27 Ekim 2011 Perşembe

AKP Açılımının Hedefi: Kürdü Ezmek Cemaatle Çözmek

Hakkı Yükselen


“Türk kamuoyu” her ne kadar işi saflığa vurarak “PKK neden yeni bir terör dalgası başlattı?” diye sorsa da gerçekte mesele ile ilgili herkes savaşı “harlatanın” hükümet olduğunu biliyor. PKK’yi savaşa zorlayan hükümettir; “gizli görüşme, protokol, müzakere” vb. adı altında atılmak istenen “madiğin” farkına varan PKK hükümetin restini tereddütsüz görmüştür. Tabii ki, hükümet “çözümden”, “açılımdan” vazgeçmiş değil. Ancak bunu BDP ve PKK ile değil, bölgedeki temeli durumunda olan cemaatler, tarikatlar ve işadamları (yani Kürt kapitalistleri) ile yapmak istiyor; elbette kendi belirlediği şartlar ve sonrasına ilişkin planları dahilinde. Başbakan, “Kürt meselesi yoktur, Kürt kardeşlerimin meseleleri vardır!” derken sözünü ettiği “kardeşler” elbette Kürt emekçileri değil, bu işbirlikçi veya işbirliğine eğilimli unsurlar.


AKP’nin “samimiyetsizliğe” dayalı “çözüm” hedefinin temelinde Kürt meselesini bugüne taşımayı başaran asıl güçlerin çözülmesi amacı yatıyor. Bu, sözü edilen güçleri anlaşmaya zorlamanın ötesinde bir duruma işaret ediyor. AKP, “terörü minimize etme” söylemiyle PKK’nin askeri açıdan kıpırdayamaz hale getirildiği, BDP’nin ise diz çöktürülüp marjinalleştirildiği bir “çözüm’ün peşinde. PKK’yi savaşa, BDP’yi de parlamento dışında kalmaya zorlamasının nedeni bu.

Yeni Konsept veya Kürtleri Zerdüşt İlan Etmek!

Silahlı mücadele uzunca bir süredir askeri güçlerin taktik amaçlarla kullanıldığı bir seyir izlemekteydi. Silah, iki taraf için de politik hedefler doğrultusunda bir baskı aracı rolü oynuyordu. Her türlü “masa altı tekmeleşmeye”, mevzii operasyona ve sivil siyasi güçlere yönelik baskıya rağmen, görüşmeler ve silahların nispi suskunluğu seçime kadar sürdü. Devamı da bekleniyordu. Ancak Başbakan’ın seçim sürecindeki şoven milliyetçi dilinin sadece MHP seçmeninin “tavlanmasıyla” ilgili olmadığı, İmralı’yı da kullanmaya çalışarak oyalama taktiği güttüğü ve bu arada da kendi (ve kurmaylarının) aklınca yeni bir “konsept” doğrultusunda “nihai” bir saldırıya hazırlandığı kısa sürede ortaya çıktı.

Son saldırının askeri, siyasi, diplomatik ve medyatik boyutlarına bakıldığında durumda bir değişiklik olduğu aşikâr. Gelinen noktada, silahlı mücadelenin yeniden “stratejik” bir boyut kazanma ihtimali var. Bunun gerçekleşmesi durumunda bir nevi “90’lara” dönüleceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Malûm, o dönemin “topyekûn savaş” stratejisi de “yeni konsept” adıyla gündeme getirilmişti. Kısacası, hükümet yandaşı medyanın, özellikle de “Cemaat” medyasının Sri Lanka modeli”nden dem vurarak sürdürdüğü “Yeni Türkiye’ye dokunan yanar!” söylemi boşa değil. Aynı şekilde Başbakan’ın BDP’yi, yani kendince “terörü” destekleyen kitleleri açıkça hesap vermekle tehdit etmesi, hatta “Zerdüşt”, yani “kâfir” ilan etmesi de hükümetin ( Artık suçun üzerine atılacağı “ayrı” bir devlet de yok!) niyetleri konusunda son derece açıklayıcı hususlar.

Hükümetin “çözüm” ve “açılım” politikasının hedefi Kürt hareketinin askeri ve siyasi tasfiyesi ile sınırlı değil. Bu politikanın “yurtiçi” ayağını ideolojik-politik-toplumsal bir hegemonya inşa süreci oluşturuyor. AKP’nin bütün ekonomik, politik ve ideolojik çabalarına rağmen bugün denetim altına alamadığı, toplumsal etkisi olan tek güç Kürt hareketi. Bu hareket önderliği, siyasi temsilcileri ve mücadeleci kitlesiyle AKP’nin topyekûn hâkimiyet (Buna “milli hâkimiyet” de denilebilir!) hedefinin önünde şimdilik tek engel ve bu nedenle tasfiyesi gerekiyor.

Ortada bir de ilginç durum var. Kürt hareketinin tasfiyesini bütün kalbiyle isteyen, aynı biçimde hükümetten de nefret eden ulusalcı-milliyetçi güçler, çelişkili bir biçimde, bu politik tutumlarıyla kendi siyasi sonlarını da hazırlıyorlar. Kürt bölgesinin tamamıyla “düşmesi” AKP’nin ve temelindeki cemaatler federasyonunun bütün memleketi coğrafi olarak da ele geçirmesi anlamına gelecek; insanda “son günlerini” yaşıyormuş duygusu uyandıran “düştü düşecek” bir İzmir’i saymazsak!



İki Anahtar ve Bir Anahtarlık!

Bu hegemonya ve kontrol stratejisinin bir de dış ayağı var. İşin bu yönü, Türkiye burjuvazisinin Ortadoğu’da bir “bölgesel güç” olma, bir model ve “düzen kurucu güç” haline gelme hedefiyle ilgili. Bu hedefin tek “anahtarı” Filistin sorunu değil. En az onun kadar önemli bir başka “anahtar” da Birinci Dünya Savaşı’nın ardından emperyalist çıkarlara uygun biçimde parçalanmış tarihsel Kürdistan gerçeğidir. Ortadoğu’da hegemonya kurmaya heves eden her güç bu gerçeği hesaba katmak zorunda. Kendi parçasındaki soruna uygulanabilir bir çözüm modeli getirebilen herhangi bir devlet, eğer bu işler için gerekli diğer niteliklere de sahipse, öbür parçalar ve onları “iç eden” ülkeler üzerinde de söz ve güç sahibi olmayı düşünebilir. Türkiye örneğinde, sözünü ettiğimiz çözüm gücü ve nitelikler aynı zamanda emperyalist “icazet” açısından da gereklidir. Bu amaçlar ve koşullar düşünüldüğünde AKP hükümetinin Kürt meselesine getireceği çözümün, bölge çapındaki burjuva-karşıdevrimci hedeflerine, “genleşmeci” ve “emperyal” vizyonuna uygun olması zorunludur. Sözünü ettiğimiz karşıdevrimci model sorunu, kapitalizmin uluslararası krizinin giderek ağırlaştığı şartlarda, şimdilik sembolik de olsa, İsrail de dahil, dünya çapında bir başka model (Tahrir Modeli!) oluşturmaya başlayan Arap dünyasındaki devrimci kalkışmaların sönümlendirilmesi için de gereklidir.

İsrail’e yönelik o sert söyleme gelince, bunun nedeni İsrail olgusunun iç siyasette getirisi olan bir unsur olmasının yanı sıra, mevcut konumuyla yukarıda sözünü ettiğimiz iki “anahtarı” birbirine bağlayan “zincir”, yani bir nevi “anahtarlık” olmasıdır. Hükümetin Ortadoğu politikası gereğince, Arapların baş düşmanı ve aynı zamanda Kürtlerin de baş “dostu” olan İsrail’e atılacak bir taşla iki kuş vurmak mümkün olacaktır. Yani, İsrail karşıtı söylemle ve hatta bazı kontrollü hareketlerle bir yandan Arapların kalplerini fethedip Ortadoğu’da yeni bir sömürü modeli oluştururken, Kürtlerin de Yahudiler hesabına çalışan “kökü dışarıda vatan hainleri” olduğu kanıtlanabilecektir. Ayrıca Yahudiler ve İsrail, tarihsel ve dinsel açıdan da mükemmel bir “dış düşman” modelidir. Ayarı kaçmamak şartıyla, (Bakın bu “ayar” meselesi” hükümetin istikbali açısından da çok önemlidir!) özellikle bir süredir ABD’nin Ortadoğu politikası açısından da sorun yaratan ve bu nedenle Amerikan yönetiminin çoğu zaman üstü örtülü biçimlerde de olsa şikâyetçi olduğu İsrail’e “posta koymak” dış siyaset açısından da getirisi olan bir iştir. Hele ki emperyalizmin tam da bölgesel bir güce ihtiyaç duyduğu bir zamanda ve de büyük sermayenin bölgedeki âli menfaatları bunu gerektiriyorsa.

Kimileri her şeyin emperyalizmin denetiminde oynanan bir oyun, bir numara, hatta danışıklı bir dövüş olduğunu söylese de, bu işlerle oyun oynanamayacağı, üstelik gölgesine bile kuşkuyla bakan bir güvenlik devleti olan İsrail’in bu tür “oyunları” çok fazla kaldıramayacağını unutmamak gerekiyor.



Dimyat’a Pirince Gitmek veya Ortada Kalma İhtimali!

Elbette heves ve niyet etmekle gerçekleştirmek her zaman aynı şey değil. Türkiye burjuvazisine seksen yıl sonra “Neden olmasın?” dedirten “emperyal” heveslerin “kursakta kalma” ihtimali epeyce yüksek. Son zamanlardaki uluslararası gelişmeler, komşularla ilişkiler bağlamında, çıraklık ve kalfalık dönemini aşıp artık “ustalaştığına” inanan hükümetin, gerçekte bir “acemi büyücü çırağı” misali işleri yüzüne gözüne bulaştırabileceğini gösteriyor. Bu durum emperyalist sistem içindeki yerine de güvenip kendine aşırı güçler vehmeden her devlet için gerçek bir tehlikedir. Hükümet, bölgesel planda yolunu şaşırdıkça daha da saçmalayarak bütün “iktidarsız muhterislere” has refleksleri gösterebilir. Böyle bir durumda hükümetin, sırtını sıvazlayan emperyalizmin de etkisiyle bir takım bölgesel maceralara girişme ve “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” ihtimali vardır. Bu konuda tarihsel bir örnek olarak Yunanistan’ın Birinci Dünya Savaşı ertesindeki “Küçük Asya Seferi”ni gösterebiliriz. Kendi tarihsel hedeflerini gerçekleştirme hevesi peşinde İngiliz emperyalizminin desteğiyle Anadolu’da boyundan büyük işlere girişen Yunan burjuvazisi, emperyalist devletlerin kendi çıkarları yönünde açık veya üstü örtülü biçimlerde Türk burjuvazisiyle anlaşması sonucu yalnız kalmıştı. “Küçük Asya Seferi”nin Yunan tarihindeki bir diğer adı da “Mikriasyatiki Katastrofi”dir, yani “Küçük Asya Felâketi!” Tabii buna bir de Türkiye’nin aynı savaşın başlangıcındaki, sonu facia ile biten emperyal heveslerini ekleyebiliriz. Hani şu meşhur “Müttefikimiz Almanlar yenildiği için bizim de (hükmen!) mağlûp sayıldığımız dünya savaşı, diğer adıyla Harbi Umumi!

Savaş kendi başına bir şey değildir. Dış politika ise esas olarak iç politikanın devamıdır. Buna “politikanın başka araçlarla devamı” olan savaşlar da dahildir. Ve nihayetinde bütün politikalar gibi savaşlar da temelde sınıfsal bir nitelik taşır. Türkiye’nin sınırları dışında girişeceği bütün askeri maceralar, her türlü “milli” görüntü altında, aslında uluslararası ve yerli kapitalizmin krizle birlikte giderek şiddetlenen çelişkilerini insan kanıyla çözmeye yönelik olacaktır. Ancak bu gibi durumlarda, emperyalizmin (güvenilmez) desteğine ve bütün militarist şişinmelere rağmen yine de “Neye niyet, neye kısmet!” kuralı geçerlidir. İşlerin çıkmaza girmeye başladığı bir noktada emperyalist destekçinizin de kendini sıyırma çabasına girmesiyle bütün bir Ortadoğu gerçeğiyle baş başa kalabilirsiniz. Bu noktada savaşın ikinci kuralı devreye girer; yani “Dimyat ve bulgur” kuralı. Bunun bir anlamı da el âlemin Kürdistanında fink atmaya çalışırken kendi Kürdistanından olmaktır. Bu elbette Türk burjuvazisinin ve devletinin asla sineye çekemeyeceği bir durumdur. Hele ki kayıplarla dolu bir savaş sürecinde böyle bir ihtimalin belirmesi burjuvaziyi canavarlaştıracaktır. Bu konuda tarihi bir örnek olarak yine Birinci Savaş sırasında yaşanan Ermeni tehcir ve kıyımını gösterebiliriz. Aynı türden bir girişim benzer şartlar altında Kürtlere yönelik olarak da ortaya çıkabilir; sadece Kürtlerle “sıfır sorun” veya “tarihsel” bir fırsatı değerlendirmek açısından değil, aynı zamanda her şeyi kaybetme paniği nedeniyle de; aynı “Jakoben” İttihatçıların yaptığı gibi…

Bölgesel hegemonya meselesi bağlamında işlerin Türkiye burjuvazisi açısından bir zaman boyunca yolunda gideceğini farz etsek bile, bunun Türkiye’ye getireceği yükün uzun süre taşınamayacak kadar ağır olacağını söyleyebiliriz. Bir devletin ekonomik, politik ve askeri anlamda yayılmacı bir güç haline gelmesi, onu, yayıldığı bölgedeki tüm çelişkileri, sorunları, çatışmaları da bünyesine dahil etmeye zorlar. Bu her “düzen kurucu” gücün kaçınılmaz kaderidir.



Bir Kâbus Olarak Zonguldak-Botan İttifakı!

Savaşlar, burjuvazinin şiddetlenen ve başka biçimde çözülemeyen iç çelişkilerinin dışa dönük yüzüdür. Bu nedenle her savaş aynı zamanda bir “iç savaşa” işaret eder. Ancak savaşlar evrensel bir olgu olsa da ülkeler için nihayetinde istisnai durumlardır. (Bazıları hariç!) Krizin şiddetlendiği dönemlerde dışarıya yönelik bir savaş olmasa da bir “iç savaş” çeşitli yönleriyle uç verir. Bu “iç savaşın” her zaman askeri biçimler almasını gerekmez. Kimi zaman sermayenin krizin bedelinin ödetmek istediği emekçi kitleler göreceli olarak kolay boyun eğerler. Baskı nispeten daha üstü örtük biçimde yürür. Ancak krizin başka çelişkilerle de (mesela şiddetli bir ulusal sorunla!) beslendiği durumlarda, emekçi kitlelerin direnme gücüne de bağlı olarak iç mücadele çok sert biçimler alabilir.

Sorunu bu yönüyle ele aldığımızda, dünya kriziyle birlikte çelişkileri giderek patlayıcı bir nitelik kazanan Türkiye’de meselenin sadece Kürtlerin “tepelenmesiyle sınırlı kalamayacağı açıkça ortada. Giderek şiddetlenen çelişkilerin temel çözüm yöntemi burjuvazi açısından, kapitalist sömürünün artırılması ve emeğin tam manasıyla boyun eğdirilmesidir. Bu sadece “ekonomik” yöntemlerle çözülebilecek bir sorun değildir; emeğin direnmesi ölçüsünde giderek artan bir siyasi-polisiye baskıyı da zorunlu kılar. Bu durumda sermayenin kâbusu, Kürt ulusal özgürlük hareketiyle emeğin kapitalist sömürüye karşı mücadelesinin etkileşime geçerek birleşmesi ve ortaya burjuva düzeni açısından olabilecek en patlayıcı karışımın çıkmasıdır. Bunun hayali bir korku olmadığını 1990’ların başında hemen hemen eşzamanlı olarak yükselen işçi hareketleri ile Kürt “serhıldan”larının burjuvazi üzerinde yarattığı etkiden biliyoruz. O dönem bir “Zonguldak-Botan ” kardeşliği ihtimalinin yol açtığı korku, Birinci Körfez Savaşı’ndan da istifade ederek, burjuvaziyi önce Zonguldak’tan başlayarak işçi hareketini tasfiyeye, ardından da Botan’a, yani Kürtlere karşı “topyekûn savaşa” yöneltti. Dönemin MGK’si yönetiminde uygulanan “psikolojik savaş”ın temel amacı sistemli bir şovenist propaganda eşliğinde Türklerle Kürtler arasındaki herhangi bir kardeşlik ve ortak mücadele bağını neredeyse ebediyen imkânsız hale getirmekti. Başbakan’ın Kürt hareketini ve kitlesini “Zerdüşt” ilan etmesi, yaygın tabirle bir “öteki” yaratmanın da ötesinde, bütün Kürtleri tehcir ve kıyımla tehdit etmektir. Buna son günlerde Cumhurbaşkanı’nın “intikam ve acı çektirme” söylemini de ekleyebiliriz. Bu topraklarda bir halkı nispeten koruyucu bir kalkan oluşturan İslamiyet’in dışında ilan etmek ve ardından “intikam”dan söz etmek, o halkı gerektiğinde her türlü saldırıya açık hale getirmek, bu saldırıyı “meşru” (yani şeriata uygun) kılmaktır.



Kürt Hareketine “İlişmek”

Burjuvazinin bütün “bölücü” çabalarına karşın, ona en büyük kâbusunu yaşatmak görevi ile karşı karşıyayız. Bu anlamda Türklerle Kürtlerin emek ve özgürlük eksenli ortak mücadelesi sorunu, bir temenni olmanın ötesinde, bütün gerçekliği ve somutluğuyla çözülmek zorundadır. Dozunu giderek artıran baskının sadece Kürtlerle sınırlı kalmadığı ve kalmayacağı çok açık. Öncelikle çoğunluğu oluşturan Türk işçi ve emekçilerine, yoksullarına Kürt halkının kazancının kendi kayıpları olmayacağını, eğer kazanacaksak bunu hep birlikte başarabileceğimizi anlatmak zorundayız. Aynı süreç Kürt işçi ve emekçilerine de gerçek kurtuluşlarının ancak toplumsal kurtuluşları ile mümkün olabileceğini gösterecektir.

Ancak unutulmaması gereken nokta, gerçek bir ittifakın gerçek toplumsal güçler arasında kurulabileceğidir. Taraflardan birinin açık veya gizli bir biçimde “çaresizlikle” diğer tarafa iltihak ettiği, “iliştiği” bir ittifak, adı her ne olursa olsun tek yönlü, tek kollu ve tek bacaklı olacaktır. Bu nedenle var olabildiği süre boyunca tek taraflı işleyecektir. Böyle bir ittifakın uzun süre devam etmesi mümkün değildir.

Bugün iki tarafın güçleri arasında çok büyük bir fark olduğu malum. Kürt ulusal özgürlük hareketinin önderliği gerçek anlamda toplumsal bir gücü ve hareketi temsil ederken, Türk sosyalistleri hali hazırda neredeyse sadece kendilerini temsil eder durumdadır. Ancak bu durum, “işçi sınıfının hareketsizliği” gerekçesiyle bir çeşit “ilişme” durumunu gerekli kılmaz. (Bu gerekçeyi samimi konuşma anlarında birçok defa kulaklarımla duyduğum için belirtiyorum!) Aksine sosyalistlerin sınıfı kazanmak için yapmaları gereken daha çok iş olduğunu gösterir. Devrimci sosyalizmin temel faaliyet alanı işçi sınıfı ve emekçilerin saflarıdır; ideolojik-politik-toplumsal varlıkları tamamen buna bağlıdır. Aksi durumda “başka bir şeye” dönüşürler. Sınıfı kazanmanın kestirme bir yolu yoktur; bu her şeyden önce, ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığı gerektirir; tabii, sınıftan değil, başta burjuvazi olmak üzere diğer siyasi ve toplumsal güçlerden. Asıl tarihsel görev olan işçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığının başlıca koşullarından biri de budur. Bu hiçbir zaman grev, sendika vb. sorunlarla sınırlı “sınıf indirgemeciliği” veya “uvriyerizm” anlamına gelmez. Çünkü işçi sınıfı sadece ekonomik bir sınıf değil, esas olarak toplumsal bir sınıftır. Bu anlamda sınıf tavrı, işçi sınıfının tüm toplumsal sorunlara (ekonomik sömürüden, demokrasiye, kadın sorunundan çevre sorunlarına kadar her şey) örgütlü ve programlı müdahalesine işaret eder. Zaten “işçi sınıfın öncülüğü”nden kastedilen de budur. Aksi halde şimdi olduğu gibi başka sınıfların müdahalesi ve “öncülüğü” kaçınılmaz olacaktır!



Çaresiz miyiz?

Şu andaki durum ne olursa olsun sosyalistler çaresiz değildir. Aynı şekilde işçi sınıfı hareketinin de “mutlak bir durgunluk” içinde olduğu söylenemez. Sosyalistlerin ideolojik- politik-programatik konumlarını doğru ve devrimci bir biçimde tanımlamaları ve gerekli sabrı göstermeleri durumunda sınıf hareketi içinde etki kazanmaları ve bu mücadelede kendi bağımsız varlıklarını inşa etmeleri mümkündür. Aynı tavır devrimci sosyalizmin Kürt ulusal hareketi ile ittifakı açısından da gereklidir. Sosyalizmin tüm ezilenlerle olduğu gibi, ulusal hareketlerle ittifakı da tarihsel bir zorunluluktur; ancak “bayrakları karıştırmamak” şartıyla. “Tüm ezilenlerle ittifak” ilkesi hiçbir şart altında “sınıfın birliği” ilkesinin üzerine çıkarılamaz, aksine ona hizmet eder.

İttifak doğru temellerde kurulduğunda, taraflar arasındaki sayı ve güç farkının yarattığı sorunlar da aşılabilir. En kötü zamanlarda bile “akıntıya karşı yüzerek” kendi ilkesel temellerini savunmayı başarabilen devrimci sosyalistler, Türk ve Kürt emekçilerinin toplumsal kurtuluş mücadelesinin yolunu açabilirler. İttifak ve birlik gibi meselelerde unutulmaması gereken nokta “Türklerin” tek başına sosyalizmi, “Kürtlerin” de tek başına ulusal mücadeleyi temsil etmedikleridir. Burada kast edilen her iki kesimdeki devrimci sosyalistlerdir. Bilindiği üzere Kürt toplumu da aynı Türk toplumu gibi uzlaşmaz sınıf çelişkilerinden ve sınıf mücadelelerinden azade değildir. Sınıfsal ve elbette politik ayrışma, Kürt toplumu için de geçerlidir.

Doğru temellerde kurulan bir ittifakın iki tarafa da ciddi katkıları olacaktır. Kürt ulusal hareketi ile ittifak sosyalizmin olmazsa olmazı enternasyonalizmin somut bir gerçekliğe dönüşmesini sağlar. Türk ve Kürt emekçileri arasında sağlam bir güven ve birliktelik ancak bu yolla gerçekleşebilir. Bu aynı zamanda Türkiye sosyalistlerinin her türlü ulusalcı-milliyetçi eğilimden arınması anlamına gelir.

Aynı şekilde bu ittifak ve ittifakın içinde yer alan devrimci sosyalistlerin rolü, asıl mücadeleci kitlesini yoksul kent ve kır emekçilerinin oluşturduğu Kürt ulusal hareketinin de sosyalizmin tarihsel deneyiminden çok önemli sonuçlar çıkarmasını sağlayacaktır. Bu noktada, hangi kesimde olurlarsa olsunlar, bütün devrimci sosyalistlere önemli görevler düşüyor; elbette öncelikle bu tarihsel mirasa kendilerinin sahip çıkmaları şartıyla.



Devrimci Eleştiri

Hiçbir gerekçe veya olağanüstü durum devrimci eleştiri ilkesinin göz ardı edilmesine neden olmamalıdır. Bu ilke sosyalist güçler arasındaki ilişkilerde olduğu gibi, sosyalistlerin diğer ezilenlerle ilişkilerinde de temel bir öneme sahiptir. Meseleyi açıkça ortaya koymak gerekirse, sınıf eksenli bir mücadele perspektifine sahip olması gereken sosyalistlerle ulusal özgürlük eksenli bir mücadele sürdüren ezilen ulus hareketi arasındaki ilişki, uygun biçimlerde birlikte mücadele ve karşılıklı eleştiri temeline dayanmak zorundadır. Bir ezilen ulus hareketinin, ezen ulus sosyalistlerinin ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri konusunda gösterdikleri tereddütleri, hatta bazı durumlarda üzerlerine yapışmış şovenizm kalıntılarını nasıl eleştirme hakkı varsa, sosyalistlerin de ezilen ulus hareketinin önderliğinin ideolojik ve politik tutumlarını eleştirme hakkı vardır. Ezilen bir halkın mücadelesine verilen destek, hiçbir zaman onun önderliğine verilen koşulsuz destek değildir. Tarihsel bir örnek verecek olursak, Troçki, mevcut durumda ilerici olarak gördüğü Katalan küçük burjuva milliyetçiliğine desteği, “etkinliğini komünizm safları dışında gerçekleştirmesi ve komünist eleştirinin darbeleri altında olması” şartına bağlamıştır. Eleştiri ilkesinin koşulsuz olarak işletilmesi, bugün için bir “lüks” olarak görünse de içinde yaşadığımız “karanlıkta” aydınlatıcı bir işleve sahiptir.

Devrimci eleştiri ilkesinin işletilmesi hem sosyalist hareketin, hem de ezilen ulus hareketinin bugünü ve yarını açısından çok önemlidir. İşe Kürt halkı açısından önemli bir adım olan ve bir yönüyle ciddi potansiyeller barındıran “Demokratik Özerkliğin” devrimci imkânları, sınırları, sınıfsal içeriği, ulusal ve uluslararası bağlamı, ekonomik-sosyal temelleri, devletle ilişkileri, iktidar anlayışı vb. konularda sağlıklı bir tartışma ve eleştiriyle başlayabiliriz. Bu tartışmaya uluslararası işçi sınıfı hareketinin devlet, devrim, ikili iktidar vb. konulardaki tarihsel deneyimini de eklemeliyiz; tabii, hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle. Özellikle de “ulus devletin aşılması”nın yanı sıra, Marx’ın ve Lenin’in de “aşıldığı” iddiasının öne sürüldüğü; Türkiye’deki egemen sistemle bir arada nasıl var olacağı ve sınıfsal içeriği belirsiz bir özerklik modelinin, en azından teorik planda işçi sınıfı sosyalizminin yerini almaya başladığı bir durumda bu tartışma ve eleştiri süreci kaçınılmazdır.

Birlik adına her ne yapılırsa yapılsın ilkeli olmak zorundadır. Troçki, bu konularla ilgili bir yazısında “Desteğimiz yanılsamalara değil, mücadeleyedir!” demişti. Biz de ekleyelim: Elbette kendi yanılsamalarımızdan kurtulmak şartıyla!

Hiç yorum yok: