15 Nisan 2011 Cuma

Kimin Devleti, Kimin Hukuku, Kim İçin Adalet?

Ahmet Doğançayır


AKP’nin devletin sembolik iktidar makamı olan Cumhurbaşkanlığı kalesine bayrağını dikmeye niyetlendiği günden beri sergilenen mücadele bir ak-kara mücadelesi gibi gösteriliyor. Ya laik cephenin İslam cumhuriyeti girişimine karşı öz savunma mücadelesi ya da AKP’nin ülkeyi demokratikleştirmesinin önünde bariyer olarak duran devlet seçkinlerinin derin devletle işbirliği içinde demokrasiye karşı suikastı olarak görülüyor, gösteriliyor. Bu kavga aslında egemen sınıflar arası bir iktidar mücadelesi. Ne AKP demokrat, ne de laik Kemalistler gerçek anlamda laik. Her iki tarafta kolektif yalanlara dayanıyor. Süren kavganın gerçekte neredeyse yüzyıllık geçmişi var. Süregelen kavga kendini hukuk üzerinden meşrulaştırıyor. Taraf olan kesimlerce hukukun evrenselliği ve tarafsızlığı üzerinden nutuklar atılıyor. Süregelenin, siyaset savaşının hukuki araçlarla sürdürülmesidir diyebiliriz. Savaşın tarafları medyayı ve savaşın diğer cephelerini de devreye sokuyor. Yaşanan mücadele iki otoriter yönetim biçiminin egemenlik mücadelesinden başka bir şey değil. Yargının siyasallaşması konusunda görülen kaygılara cevabı yüksek seçim kurulu başkanının sözleri ele veriyordu. Şunu demişti: ‘’yargı siyasallaşmaz. Yargı devletin menfaatlerine bakar.’’ Bu sözlerle kastedilen yargının aslında zaten siyasi olduğudur. Yargı doğası itibariyle siyasidir. Tarafı bellidir.


Bugün toplumun çoğunluğu sonuç alamayacağını bile, bile ‘bağımsız’ yargının üzerinde baskı oluşturarak adaleti onun alanında kurmaya çalışıyor. Oysa adalet ezilen kesimler üzerinden varlığını sürdüren ekonomik ilişkilerin yüceltilmiş bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Kapitalist toplumda adalet mülkün! temelidir, mülksüzleştirilmişlerin değil. Çoğunlukla ‘’yüce Türk adaletine’’ inanıp sığınmak,’’Yüce mahkemelerin kararına saygı duymak’’vb. terimlerle yargıya duyulan saygı neyi sağlamlaştırıyor onu görmek lazım.

AKP hükümetinin siyasal hamleleri liberal kesimler tarafından demokratik bir atılım olarak ilan edilmişti. Şimdi Anayasa tartışmalarında da böyle oluyor. Bunlar gelişmeleri sınırlı da olsa demokratik bir atılım olarak ilan ediyor ve karşı çıkanları da 12 Eylül Cuntasının ürünü olan 1982 Anayasasını savunmakla suçluyor. Diğer yanda kendilerini ‘’ulusalcı kampta’’ gören kimi kesimler ise bu operasyonların ABD ve AB güdümlü yapıldığından yola çıkarak yapılmakta olan AB anayasasının 1982 Anayasasından bile daha geri koşullar yaratacağını öne sürerek var olan mevcut durumun korunmasını öneriyorlar. Her iki görüş sahipleri de bu görüşleriyle sonuçta var olan burjuva hukuk anlayışının ve kurumlarının sınıfsal özünün gizlenmesine yardımcı oluyorlar. Anayasal değişim isteği ya da girişimi, her durumda ezilen sömürülen sınıfların tabi oldukları ya da olacakları yeni bir kurallar ve normlar bütünlüğünü ortaya çıkartır. Hukuksal olarak nasıl ifade edilirse edilsin, bu kurallar ve normlar, kesin olarak ezilen sınıfların, hak ve özgürlüklerini değil, onların burjuva kapitalist sisteme karşı yükümlülüklerini ve görevlerini saptar. Bu nedenle de, burjuva egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin bir aracı ve yansısı olan hukuk ve anayasa tartışmaları, öncelikle egemenlerin, yani yönetenlerin değil, yönetilenlerin kaderini belirler.

Bugün kapitalist dünya sistemi içinde nasıl bir anayasal düzen içinde olunursa olunsun ve ne kadar "hukukun Üstünlüğü”nden söz edilirse edilsin, egemen sınıflar her koşulda kendi oluşturdukları hukuksal çerçeveyi çiğniyorlar. Kimi durumda yürütmenin yasama ve yargı karşısında mutlak üstünlüğünün sağlanması şeklinde ortaya çıkan bu hukuk tanımazlık, burjuva partilerinin her ne şekilde olursa olsun iktidar olma isteklerinin yansımasıdır. Ülkemizin temel sorunlarından birisi de bu iktidar isteği ve bu isteğin ortaya çıkardığı hukuksuzluktur.

Buna mahkeme ve yargıçların siyasal iktidarlara tabi olarak kararlar alması ve bu yolla yasadışı, hukuk dışı uygulamalara "yasal" görünüm kazandırılması çabaları eklendiğinde, bir hukuk devletinden ve "hukukun Üstünlüğü”nden söz etmenin olanaksız olduğu görülecektir. Bu şekilde hukuksuzluğun, kolayca uygulanabildiği, yasaların kolayca bir yana itildiği, görmezlikten gelindiği bir ülkede, açıktır ki, anayasa da, yürürlükte ki hukuk da hiçbir bağlayıcılığa sahip değildir. Aynı biçimde, anayasanın "temel toplumsal uzlaşma metni" olduğuna ilişkin düşünce ve kanı da geçerli değildir. Bu durumda, AKP'nin iktidarını pekiştirmeye yönelik yasalar çıkarması ve icraatta bulunması ne kadar "meşru" ise, hiçbir "mutabakat" aramaksızın meclisteki çoğunluğuna dayanarak bu hukuksuzluğu "meşru"laştıracak yeni bir anayasa yapmaya kalkışması da o kadar "meşru" olmaktadır. Burjuva kapitalist bir sistemde esas olan hukuksuzluktur, yasa koyucuların kendi yaptıkları yasalara uymamalarıdır.

Demokrasinin uygulanmadığı, dolayısıyla demokratik hukuk ilişkilerinin gelişmediği bizim gibi ülkelerdeyse her yeni iktidarın, kendisini iktidara getiren hukuksal ilişkileri değiştirmeye kalkışması ve yürürlükte ki hukukun kendi iktidarını sınırladığını düşünerek mevcut hukuksal kuralların dışına çıkması sistemin temel niteliğidir. Bugün "sivil vesayet" ya da "tek parti diktatörlüğü" denilen durum, bu özelliğin AKP iktidarı koşullarında bir kez daha ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. AKP iktidarı, kendisini iktidara taşıyan hukuksal yapıyı değiştirmeye çalışırken, zaten uyulmayan ve sürekli çiğnenen ve kendisinin de çiğnediği bir hukuksal yapıyı ortadan kaldırmaya kalkışmaktadır. Ergenekon söylemi çerçevesinde ‘’militarizme karşı demokrasi mücadelesi’’ görünümü altında yeni bir otoriter devlet yapılanması oluşturmanın yolu açılıyor. Gizli ellerin iktidara karşı komploları ve provakasyonları, söylemleri demokrasiyi korumak adına hak arayışlarını bastırma aracı olarak kullanılıyor. Ergenekon söylemi öyle bir hale getirildi ki sanki yakın tarih komplolar tarihi oldu. Yaşanan sağ-sol çatışmaları da, Alevi-Sünni gerginlikleri de hep bu Ergenekon komplosu ve provakasyonu sonucu ortaya çıkan olaylar olarak açıklanmaya başladı. Sanki aslında ortada çelişki falan yok hepsi palavra. Sağ yok sol yok, emeğin mücadelesi, sınıflar mücadelesi yok sadece provakasyonlar var. Bütün bu yaklaşımların altında şu neden yatıyor. Türkiye de yeni muhafazakâr siyaset kendi hesaplaşmasını ve provakasyon dediği olaylar içindeki yerini gizlemek adına bütün olup biteni ‘’derin devlete ve onun komplolarına’’ atıp işin içinden sıyrılma çabası içinde. Bu anlayışla sağ siyasal akımları ve o safta olanları o süreçlerin dışında tutarak fazlasıyla kurnaz bir şekilde geçmişi temize çekme faaliyeti yürütülüyor.

Sermayenin her zaman devlet’e ve hukuk’a ihtiyacı var

Türkiye de sınıfsal özü bir tarafa bırakılarak devletin toplum içindeki çelişkiler konusunda ki yanlı konumu farklı tutumların doğmasına yol açmaktadır. Bu durum bizi özellikle liberal kesimin açıklamalarıyla karşı karşıya getirmektedir. Bu kesimler askeri darbeleri tek başına asker ve sivil bürokrasiye fatura ederek burjuvazinin bu müdahalelerdeki rolünü inkâr etmekte ve bu sınıfa demokratiklik payesi vermektedir. Burjuva partileri konusunda da aynı tutumlarını sergileyen bu kesimler burjuvazinin partileri olarak tanımladıkları (Geçmişte AP şimdi ise AKP’nin ) partilerin askeri darbelere karşı olduklarını, bu partilerin tamamlanmamış burjuva devrimini gerçekleştirmek istediklerini ancak önlerinin darbelerle kesildiğini iddia etmektedirler. Öncelikle Türkiye de askeri müdahalelerin burjuvazinin bir hâkim sınıf olarak çıkarlarından bağımsız olarak anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Darbelerle herhangi bir şeyin tahkimi ve yenilenmesi olmuşsa bu burjuvazinin emekçi sınıflar üzerindeki sorgulanamaz hâkimiyetinin yenilenmesidir. Burjuva partileri ile ilgili dayanakları da yanlıştır. Bu partiler çatışma dönemlerinde askeri yönetimlerle her an ortak bir zemin bulmaya ve uzlaşmaya hazır bir tutum takındılar. Sınıflar belirli anlarda belirli partilerden desteklerini çekebildikleri gibi, partiler de belirli koşullarda kendi yapılarını koruyacak tavırlar geliştirebilirler. Ama her durumda burjuva partileri temsil ettikleri veya temsil etmeye aday oldukları sınıfın çıkarlarının tanımladığı alanın dışına çıkmak istemezler. Manevraları hep bu alanın içinde kalır. İşte bu durum burjuva partilerinin neden demokrasi lafazanlığına giriştiklerini açıkladığı gibi, hem de bu lafazanlığın her an uzlaşmaya hazır doğasını açıklar. Bugün yaşananlarda bunu doğruluyor.

Toplumun bütün yaşamını sarıp sarmalayan kapitalist ekonomide (değiş tokuş edilen değerlerle ve iş gücüyle birlikte bütün insan ilişkilerinin de ‘’şeyleşip’’ putlaşması ve paraya indirgenmesi sonucunda)insanlar arasındaki bütün toplumsal ilişkiler tarihsel sürecin, toplumsal üretimin dışında salt mallar arası ‘’tabii ve hayali’’ilişkilere dönüşür. Benliklerini yitiren ve kendilerine bir eşya gözüyle bakan insanlar aralarındaki ilişkilerin tarihsel ve toplumsal nedenlerini gözden kaçırırlar. Kendilerini ‘’ezeli ve ebedi’’yasalara bağımlı görürler Bu arada bireyin maddi ve düşünsel üretim faaliyeti ile yaratılmış ürünlerle birlikte bütün toplumsal olgular, kurumlar ve ilişkiler bütün hukuki, politik ve ideolojik yapılar yabancı güçler halinde bireyin tepesine çıkıp karşısına dikilirler. Örneğin hukuki ilişkiler salt insan iradesince belirlenmiş asli ilişkiler görünümüne bürünürken, ekonomik ilişkiler insan iradesi dışında kendiliğinden oluşup gelişen rastlantısal ve yazgısal ilişkiler olarak değerlendirilir. Ayrıca Egemen sınıflar kitleleri yerleşik düzenle bütünleştirmek, bu düzene bağlı ve bağımlı kılabilmek için maddi gerçeklikleri süslendirip çarpıtma zorunluluğu duyar. Kitlelerin kurulu egemenlik ilişkilerini değiştirebilecekleri ve tarihlerini bizzat yapabilecekleri bilincine erişmelerini bütün ideolojik çarpıtma ve karartma araçlarını seferber ederek önlemeye çalışır. Örneğin devletin üretici güçlerin gelişme aşaması ile üretim ilişkileri tarafından belirlenen, topluma egemen olan üretim araçları sahibi sınıfın ortak çıkarlarını ve iradesini temsil eden ve sınıfsal egemenlik ilişkilerini koruyup geliştiren bir politik sınıf örgütlenmesi olduğu gerçeği gizlenip, bir ideolojik jargona indirgenir. Bu çerçevede devletin ekonomik üretim sürecini egemen sınıf yararına nasıl düzenleyip geliştirdiği, devletin toplumdaki egemenlik ilişkilerini ‘’düzenle bütünleştirme ve zorla bastırma ‘’ teknikleriyle nasıl koruyup sürdürdüğü bir örtü altına gizlenir. Devleti toplumsal sınıflar üstüne, bir rüya âleminin pembe bulutlarına çıkaran bu burjuva öğretilerinin maddi-ekonomik kökeninde liberal bireyci burjuvazinin siyasal-kamusal iktidarı özel-sivil ekonomik yaşamdan , ‘’serbest yarışma pazarından ’’ kovup tecrit ederek kişiler üstü özerk ‘’gece bekçisi devleti’’ oluşturması zorunluluğu yatıyor. Kapitalist sömürünün işgücünün serbestçe alımını sağlayan ‘’özgür sözleşme’’ aracılığı ile işlediği unutulmamalıdır. İş gücünün serbestçe satılmasını sağlayan özgürlük ve eşitlik efsaneleri kapitalist toplumda siyasal ve hukuksal ufku baştanbaşa kaplar. Böylece devletin sınıflar üstülüğü ve tarafsızlığı ile ilgili yanılsama iyice allanıp pullanır. Sermayenin kendi içinde çeşitli hiziplere, fraksiyonlara bölünmüşlüğü bu sınıfın salt kendi düzeninin ekonomik yasaları uğruna değil, fakat aynı zamanda geniş kitlelere karşı bir bütün olarak egemenliğini sürdürebilmesi içinde devleti soyut bir düzeyde kurumlaştırıp özerkleştirmesini gerektirir. Dolayısıyla devlet belli kişilerin, belli bir zümrenin değil de bütün bir sınıfın sömürüsünün devamını sağlamakla görevli kılınacak, sermayenin çelişen öğeleri arasındaki çatlakları yapıştırıp çelişkileri törpüleyecek ve böylece tek, tek sermayecileri olmasa bile bir bütün olarak kapitalist sistemi ve bu sistemden nasiplenenleri koruyup geliştirecektir. İşte bu ‘’kişiler üstülük’’ de devleti sınıflar üstünde yer alan bir tarafsız hakem görünümüne bürümüştür. Burjuvazi sınıfsal egemenliğini koruyup, sürdürebilmek için egemenliğinin bu özel aracını aynı zamanda meşru, kaçınılmaz, önünde kayıtsız koşulsuz boyun eğilmesi gereken ve korku dayatan ‘’ bir sınıflar üstü kurum ‘’ olarak sunup göstermeye muhtaçtır. Öyle ki devletin tarafsızlık maskesini düşürüp onun iç yüzünü, gerçek sınıfsal içeriğini ve işlevini gün ışığına çıkarabilecek oluşumlar ve gelişimler gözden ve bilinçten uzak tutulabilsin.

Bireylerin kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları, üretim biçimleri ve alışveriş biçimleri devletin gerçek temelidir. Bu fiili ilişkiler asla devlet iktidarınca yaratılmış değildir. Tersine devlet iktidarını yaratan bu ilişkilerdir. Ve bu ilişkiler çerçevesinde topluma egemen olan bireyler iktidarlarını devlet kılığında yürütmek zorundadırlar. Bu belirli ilişkilerce şartlandırılıp belirlenmiş iradelerini de devlet iradesi diye yasa olarak açığa vurmalıdırlar. Bu öyle bir açığa vurmadır ki özel hukukun ve ceza hukukunun da apaçık kanıtladığı gibi her zaman egemen sınıfların kendi ilişkilerince belirlenir. İşte bu yüzden ister gece bekçisi, ister değil sermayenin devlete her zaman ihtiyacı var. Kitlelerin rızasını ve desteğini sağlamaya çalışma ve zor kullanma toplumsal sınıflar arasındaki siyasal ve ideolojik mücadelenin hiç değişmeyen unsurlarıdır. Değişen farklı durumlarda hangi unsurun belirleyici olduğudur. Egemen sınıflar hegemonyalarını sağladıkları ölçüde demokratik kurum ve kuralların işlerlik kazanacağı bir durumda kapitalist devletin demokratik biçiminden söz edilebilir. Bu hegemonyanın sağlanamadığı koşullar demokratik kurumların ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına yol açarsa demokratik olmayan çeşitli devlet biçimleri gündeme gelebilmektedir. Siyasal bunalım durumunda devlet bu bunalıma var olan sosyoekonomik durumun korunması yolunda müdahalede bulunacaktır. Bu ise elbette hâkim sınıfların lehinde ezilen sınıfların karşısında olacaktır.

Kimin hukuk’u, ne için adalet?

Hukuku devletten bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Toplumsal gelişimin belirli ve çok ilkel aşamasında yenilenen toplumsal üretimi, üretilen ürünlerin paylaşılması ve değiş tokuşunu ortak bir düzene bağlama gereği doğar. Önceleri bir gelenek durumunda kalan kurallar dizisi kısa bir süre sonra ‘’yasa’’ haline gelir. Yasanın yanı sıra onu ayakta tutacak organlar kamu otoritesi yani ‘’devlet’’ de zorunlu olarak ortaya çıkar. Toplum daha fazla geliştiğinde yasa da dar ya da geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da karmaşıklaştığı zaman sistemin terminolojisi toplumsal yaşamın sıradan ekonomik koşullarını dile getirmekten uzaklaşır. Ve bu hukuki sistem var oluşunun ve gelişiminin nedenlerini ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında bulan bağımsız bir öğe olarak gözükür. Devlet toplum karşısında bağımsız bir güç düzeyine çıktığında bu kez kendisi bağımsız bir ideoloji yaratır. Meslekten politikacılar, kamu hukuku teorisyenleri ve özel hukuk alanındaki yazarlar ekonomik olguları ve ekonomik ilişkileri el çabukluğu ile hasıraltı ederler.

Bütün bu yaklaşımlara göre hukuk kendi kendine yeten özerk bir kurallar bütünüdür. Toplum tarihinden bağımsız bir düşünce sistemidir. Sosyoekonomik ilişkiler sistemi değildir. Başı sonu olmayıp, bütün zamanlar için ve bütün dünyada geçerli mutlak, kesin davranış buyruklarından oluşur. Yürürlükteki burjuva hukuk neyin niçin adaletli olduğunu doğrudan doğruya kendisi saptar. Şekli anlamda hukuka uygun olarak kurallaşmış bulunmak kaydıyla her hükmün bağlayıcılığı vardır. Her hukuk kuralının varlık ve yürürlük nedeni yasa içi ve yasa ötesi bir başka hukuk kuralının, hukuk ilkesinin yürürlüğüdür. Bir sanığın mahkûmiyeti yargıç hükmüne, yargıç hükmü yasa kuralına, yasa kuralı da anayasa ve anayasa üstü yüce hukuksal değerlere uygun düştükçe sorun kalmaz. Bu sözüm ona hukukçulukta bütün toplumsal gerçeklikler, bütün toplumsal üretim ilişkileri yok olmuş dünya bir hukuki kurallar, kurumlar ve kavramlar âlemi olmuştur. Sanki sadece hukuk sayesinde insanlar bir arada yaşayabilmekte, üretimde bulunup ürettiklerini adaletli bir biçimde paylaşmaktadırlar. Bu hukukun aslında pozitif hiçbir yanı yoktur. Sadece tersliği çarpıklığı ‘’pozitif’’bir şeymiş gibi göstermeye yarar. Ama en tehlikelisi toplumda geçerli sınıfsal ilişkilerini doğal ve sonsuz bir düzenmiş gibi göstererek kurulu ve yerleşik düzeni meşrulaştırmasıdır. Hukuku toplum ötesi, sınıflar üstü, tarafsız, sonsuz evrensel kutsal bir değer olarak kutsallaştırmanın kökeninde burjuva toplumunun maddi yaşam koşulları yatar. Özel girişimciliğe ve yatırımcılığa dayanan kapitalizm de sermaye ekonomik adımlarının sonuçlarını önceden hesaplamak ve geleceğinden emin olmak ister. Bu nedenle kapitalist mülkiyet bugün de, yarın da korunmalı, sözleşmelere sonuna kadar bağlı kalınmalı, beklenmedik sorunlara karşı baştan tedbir alınmalıdır. Bu yoldaki çıkarlara uygun düzen ve sermayenin güvenliği ancak dokunulmaz tabulara dönüşmüş yasaların egemenliğine dayalı ‘’bir hukuk devletinde’’ sağlanabilir. Temel oyun kuralı çok sayıda ‘’serbest rakibe’’ ‘’eşit şans’’ tanıyan kişiler üstü ‘’özerk’’, soyut, ‘’tarafsız’’ bir hukukun işlerliği ile kişisel zorbalık, ayrıcalık, kişiye bağımlılık yerini ‘’hukuka bağımlılığa’’ bırakır.

Emperyalizm çağında ‘’mutlak yasa egemenliğinin’’ yırtıldığını vurgulamak gerekir. Tekelci sermayenin parlamento kanalıyla geç ve güç gerçekleştirilebilecek istekleri parlamento içi ve dışı muhalefetle karşılaşmaksızın çoğu zamanda devre dışı bırakılarak çabuk, sessiz kapalı kabine toplantılarında oldubittiye getirilir. Toplumda sıklıkla değişebilen sınıfsal güç dengesi ile sınıf mücadelesinin dinamiği ve başka üst yapı kurumlarının hukuki biçime ve ideolojiye etkisi ekonomik alt yapının hukuksal üst yapıya yansımasını engeller. İç çelişkilerin yumağına dokunmaması ve kendi içinde tutarlı, uyumlu, akılcı bir sistem oluşturma zorunluluğu da hukuk kural ve kavramlarının ekonomik ilişkileri aslına tam uygun bir biçimde yansıtması önler ve ekonomik alt yapıdan nispi bağımsızlığına yol açar. Sonra sağlık ve eğitim işleri gibi toplumun ortak iş ve yararlarıyla ilgili kuralların varlığı, bunların yanı sıra ezilen sömürülen sınıfların mücadelelerinin çeşitli aşamalarında egemen sınıftan kopardıkları ödünlerin varlığı çarpık burjuva hukuk anlayışına hukukun sınıflar üstülüğü ve tarafsızlığı saplantısına dayanak oluşturur.

Anayasal sistemde kişisel özgürlüğün, basın özgürlüğünün, düşünce açıklama özgürlüğünün, öğretim ve din özgürlüklerinin üzerine bir anayasa giysisi geçirilmiştir. Böylece özgürlükler her çeşit tehlikeden korunurlar. Ancak şu şartla bu haklar kısıtlanmamakla birlikte başkalarının eşit hakları ve kamu güvenliği nedeniyle ya da öteki bireysel özgürlüklerle uyumu sağlayacak yasalar eliyle sınırlanabilir. Demek ki anayasa işi hep ilerde anayasayı uygulamak için çıkarılacak yasalara bırakmaktadır. Bu yasalar öyle düzenlenmiştir ki burjuvazi onlardan yararlanırken öteki sınıfların hakları hiç önemsenmemektedir. Öyle ki bu yapılırken özgürlüklerin anayasal varlıkları hiç zarar görmemiş gibi görünür. Marks Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire ‘inde bunu şöyle anlatıyor:’’ Bu özgürlüklerin başkaları tarafından kullanılmasını büsbütün yasakladıkları ve polis tuzağına dönüştürdükleri durumlarda bu iş her zaman anayasa uyarınca ‘’kamu güvenliği’’ uğruna yani düpedüz burjuvazinin güvenliği uğruna gerçekleştirilir. Anayasanın her maddesi kendi antitezini, yukarı meclisini, aşağı meclisini yani genel kural olarak özgürlüğü, bu kuralın istisnası olarak da özgürlüğün ortadan kaldırılmasını kapsamaktadır. Böylece özgürlük adına saygı gösterilip onun somutlaştırılması hiç kuskusuz yasal yoldan önlendiği sürece özgürlüğün pratik yaşamda yediği darbeler ne denli öldürücü olurlarsa olsunlar, özgürlüğün anayasal varlığı da hiç yara bere almadan olduğu gibi korunmuş gözüküyordu.’’

Mevcut yasalarda her zaman bireylerin ödevlerinden çok haklarına yer verilmiştir. Ödev genellikle yasanın yasak ettiği şeyi yapmamaktır. Hakları zedeleyecek olan şeyi yapmamaktır. Eğer özel mülkiyeti koruyan yasalara uymakta iseniz, hatta yanınızda çalışanlara kötü davransanız bile hatta çocuklarınıza ve çevrenize dünyayı zindan etseniz bile size kimse dokunmaz. Burjuva hukukunda hak ile ödev arasında ayrılık kurulmuştur. Yasa adı altında toplanmış kullanışlı reçetelerden başka bir şey olmayan hukuk kurallarının bütünü ki bunlar aslında toplumun durumuna göre değişken iyi kötü kavramlarını da gösterirler ama gerçekte hâkim sınıfların ihtiyaçlarına göre hazırlanmışlardır. Bu sınırlar içinde bireyin durumunu düzenlemek için maddi ve manevi baskı araçlarına, sosyal alışkanlıklara güvenilir.

Adalet isteği ezilenlerin normal tepkisidir. Baskı ne kadar zorlu ise bu istek o kadar güçlüdür. Adalet kavramı sınıflı toplumda baskının karşıtı olarak sonradan doğmuş ve gelişmiştir. Sınıflı toplumda adalet sosyal ilişkilerin temeli rolünü almıştır. Köle sahibi ve köle, toprak ağası ve toprağa bağlı köle, patron ve işçi doğumları ya da zengin olup olmamaları açısından eşit olmadıkları için birbirinden ayrı varlıklar olarak görülür. Hâlbuki gerçek kural adaletsizliktir. O kaynağını maddi koşullardan ve toplum ilişkilerinden alır. Ezmenin ezilmenin olmadığı ilkel toplumlarda adalet kavramı yoktu. Baskının yani adaletsizliğin kökünün kazınacağı bir toplumda da bir toplum olayı olarak silinip gidecektir.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. Devletin sonsuz bir geçmişi yoktur. İşlerini devletsiz yürüten, devletten devlet gücünden habersiz toplumlar var olmuştur. Devlet toplumun sınıflara bölünmesi üzerine zorunlu bir şey haline geldi. Sınıfların varlığı zorunluluk olmaktan çıktığında devlet de kaçınılmaz olarak yok olacaktır. Üretimi üreticilerin özgürce ve eşitçe ortaklığı temeli üzerinde yeniden örgütleyen bir toplum bütün devlet aygıtını antikalar müzesine postalayacaktır. Günümüzün geçerli hukuk ideolojisi ise çağını kapamış, çürüyüp kokuşmuş karşı devrimci bir sınıfın gereksinimlerine ve çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu öğreti artık kaynaklandığı toplumsal ilişkileri doğru dürüst gizleyebilmekten acizdir. Kapitalist üretim modeline, yerleşik üretim sistemine uygun düşeni, sermayenin işine geleni meşru kılarken bunun tersinin soruşturulmasına, irdelenmesine asla izin vermemektedir. Bu sınıfsal öğreti geniş kitlelerin bir avuç sermayedarın çıkar ve iradesine bağımlı kılmaya mahkûm etmeyip tam tersine din öğretisi gibi onaylayarak meşrulaştırdığı içindir ki sermaye sınıfı gibi yargılanıp mahkûm edilmeyi hak etmiştir. Marks’ın Hegel’in Hukuk felsefesinin eleştirisine girişte söylediği gibi’’ Tarihin ödevi gerçek dışı dünya yok olup gittikten sonra bu dünyanın gerçekliğini ortaya koymaktır. Gereken ödev insan yabancılaşmasının kutsal görünüş maskesi ile birlikte bu yabancılaşmanın kutsal olmayan görünüşünün maskesini de indirmektir. İşte o zaman cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine ve din bilgisinin eleştirisi de politikanın eleştirisine dönüşür.’’

Şu kesindir ki üretim araçları üstündeki mülkiyetini yitirmiş olan ve kapitalist üretim çarkları yüzünden mülksüzlüğü sürekli yenilenen işçi sınıfı burjuvazinin hukuki hayalleri aracılığı ile gerçek yaşam durumunu dile getiremez. Bu yaşam durumunu hukukça karatılmış gözlükler kullanmadan, iç yüzleriyle gözlediği zaman tümüyle kavrayabilir. Bu sözlerimizle sosyalistlerin belirli hukuki taleplerde bulunmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylemiyoruz. Elbette aktif bir sosyalist parti bütün siyasi partiler gibi bu hukuki talepler var olmaksızın düşünülemez. Bir sınıfın ortak yararlarından çıkan talepler ancak bu sınıfın siyasal iktidarı fethetmesi ve taleplerine yasalar biçiminde genel bir yürürlük sağlaması sayesinde gerçekleşebilir. Marksizm demokratik özgürlüklerle, burjuvazinin temel kurumları arasında bir ayrıma başvurur. Bu ayrım çerçevesinde parlamento; Genel oy, grev örgütlenme, toplu gösteri hakları gibi demokratik özgürlüklerle aynı düzlemde yer almaz. Bu özgürlükler emekçi sınıfların mücadeleleriyle kazanılmış haklardır. Bu durum saldırılar karşısında emekçilerin neden burjuvazinin temel kurumlarını değil mevzilerini ve haklarını korumaları gerektiğini açıklar.

Türkiye burjuvazisinin demokratik bir yönü yoktur. Onun parlamenter hegemonya biçimleriyle baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Ancak emekçi sınıfların gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermeye zorlayabilir ve içindeki darbeci eğilimlerin geri plana atılmasını sağlayabilir. Emekçi sınıfların gücü ise burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer. Bu nedenle bugün yaşanan uzlaşmaya açık akraba tarafların çatışmasında, emekçi sınıfları bu iki kanadın herhangi birisinin peşine takma girişimleri Türkiye’de sınıf mücadelesi önünde engeldir. Bu süreçte BDP’nin tavrı da belirleyicidir. Artık bundan sonra Kürtlerin hesaba katılmadığı hiçbir seçim, hiçbir toplumsal değişiklik talebi, hiçbir diplomatik hamlenin başarılı olamayacağı görülüyor. Anayasa taslaklarında yer almayan Kürtlerin özgürlük taleplerinin Türk emekçilerinin taleplerini kapsayacak şekilde ifadesini bulması Kürt siyasetini Kürtlerin yaşadığı kentlerin dışına çıkartıp Türkiye hareketine dönüşmesinin yolunu açacaktır. Kürtlerin özgürlük taleplerinin Türk halkının ortak talebi haline gelmesi de AKP anayasası karşısında ezilen sömürülen sınıfların mücadelesinde azımsanmayacak bir aşamayı ifade edecektir.

Hiç yorum yok: