki de bu imkan yeni bir dönemecin eşiğinde olunduğunun habercisidir.
· Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı Versus Yayınları

Hiç yorum yok: