27 Temmuz 2012 Cuma

Esaretin ve Direnişin Başkenti ( Paytextı) Diyarbakır (Amed)

Mahmut Balpetek

Kapitalizm, teknolojik gelişimin olanaklarını kullanarak şehirlerin kimliklerini yok etmektedir. Mimaride egemen olan post-modern trend inşa ettiği siteler, gökdelenler ile bütün şehirleri tekdüzeleştirerek kimliksizleştirmektedir. Artık Diyarbakır, İzmir, İstanbul ya da Frankfurt daha çok bir birine benziyor. Bir başka ifade ile kendine özgü ayırt edilecek yönleri silikleştirerek kimliksizleştiriliyor. Diyarbakır’ın kendi kimliğinin ifadesi olan bazal taşlı duvar ve köçekleri (yoları) yerini Dicle Kent’e, Melik Ahmet Çarşısı yerini AVM’lere bırakıyor. Şehir diğer şehirlerle benzerleştiriliyor, kimliksizleştiriliyor. Amed, mimarideki bu kişiliksizleştirmeye boyun eğmiş olsa da toplumsal direnişte ki kararlı duruşu ile saltanatın saldırılarına karşı kimliğini korumaya devam ediyor.


Öncelikle, her hangi bir ulusu, bölgeyi ya da şehri total olarak sağcı, solcu, teslimiyetçi ya da direnişçi vb. gibi nitelemeler ile kategorize etmenin doğru olmadığını belirtmeliyim. Yazıyı okuyanlar daha girişte, başlıkla taban tabana çelişik ifadeler kullanıyorum diye eleştirebilirler. Bu eleştiri doğru ancak eksik eleştirdir. Zira metodolojik olarak, tarih akışının kırılma noktalarında ona yön veren dirençleri genelleştirmek mümkündür. Benim de yapmaya çalışacağım Kürt özgürlük mücadelesinde Amed‘in oynadığı rolün dominant olanının karakterini paylaşmaktır. Bunu anlatmak için kendi içinde yanlış anlaşılma riski taşıyan genellemelere başvurdum, tekrarı da olacaktır. Amed tıpkı, Komün günlerinde Paris’in mücadelesinin (Paris Komünü) Komüne adını vermesi ya da Alman faşizminin işgal ettiği SSCB’de işgalin kırıldığı Leningrad adıyla coğrafik olarak (Leningrad savunması) olarak imgelenerek tarihe geçmesi gibi, Kürt özgürlük mücadelesi de tarih yazmaktadır. Zira bazı tarihsel vakalar bulunduklar coğrafik yerler ile kodlanabilinir ve adını oradan alabilir. Bu noktada Kürt özgürlük hareketinin, kodlanmış adı Amed’dir demek mümkündür Amed’in daha eski tarihi başka bir yazı konusu ancak yarım asırlık tarihine baktığımızda esaret ve direniş sarkacında yaşadığını görmüş olacağız.



1960’lı yıllarda öğrencilik için büyük şehirlere gelen Kürt aydınları dönemin sosyalist partisi TİP’e (Türkiye İşçi Partisi) ilgi gösterirler. Akabinde 1968 gençlik mücadelesinde de etkin rol oynarlar. Bu mücadelenin simgesi Hakkâri’nin Zap Suyu nehri üzerinde devrimcilerin kendi olanakları ile inşa ettiği Kardeşlik Köprüsü’dür. Yaz tatillerinde bölgede ilişkilerini sürdürün devrimci, sosyalist gençlerin ilişkilerinin bir başka önemli semeresi ise TİP’in desteği ile gerçekleşen Doğu Mitingleri ve ( Doğu Devrimci Kültür Ocakları) DDKO’nın kuruluşudur. Ardından bölge hızla siyasallaşırken, Amed bölgede yürütülen siyasetin santrali işlevi görür.



12 Mart darbesi ile Diyarbakır Cezaevi esaret ile gündemleşir. Binlerce Türkiyeli devrimci, sosyalist, solcu bu cezaevinde işkence görür ancak bütün olumsuz koşulara rağmen, kendi aralarında kurdukları komünler aracılığı ile eğitim çalışmaları yaparlar. Aralarında bilmeyenlere okuma yazma öğretme yoluyla cezaevini sosyalizm okuluna çevirmeyi başarırlar. Direnişin simgelenmiş ismi İbrahim Kaypakkaya (Musa) bu dönemde işkence ile öldürülür ve elleri ayakları kesilmiş bedeni bir çuval içinde babasına teslim edilir. Diyarbakır cezaevinin miladı olur “ser verip sır vermeyen” yiğit gibi binlerce sosyalistin direnişçi.



Cezaevinden tahliyeler ile birlikte bütün bölgeye dağılan sosyalistler, devrimciler farklı siyasal görüşler etrafında örgütlenirler. Sosyalist solun en parçalı, dağınık dönemi diye adlandırabileceğimiz bu zaman periyodunda Mehdi Zana sosyalist kimliği ile Diyarbakır belediye başkanlığına seçilir. Türkiye’de ilçeleri saymasak ilk sosyalist belediye başkanı unvanı Mehdi Zana’ya ilk sosyalist belediye başkanlığı sahipliği ise Diyarbakır’a aittir. Diyarbakır’ın bir başka siyasal feraseti ise yılarca bütün girişimlere karşın MHP ve Türkeş’in miting yapamadığı illerin başında gelmesidir. Buna MHP’nin 2.MC (Milliyetçi Cephe) hükümetinde koalisyonun ikinci büyük ortağı olduğu dönem de dahildir. Yani başbakan yardımcısının Amed’e gelmesine izin vermemiştir. Denilebilinir ki, Amed tarihinde birçok ilke imza atmış bir coğrafyanın adıdır.



12 Eylül darbesi, yeniden esaret yıllarına dönüş günleridir. Bu kez sadece cezaevi değil bütün coğrafya esir düşmüştür. Hem solcu olmak hem Kürt olmak gibi rejimin nefretine mazhar olacak kimliklerin ikisini bir arada taşıma “suçunun” cezası ağır olacaktır. Batı bölgelerinden sevk edilen komando alayları Rambo kılığında Vietnam’ı işgal etmiş Amerikan askerlerini andırıyordu. Onlarla karşılaşınca baksan suçlusun görmezlikten geçersen suçlusun. Her şekilde işkenceye maruz kalman kaçınılmazdı. Yerleşim yerlerinin adları değiştirilmekteydi, şalvar veya puşi takan yöre insanı kent meydanlarında soyularak işkenceye maruz kalmaktaydı. Köylere baskın yapan komandolar kadın erkek çoluk çocuk demeden onur kırıcı işkenceler yapmaktaydı.



Diyarbakır toplama kampının (cezaevi) gestapo şefi Esat Oktay Yıldıran, ekşi sözlükte ki tanımlama ile” 80′lerin başında Diyarbakır cezaevini cehenneme çeviren Türk subayı… 81-84 arasında 30′dan fazla insanın öldüğü cezaevinin (yüzbaşı) askerî savcısıdır”. Şefin birde yine kendisi gibi yardımcı olarak görevlendirilmiş “co” isminde bir köpeği vardı. Bu ikili bir taraftan tutsakların kişiliğini yok etmeye çalışırken öte taraftan görüşe gelenleri işkence ve aşağılamalara tabi tutarak, tutsaklar ile yakınları arasında duvarlar, barikatlar kurarak tecrit içinde tecrit yaşatmaya çalışıyordu. Görüş saat dokuzda başlayacak olsa da saat altıda sırada olurduk. Geçtiğimiz arama yerlerinin her birinde yeniden mühürlenip, ardından dipçik ve küfür eşliğinde başka bir bekleme noktasına gönderilirdik. Yaz aylarında kızgın güneşin sıcağında, kış aylarında ayazın dondurucu soğuğunda saatlerce bekletilirdik. Her birimize “fişleniyorsunuz bu ziyaret sizin açınızdan iyi bir durum değildir. Bu teröristleri ziyaret ederek siz de terörist olduğunuzu itiraf ediyorsunuz. Bu durum sizin de buraya gelmenize nedendir” uyarılarının akabinde girişinde “Türkçe konuş, çok konuş” ya da burada “Allah yok Peygamber izine çıkmış” duvar yazılarının gözünüz boca edildiği yüksek tavalı koridorları geçerek, çift tel örgüler arasında ise kalın demir parmaklıkların olduğu görüş yerine ulaşıyorsunuz. Sağlı sollu iki asker eşliğinde, her seferinde bir bahane ile dipçiklenip yarım kalmış görüşler gerçekleşiyordu.



Cezaevinde teslimiyetle direnme arasındaki çizgi gittikçe siliniyor. Yorgun bedenler, aşağılanmış kişilikler teslim olmak ile direnme sarkacında bir direnmeye, bir teslim olmaya salınır olmuştur. Pablo Neruda böyle seslenmişti Şili halkına ve dünya halklarına: “Yeniden doğarız ölümlerde.” Neruda bütün halk düşmanlarına inat, tüm özgürlük ve insanlık katillerine “bizi öldüremezsiniz, biz ölmeyiz, ölürken yeniden doğarız” diyordu. Mazlum Doğan Şili’den çok uzak bir ülkede, Kürdistan’ın kuzeyinde Neruda’nın ölümünden 9 yıl sonra şairin dizesinin şairane bir söz olmadığının somut örneğidir. Ondan önce de, ondan sonra da, onunla birlikte de nice nice doğumlar oldu ölümlerde.



İşte o coğrafyadan bir Kürt genci “mirin him rehetiyeke bê dawî û him jî wê bibe agirê berxwedanê. ez ji jiyanê hez dikim û him jî pir hez dikim. mirin wek daxwazeke xeyalî. Çi tiştekî trajîk û çi tiştekî hêsan” (Ölüm, hem sonsuz bir rahatlık, hem de direnişin ateşi. Ben hayatı seviyorum hem de çok seviyorum. Ölümü istemek imkânsız bir hayal gibi. Ne trajik bir şey ve ne kadar kolay” diyordu. Ve insanlar yaşamak ve yaşatmak için mücadele ediyorlardı.



Diyarbakır Cezaevi’ndeki ilk açlık grevi 1981’de olmuş ve Ali Direk işkenceyle öldürülmüştü. Diyarbakır Direnişi bir hapishane direnişi olarak kalmadı, bir halkın önce direnişi, sonra başkaldırısı oldu. Mazlum’u Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin, Eşref Anyık izlediler. Olayı protesto etmek için kendilerini ateşe verdiler.



14 Temmuz 1982 günü ölüm orucuna başlayan Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek de canlarını verdiler. 2 Mart 1984’te Cemal Arat, ertesi gün Orhan Keskin yaşamını yitirdi.







1984 Ocak direnişinde Necmettin Büyükkaya kalaslarla öldürüldü; protesto için önce Yılmaz Demir sonra da Remzi Aytürk yaşamlarına son verdiler.



Amed toplama kampında başlayan bu direniş, 15 Ağustos1984 Eruh baskını ile başkaldırıya dönüşmüştür. Mahsum Korkmaz (Agit) öncülüğünde 30 kişilik olduğu belirtilen bir grup tarafından gerçekleştirilen ve Kürtlerin her yıl “Diriliş Bayramı” olarak kutladığı Eruh baskınına, o gün ilçede bulunan herkes tanıklık etmiş. Çırav Dağı eteklerinde bulunan Eruh’ta, PKK’nin ilk eylemini çocuk, genç, yaşlı, kadın kısacası bilmeyen yok. Yaklaşık bir saat çatışmanın ardından, eylemci grup hiç kayıp vermeden üslerine geri dönmeyi başarır.



Bu eylem esaretten, 28 yılık direnişe geçişin adı olarak tarihe kazınacağı gibi, aynı zamanda Kürt sorunsalının bölgesel güç olmasında itenek role üstlenecekti.



90’lı yıların ilk yarısından başlayan asimetrik savaş yıları. Vedat Aydın Diyarbakır HEP İl Başkanı iken 1991 yılının temmuz ayında evinden alındı ve işkence yapılmış cesedi Ergani yakınlarında bulundu. Bu cinayet kamuoyu tarafından bir kontrgerilla cinayeti olarak yorumlandı, öyle bilindi. Cenazesine Diyarbakır’da on binlerce kişi katıldı (kimilerine göre 20 bin, kimileri göre 40 bin). Sloganlar yüzünden polis kalabalığa ateş açtı ve 6 kişi öldü. Vedat Aydın’ın öldürülmesi ve cenazesinde yaşananlar faili meçhul cinayet dönemini başlatan kritik bir aşama olarak görülmüştür. Vedat Aydın’ın ölümü ile başlayan yeni dönem, Kürt özgürlük hareketinin görece zayıflama trendine girdiğini aşma olarak saptamak mümkün. Ayrıca bu tarihlerde sosyalist sistemin çöküşüşünün de bu zayıflamada etkisinin olduğu söylenebilir.



Dönemin DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar, 4 Eylül 1993′te Batman’da silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeder. Akabinde meclisteki DEP milletvekilleri için tutuklama kararı çıkarıldı. Leyla Zana, Hatip Dicle ve Orhan Doğan, ”Milletvekili dokunulmazlığı” nedeni ile haklarında işlem yapılamayacağını savunarak TBMM’den ayrılmamaya karar verdiler. Ancak polis 4 Mart 1994’de Meclise girip DEP’lileri zor kullanarak gözaltına aldı. Selim Sadak ise, 1 Temmuz 1994’te gözaltına alındı ve 12 temmuz1994 tutuklandı. Mahkeme 15 yıl ağır hapis cezasına karar kıldı ve Yargıtay bu kararı onadı.



Bu dönem asimetrik savaşın bütün yönleri ile sergilendiği, faili meçhul (malum) cinayetlerin işlendiği, başta Diyarbakır olmak üzere Hizbul kontranın en yoğun saldırıların yaşandığı günlerdi. Amed tam bir hayalet kente dönüştürülmüştü. O dönemler Amed’e gittiğimde evlerinde kaldığım dostlarım her sabah, akşam geri dönmeyeceklermiş gibi eşleri ve çocukları ile vedalaşır vasiyetler eder öyle evden çıkarlardı. Aynı binada oturanlar ya da yakın komşular ile sözleşip toplu olarak aynı saate işe gider, akşam yine aynı yöntemle eve dönmeye çalışırlardı. Bu hem faili maluma karşı, aynı zamanda az sayıdaki saldırganlara karşı tedbir olarak düşünülmüştü. Özelikle Bağlar, Kuruçeşme mevki ölümlerin kol gezdiği bölgelerin başında gelirdi. Amed, her gün en az bir Gündem dağıtıcısı ya da muhabirinin ölümüyle uyanır olmuştu. Kürt özgürlük hareketinin zor günler yaşadığı bu dönemde birçok il ve ilçe geri çekilme durumunda kaldığında Amed yine direnmek dışındaki seçeneklere itibar etmedi. Zira, Amed bu konuda engin bir deneyime sahipti ve bu deneyimin ona gösterdiği tek şeyin yaşamanın direnmek (berxudan jiyane) olduğuydu.



Bütün bu direnişlerin ardından yeniden milyonların katıldığı Newroz ve 1 Mayısın (yek gülan) yaşandığı günlere “merhaba” diyebildi Kürt coğrafyası. Bu günlere gelinmesinde Amed tarifsiz acıları omzunda taşıdı. Buna Dicle’nin suları, Karaca Dağ’ın görmüş geçirmişliği şahittir. Tarih diye bir şey varsa, o da bunu görmemezlikten gelemez. Dağlarınla, nehirlerinle ovanla, güneş yüzlü çocuklarınla yazdığın özgürlük destanı, eşitlik ve özgürlük günlerine doğru atılmış yapı taşı olsun. Aşk olsun sana Amed aşk olsun.

Hiç yorum yok: