18 Eylül 2014 Perşembe

Konuşmak İle Görüşmek


Rıza Aydın
Rus devriminden sonra, Rus devrimci hareketinin iki önemli siması olan, Plekhanov ile Lenin’i, çok iyi tanıyan, bütün süreçleri onlarla birlikte geçirmiş bir işçiye, “yahu” demişler, “ sen bu iki yoldaşı da gayet iyi tanıyordun, Plekhanov ile Lenin arasında ne fark vardı söyler misin” demişler.
konuşma
Bu güngörmüş, tecrübeli işçi önderi düşünmüş, düşünmüş, sonra demiş ki: “Biz ne zaman istesek, gidip Plekhanov’le görüşürdük, bu görüşmelerimizde çok verimli geçerdi ama ne zaman Lenin’e gitsek onunla -senli benli- konuşuyorduk.” Bu anıyı okuduğumdan beri, acaba “görüşmekle konuşmak” arasında ne fark var diye hep düşünür dururdum.

Sonra cezaevlerinden çıktık yasal partiler kurulmaya başlandı. Kuruçeşme toplantılarına gidip geldim, bundan sonra kurulan Sosyalist Birlik Partisinin dışında olsam da onlarla yakınlaşmaya başladım, çalışmalarına katıldım; birbirimizi tanıdıkça sevdik. Sonra, BSA süreci diye bilinen o sürecin sonunda Birleşik Sosyalist Parti kuruldu, artık bu partinin içindeydim.

Birleşik Sosyalist Partinin, merkez organlarında görevli bir arkadaşımız Adana’ya geldiğinde, Adana’nın merkezinde, herkesin kolayca gidip gelebileceği, herkesin kesesine uygun, salaş bir lokantada toplanır, gelen yoldaşla konuşup, Adanalıların tabiriyle mavramızı patlatırdık; Sadun Aren geldiğinde de böyle olmuştu, Sıtkı Çoşkun geldiğinde de böyle oldu, Masis Kürkçügil geldiğinde zaten böyle olurdu.
Sonra süreç ilerledi, Geleceği Birlikte Kuralım Hareketi devreye girdi, bunların da BSP (Birleşik Sosyalist Parti) ile birleşmesiyle yeni bir evreye evrilip ÖDP’yı kurduk. ÖDP’nin o meşhur kuruluş kongresinde, bir ara “Masis’in yanına varıp “Yahu bu Ufuk Uras’da kim, cezaevi hayatı falan yokmuş, ben tanınmayan, denenmemiş, sınanmamış adamdan korkarım bunu ne kadar tanıyorsunuz” dedim. O da “ yahu Adam kaç yıldır “Öğretim Elemanları Derneğinin” yönetim kurulunda, orada olan arkadaşlarla uzun zamandır teşriki mesaisi olmuş bir insan, onlar tanıyorlar” dedi, ben de peki dedim. Gönül rahatlığıyla ÖDP’yi kurup, Sadun Aren hocanın yerine Ufuk Uras’!ı Genel Başkan seçtik. Ufuk Uras, karanlıkta aniden patlayan bir flaş gibi patlayıp, herkesin gözünü kamaştırmaya başladı. Onda olandan daha çok olmasını istediklerimizi görüp, hepimiz onu çok seviyorduk. Sonra bir gün Adana’da yaptığımız bir toplantıya Ufuk Uras’ı davet ettik, Ufuk Uras Adana’ya geldi. O zamanlar partinin yönetiminde, daha çok eski Dev –Yol geleneğinden gelip, “Geleceği Birlikte Kuralım platformundan” olan arkadaşlar vardılar. Ben teamül gereği, akşam olunca, yine bir lokantada bir araya gelip, hem yeni genel başkanımızla yemek yer, hem de konuşup mavramızı atarız diye bekliyordum. Bir de duydum ki, akşam yemeği için Adana’nın bir hayli dışında olan, dolmuşların bile gidip gelmediği, ancak özel aracı olanların gidip geldiği, Adana’da Adnan Menderes bulvarı diye bilinen, prestiji yüksek bir lokantadan yer ayrılmış, yemek orada yenecekmiş. Bunu duyunca hem şaşırdım, hem kızdım, bu ruh haliyle, Dr. Mehmet Antmen’i arayıp “yahu o Allahın siktir ettiği yeri de nerden buldunuz, oraya nasıl gidip geleceğiz” dedim. Mehmet Antmen gayet doğal bir şekilde, “yahu niye biz oraya layık değil miyiz” dedi, “ayrıca Ufuk hocanın fazla zamanı yokmuş, adam hala okulda hocalık yapıyor, vereceği derslere de zaman ayırmak istiyor, biz geniş katılımlı bir yemek düşünmedik ama, senin Ufuk hoca ile görüşeceğin bir konu varsa, gelip seni götüreyim” dedi. Mehmet Antmen, “Ufuk hoca ile görüşeceğin bir konu varsa gelip seni götüreyim” deyince, birden bire bozuldum, şaşkına dönmüştüm, benim Ufuk hoca ile görüşecek ne konum olabilirdi ki. Yok, yahu görüşecek bir konum yok da, bir araya gelir konuşup mavra atarız diye düşünmüştüm dedim, o da gayet doğal bir şekilde “Ufuk hocanın mavra atacak zamanı yok, kusura bakma” dedi, ben yemeğe gitmedim, gidemezdim de zaten. Ama bu içimde bir dert olarak kaldı. İşte bu halde düşünürken, o Rus işçinin sözleri aklıma geldi, konuşmakla, görüşme arasında demek ki böyle bir fark varmış diye düşündüm.
Sonra ÖDP’li hayatımız başladı. Partide birçok grup vardı, grupların kendi özel kasaları vardı, özel toplantılar yaparlardı. Bazan duyardım ya da sonradan anlardım ki mesela Kurtuluş grubunun ya da Geleceği Birlikte Kuralım grubunun yukarda ki arkadaşlarından biri, Adana’ya gelmiş, bu zatı muhteremler partiye gelip bizlerle konuşmadan, kendi gruplarının ileri gelenleriyle görüşüp, gitmişler – gidiyorlarmış. İsmail Öz Kurtuluş grubundan, şakalaşa bildiğim ender arkadaşlarımdan biriydi, bu süre içinde en iyi konuşup, takıldığım insanlardan biri o olmuştu. Bazan duyuyordum ki, İlhami Aras ya da Kaçaroğlu gelip gitmiş, İsmail Öz’ü görünce, Adanalı jargonuna uygun bir eda ile Ulan Allahını öptüğüm yine şefiniz gelip gitmiş, bizden habersiz neler konuştunuz anlat bakalım diyordum. Tabii, Oğuz abi geldiğinde de durum böyleydi. Bazan İsmail Öz, sanki bana bir ayrıcalık yapıp kıyakta bulunurcasına yahu istersen gel seni de götüreyim, sen de görüş diyordu ama ben gitmiyordum. Bütün bu dönemler boyunca, ne zaman böyle bir hal yaşasam o Rus işçinin söyledikleri aklıma geliyordu işte “görüşmekle konuşmak arasındaki farkı düşünüyordum”.
Sonra, bir CİA operasyonuyla, Abdullah Öcalan yakalanıp, kıymetli bir evrak teslim edilir gibi, Türkiye’ye teslim edildi. O fırtınalar biraz dindikten sonra APO, “Demokratik Cumhuriyet” projesi dahilinde bütün Türkiye sosyalist hareketiyle birlikte bir parti kurulsun önerini patlattı. Bunun üzerine bazı otellerde toplanılıp, yeni partinin kuruluş süreci konuşulmaya başlandı.
Bu önerilen parti nasıl olacaktı, biz nereye davet ediliyorduk, bütün gündemimizi bu kapladı. Yukarda neler görüşülüyordu, bunları anlamaya çalışıyorduk. Yukarıdaki bu görüşmeleri takip eden, bu toplantılara katılan, bir yoldaş Adana’ya geldiğinde bizim evde konuşurken, ne öneriliyor diye sorduğum da “yahu adamlar, sosyalizmden falan uzak durun, bunların modası geçmiş, bu parti Kürt sorununu merkezine alıp, bunu çözmeye çalışsın yeter diyorlar” diye formüle edip, özetlemişti durumu. Bizse hayatımızı sosyalizm yoluna feda edip, bu yolda harcamayı göze almıştık, Kürt sorununun çözümü de önemliydi ama sadece bunun amaç haline gelmesi bizim için yeterli gelmiyordu.
Bu yeni kurulacak partinin kurulmasına katılıp, katılmama konusunda yukarda görüşmeler başladı. Bu görüşmelerde işlerin iyiye gitmediği hissediliyordu. ÖDP yetkili kurulları, bu partinin kurulmasına destek olalım ama bunun içinde bulunmayalım kararı aldı. Akın Birdal, ÖDP’nin merkezinde görevli biri olarak, bu kararı tanımayıp yeni kurulacak bu partinin çalışmalarını yürütmeye başladı. ÖDP bu tutumundan dolayı Akın Birdal’ı ikaz edip, sonra da Akın Birdal’ı disiplin kuruluna verdi; o zamanlar Akın Birdal vurulmuş, şöhreti doruğundaydı; bu işleri bir hayli gerdi. İşte tam bu arada, yurt dışında yaşayan Mahir Sayın’ın, Kurtuluş grubunun yayın organında bir yazısı yayımlandı, Mahir Sayın yazısında “Biz herkesin Mamak cezaevindeki tavrını biliyoruz, onları unutmadık” diyordu.
Bu yazıyı okuyunca, hemen İsmail Öz’ü bulup, “İsmail bu Allah’ını öptüğüm adam, bu arkadaşların, Mamak’taki günlerini yeni mi öğrendi, ÖDP kurulurken bunları bilmiyor muydu, o zamanlar bunları niye demedi, niye bunları o zaman söylemedi de şimdi söylüyor; yukarda neler oluyor” diye sordum. İsmail’de gayet pişkin bir şekilde, “Oğlum atların tepiştiği yerde senin gibi –benim gibi- eşeklere laf düşmez, dilini münasip bir yerine sok, otur oturduğun yerde” dedi. Zaten İsmail hep haklıydı, biz bu partinin yükünü çekip, eşekliğini yapıyorduk, sonunda, son sözü yukarıdaki görüşmeleri yapanlar belirleyip onlar karar veriyordu.
Sonra ÖDP’den o zaman “Sosyalist Emek Platformu –SEP” diye anılan, Kurtuluşçu arkadaşlar ayrıldılar. Kurtuluşçular bir grup olarak ayrılıp ÖDP’den gidince, Ertuğrul Kürkçü’nün grubu da ayrılıp gitti, onu takip edenler de oldu.
Sonunda biz, ÖDP’de, eski Dev –Yolcuların oluşturduğu, Geleceği Birlikte Kuralım Platformundan arkadaşlarla baş başa kalmıştık artık. İşte bu dönemde, bu arkadaşlarda Mahircilik yeniden nüksetti, gençler acayip sekterleştiler. ÖDP’nin bir kongresinde, Atilla Aytemur kürsüden bu arkadaşları eleştirmeye başlayınca, bu arkadaşların gençlik grubu kürsüye yürüdü, nerdeyse Atilla’yı döveceklerdi, gençlerin önüne geçtim, Atilla’yı dövülmekten kurtardık ama Attila konuşmasını tamamlayamadan kürsüden indi; ÖDP kongresinde bir arkadaş, ilk defa konuşmasını tamamlayamadan kürsüyü terk etmek zorunda kalıyordu. Bunlar yaşanırken Oguzhan Müftuoğlu ile Melih Pekdemir, bu gençlerin bulunduğu yere çok yakın bir yerde oturuyorlardı, hiç kıllarını kıpırdatmadılar, halbuki bunlardan biri gençlere “arkadaşlar sakin olun, bizim partimizde fikirlere tahammül etmeliyiz” deselerdi, gençler sorun çıkarmazlardı. Ben Atilla ile aynı guruptan değildim, hiçte aynı gruptan olmuşluğum yoktu, ama biz partiyi kururken “Arkadaşıma dokunma” diye bir ilkede anlaşmıştık. Bu kongreden gelince baktım ki yukarda ki görüşmelerde olan olmuş, işin endazesi kalmamış, ÖDP’den ayrıldım. O gün bu gündür tek tabanca yaşıyorum. Mutlu muyum hayır, mutsuzum mutsuz olmasına, umutsuzum umutsuz olmasına ama yukarılardaki bu görüşmelerden de hiçbir şey beklemiyorum. Belki diyorum, bir gün, bir umut doğar, biz yukarda ki bu kompartımanları kaldırıp, her şeyi tabanda konuşarak halledeceğimiz bir oluşuma evrilirsek bir şeyler olabilir. Belki.
Aşk ile.
25 Ağustos 2014 Kaymak köyü.

SEVGİSİZ YAPILAN AŞ YA KARIN AĞRITIR YA BAŞ
Bir kısa açıklama.
Alevi toplumunda aşk sözü çok kullanılır. Mesela “aslolan aşktır” sözünün patenti onlarındır; bir kişinin derviş olabilmesi, bir kişinin bir işte, bir sanatta yüksele bilmesi için, her şeyden evvel, ona aşkla, sevdayla bağlanması gerektiğini anlatır; söylemeye gerek var mı bilmem, kişi sözü, erenler sözü gibi, canlar sözü gibi cinsiyetsizdir, kadını da erkeği de kapsar. Kişi yaptığı her işe aşkla sarılıp, onu Hakkın hoşuna gidecek şekilde yapmalıdır derler.
Bir kişi bir yere gelince, bir selamla ifadesi olarak onlara “aşk olsun erenler” der. Oradan ayrılırken de “aşk ile” der; mesela muhabbet ceminde dem sunan saki “aşkı muhabbetiniz daim ve gayim olsun, gittiği yer gam kesafet görmesin” der.
Ben bu inancın kültür ortamı içinde doğup büyümüşüm. Ayrıca son yıllarımda bu kültürü okuyup, bu kültürü içindeki derinlikleri hisseder oldukça, bu kültürü daha çok sevip benimser olmuşum. Bütün bunlardan dolayı yazılarımın sonunda “aşk ile” diyorum, böyle demeyi de seviyorum; bu söylem bazı yerlerde “Allah ısmarladık ya da hoşça kalın” demek gibi bir söylem.
Sonra fark ettim ki, bu kültürden olmayanlar “aşk ile” sözünü söylememi yanlış anlıyorlarmış.
Ne yapabilirim bilmiyorum?
Mesela Hacı Bektaş’ın efsanevi hayatının anlatıldığı Velâyetname’de, Hünkârın, tanınmadığı bir yere geldiğinde, onları selamlayışı şöyle anlatılır: “… Derken bir de baktılar ki birisi, selam verip “sâbah-al-aşk” deyip geldi, oturanları aralayıp bir yere oturdu. Bu gelen er, Hünkâr Hacı Bektaş’ı Veli’ydi.” Sayfa 16.
Kırklar Cemi anlatılırken de, Selman’ın, Kırklar ceminin olduğu kapıdan içeri girişi şöyle denir: “Selman keşkullahtan geldi, Hüü dedi içeri girdi, Kırklar ile beraber Muhammed’de ayağa durdu”. Bugün de ceme gelen bir can, cem evine girince, “Hüü Cem erenleri, meydanınız aşk olsun, aşkla dolsun” deyip içeri girer, gözcüde onu “Hüü erenler aşkınız daim olsun” deyip ona yer gösterir. Meydan cem demektir.
Demek ki Alevi- Kızılbaş -Işık tayfası (topluluğu) eskiden birbirini Hüü diye de selamlarmış.
Sabahlarımız hayrola, akşamlarımız hayrola da denir, “Hüü bu zamanımız hayrola” da denir.
El, elden üstündür, bildiğimizin âlimi bilmediğimizin talibiyiz. Şimdi bu muhabbeti okuyan dostlarımdan arzum şu, bu konuda bildiklerini, duyduklarını buraya yazmalarıdır.
Aşk ile
Rıza Aydın.

Hiç yorum yok: