30 Aralık 2010 Perşembe

Ne Liberal’in Lafazanlığı Ne de Vatansever’in Hezeyanı...


Hakkı Yükselen
Çinliler, beddua etmek için “İlginç zamanlarda yaşayasın!” derlermiş! Her zaman çabuk fark edemesek de galiba o “ilginç zamanlardan” birindeyiz. İnsan evladı, kendi kısa ömrü içinde uzun sayılabilecek bir süre boyunca “tarihin sona erdiği” biçiminde bir liberal hurafeye inandırıldı. Ancak bu hurafe, tarihin ve toplumun merhametsiz yasaları ve elbette kapitalizmin ertelenebilir ama kaçınılmaz krizi karşısında tarihsel açıdan çok kısa sayılabilecek bir sürede yıkılıp gitti…

2 Aralık 2010 Perşembe

Din, Sosyalizm ve Has Parti

Ferhan Umruk
Yazının başlığı söz konusu olan Has Parti olduğunda din kavramı bakımından herhangi bir yabancılığa yol açmıyor. Zira ne de olsa siyasal islamın rahmi olan Erbakan’ın Saadet partisi’nin ikinci doğumuna şahit olanlar için zihinlerde aykırılık yaratacak bir anomali durumu yok. Nihayetinde ana damar yoksa baba damar mı desek, AKP’den sonra bir parti daha siyaset dünyasına hediye etmiş bulunuyor.

21 Kasım 2010 Pazar

‘’Laik’’ Türkiye’de Kanaat Önderliği

Ahmet Doğançayır
Bugün dinsel baskıdan söz ediliyor. Hem de galiba oldukça aşırı bir dille. Çünkü bu baskı bize en sinsi, en zedeleyici gibi görünenidir. İnsandan gelen her şey gibi dinler de zaman içinde türlü biçimler almışlardır. Çoğu kaybolmuş, yerine değişen koşullara daha iyi uyan başkaları gelmiştir. Ve manevi âlemin en etkili silahı olan suçluluk duygusunu daha çok kullanır oldular.

12 Kasım 2010 Cuma

İttifaklar ve Cepheler Üzerine Bazı Sorular

Hakkı Yükselen

Referandum öncesinde ve sonrasında her ne kadar üst perdeden bir söylem tutturulmuş olsa da, bu memlekette sosyalizmin gerçek durumu “Ne olacak bu sosyalistlerin hali!” boyutunun ötesine geçebilmiş değil. Ancak bu anlaşılabilir bir durum; nihayetinde başkalarının tayin ettiği gündemler içinde yol almaya çabalıyoruz! Gündem yaratacak, gündemi yönlendirecek gücümüz yok; etken değil, edilgeniz. Üstelik birkaç istisnai durum dışında, sorunlar önümüze öyle sosyalizm ve sosyalist mücadele açısından “saf” ve “ideal” halleriyle de gelmiyor. Ayrıca tarihsel olarak neyi temsil ediyor olursak olalım, güncel gerçeğimiz, herhangi sosyal-politik ağırlığımızın, etkimizin ve temsil gücümüzün olmamasıdır.

Peki bu durum nasıl aşılacak? Sorun burada başlıyor. Sınıf mücadelesi alanındaki “umutsuz” durum ve sosyalistlerin hali pür melâli, bazı kestirme çözüm yollarını da gündeme getiriyor; bazen bir çaresizlik duygusuyla, bazen de en devrimci gerekçelerle!

Kestirmeden Gitmek!

Kestirme çözümlerin ve çıkış yollarının en evrensel “değere” sahip olanı kuşkusuz popüler ve kitlesel bir gücün peşine takılmaktır; çünkü bu tür akımların iktidarda olmadıkları zamanlarda bile, sırf kitlesel ve popüler olmaktan kaynaklanan bir dinamizmi ve elbet bir çekiciliği vardır. Sosyalist hareketin uluslararası tarihi bu tür yönelişlerle doludur. Genellikle işçi sınıfı hareketinin gerilediği, yakın bir gelecekte herhangi bir yükseliş olasılığının görünmediği (veya görülmediği!), işçilerin sosyalistlerin hızına ayak uyduramadığı (!) durumlarda veya ağır yenilgilerin ardından her biri son derece “makul” ve devrimci olan çeşitli gerekçelerle başvurulan bir çaredir bu. Ancak çoğu defa bu yola girenlerden bir daha haber alınamadığı veya başlangıçtaki amaçlarıyla sonunda vardıkları nokta arasında ideolojik ve politik olarak ciddi farkların olduğu bilinir!

Sosyalist hareketin ulusalcı ve liberal kesimlerinin burjuvazinin çatışan güçlerinin peşine takılması son referandumdan öncelere dayanır. Referandumdaki farklı tutumlar, kısmen bu ayrışmayı da içermekle birlikte, burjuvazinin hiçbir kanadına “ilişmemiş” devrimci sosyalistlerin siyasi taktikler konusundaki farklılıklarının da bir ifadesidir. Bu taktiklerin temel amacı, sosyalist hareketin içinde bulunduğu durumdan kurtuluşunun ve güç kazanmasının bir yolunu bulmaktır. Ancak kimi zaman bir çaresizlik duygusunun eşlik ettiği bu arayışın, zaferden zafere koşuluyormuşçasına, mesnetsiz bir özgüvene dayalı üst perdeden bir söylem eşliğinde sürdürülmesi acı gerçeğimizi değiştirmez.

Herkes “çıkışın” ancak ittifaklar, hatta cepheler yoluyla olacağı kanısındadır. Bu bakış çok genel ve soyut anlamda yanlış değildir. Malûm yalnızlık sadece Allah’a mahsustur! Ancak mesele somut olarak, yani tarihsel bağlamında ele alındığında, hiçbir ittifakın, cephenin ve taktiğin öyle kendiliğinden devrimci ve doğru bir yolu işaret etmediğini ve en önemlisi bu “işin” kestirme bir yolunun olmadığını görürüz.

Kürtlerle İttifak

Devrim ve sosyalizm hedefini terk edenlerin durumu bir yana, bizim asıl tartışmamız gereken devrimci sosyalistlerin önerdiği çıkış yollarıdır. Bu kesimin içinde, anayasa değişikliği referandumunda da ortaya çıktığı üzere, var olan durumu aşmanın, siyasi bir özne haline gelebilmenin ve politika yapabilmenin başlıca yolunun Kürt ulusal hareketiyle ittifak, hatta bir cephe kurmak olduğu düşüncesi ağırlık kazanıyor. Kritik geçiş noktalarında politik tutumlar, Kürt ulusal hareketinin yönelişlerine göre biçimlenmeye başlıyor. Üstelik bazı (bireysel veya gayrı resmi) ifadelerde bu söylem “ittifak” ve “cephe”nin de gerisine düşerek sadece bir “destek”, hatta “tutunma” düzeyine inebiliyor. Gerekçeler ister çok iddialı bir ses tonuyla, ister alabildiğine tevazu dolu bir ifadeyle öne sürülsün, sonuç değişmiyor: Başkasının kitlesini ve gücünü kullanarak işin içinden çıkabilmek, politika yapabilmek, hatta hayatta kalabilmek!

Kimse Kürt ulusal hareketiyle ittifaka ve enternasyonalist dayanışmaya karşı olduğumuzu düşünmesin. Kürt ulusunun, bağımsız bir devlet kurmak da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkını desteklemek devrimci bir görevdir. Ezilenlerin mücadelesine destek ilkesel bir tavırdır. Bu bütün ilkelerimiz gibi, “ahlaki ve duygusal” değil, politik bir temele dayanır; sosyalizm açısından toplumsal kurtuluş mücadelesinin yolunu açmayı hedefler. Zaten bu nedenle ulusal kurtuluş mücadelelerine yönelik tavrımızda en yüksek ilkemiz, proletaryanın birliği ilkesidir.

Yani ilkelerle ilgili bir sorunumuz yok. İlkesizlik çok kötü bir şeydir. Ancak sabahtan akşama kadar sadece ilkeler üzerine vaaz vermek ise, çok konuşup siyasi olarak hiçbir şey söylememenin veya gerçek durumu saklamanın en gösterişli yoludur. Bu nedenle ilkeler üzerine yapılacak her tartışma, özellikle Kürt meselesi gibi can alıcı bir konuda, bir takım soyutlamalar üzerinden değil somut durumlar ve gerçek sorunlar üzerinden sürdürülmelidir…

Uzaklarda Bir Ülke!

Çok ilginçtir, bu memleketin Kürt meselesi çoğu zaman sanki iki-üç bin kilometre mesafedeki bir sömürgede cereyan ediyormuşçasına uzak bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Bu bakış, sadece ilgisizlik anlamında değil, kimi zaman da çok ilgili bir biçimde ortaya çıkmıştır. Türklerle ve Kürtlerin ilişkisi, sadece ulusal mücadele bağlamında değil, sosyalizm bağlamında da çok eskilere dayanmasına rağmen (Ki, iç içe yaşadığımız, aynı çatılar altında birlikte mücadele ettiğimiz dönemler oldu.) yaklaşık son otuz yıldır “sınıf” ve “toplumsal kurtuluş” söyleminden uzak bir seyir izlemektedir. Bunun doğal sonucu ise iki tarafın sollarının birbirinden giderek uzaklaşması, ilişkinin adeta diplomatik bir havaya bürünmesi ve bazen karşılıklı milliyetçilik suçlamaları olmuştur.

İlişkilerin böylesine yoldaşlıktan uzak “diplomatik” bir karakter kazanması nedeniyle mücadelenin gerçek meseleleri, ortak konular ve sürecin toplumsal-sınıfsal boyutları, yani sosyalizme ve sınıf mücadelesine ilişkin yönü konuşulamaz hale gelmiştir. Bunların konuşulması zorunludur; aksi halde iki tarafın da hayrına olabilecek bir ilişki kurmak mümkün olmayacaktır.

Bu konuda daha önce de ortaya atılmış ama nedense konuşulmaya değer bulunmamış, adeta yok farz edilmiş bazı sorunları ve soruları bence yeniden gündeme getirmeliyiz.

*Mesela “Türk tarafı” olarak, bugünkü toplumsal ve politik “hiçlik” durumundan, ilişkiye hangi “tumturaklı” adı verirsek verelim, Kürt hareketini “destekleyerek”, gerçekte ise takip ederek veya ona “ilişerek” kurtulmamız mümkün müdür?

*Bu tutumumuzla, bir yandan işçi hareketini örgütleyip devrimci önderlik sorununu çözmeye çalışırken, yani aynı zamanda kendimizi örgütleyip var ederken, öte yandan devrimci sosyalistlerin önderlik etmediği bir ulusal kurtuluş mücadelesini “daima komünist eleştirinin darbeleri altında tutmamız” mümkün olabilir mi? “koşullu ve eleştirel destek” tavrımız sadece “destek”le mi sınırlı kalacaktır?

*Her şeyden önemlisi, bu halimizle koşullarımızın ve eleştirilerimizin bir etkisi olabilir mi? Ulusal hareketin önderliği, kadroları, kitlesi ve en önemlisi ezilen ulus bu durumda bizi kale alır mı?

*Bu “muhtaç” halimizle ezilen ulus devrimci sosyalistleri ile dayanışmamız, ezilen ulus içindeki devrimci sosyalist bir önderliğin inşasına yardım etmemiz mümkün müdür? Yoksa “diplomatik” nedenlerle böyle bir ihtimali yok mu saymalıyız?

*En az bunlar kadar önemli olarak, ezilen ulusun mücadelesini küçük burjuva devrimci-demokratların, milliyetçi devrimcilerin, dincilerin, hatta liberallerin tekeline bırakmayı kabul mü edeceğiz? Yoksa Kürt toplumu, sınıf ve sınıflar mücadelesi gerçeğinden muaf, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” midir?

*Kürt ulusal önderliğinin “bağımsız Kürdistan” hedefinden vazgeçtiği şartlarda, sosyalistler olarak Kürt işçileri ve emekçilerinin ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığı ve toplumsal kurtuluşu sorununu mücadelenin hangi aşamasında gündeme getirmeyi düşünüyoruz?

*Kürt önderliğinin “demokratik cumhuriyet” önerisiyle işçi ve emekçiler de dahil bütün Türkiye’ye rejim biçtiği bir durumda sosyalistlerin hem Türk, hem de Kürt halklarına bir “işçi-emekçi cumhuriyeti” önerisiyle gitmesinin ve bir sosyal kurtuluş projesi sunmasının önündeki engeller nelerdir?

*Kürtler için (aynı bir zamanlar, hatta bazıları için şimdi bile, Türkler için düşündüğümüz gibi!) her biri çeşitli hükümet biçimlerine tekabül eden “aşamalardan” oluşan bir “devrimler silsilesini” mi uygun görüyoruz? Sınıfsal görevler, ulusal ve demokratik görevlerin ardından mı gelir?

Somut Durumlar

Bütün bunlar soyut, uzak ve teorik mevzular olarak görülebilir. O halde meseleyi biraz daha güncelleyelim. Mesela son referandum sürecinin ortaya çıkardığı bazı somut durumlar üzerinden gidebiliriz. Sormaya devam edelim:

*Özellikle son referandumda ortaya çıkan, Kürt burjuvazisinin siyasi olarak ayrışma eğiliminin Kürt işçi ve emekçilerinin de ideolojik, politik ve örgütsel bağımsızlığı açısından bir karşılığı olması gerektiğine inanıyor muyuz. “Siyaset tekeli” Kürt burjuvazisi ve “cemaatler” açısından kırılırken Kürt işçi ve emekçileri, sosyalistleri açısından devam edecek midir? Böyle bir bağımsızlaşma önerisi davaya “ihanet” olarak kabul edilebilir mi?

*Kürt hareketi içinde, hareketin bütün dinamizmine, kitleselliğine ve mücadeleciliğine rağmen sosyalizmin nasıl gerilediğinin ve milliyetçi, liberal, sivil toplumcu eğilimlerin nasıl güçlendiğinin farkında mıyız? Burjuvazinin yeni kapılar ve güvenceler bularak veya sınıfsal içgüdülerle ayrışması veya Abdullah Öcalan’ın kapitalizm hakkındaki olumsuz görüşleri Kürt ulusal hareketi içinde sosyalist bir alternatifin kendiliğinden ortaya çıkmasını sağlayabilir mi?

*Devrimci sosyalizmin bazı kesimlerinin referandumda “boykot”un ve daha sonraki “cephe” projelerinin sağlam gerekçelerinden biri olarak öne sürdükleri Kürt hareketinin “boykot” kararının, eğer hükümetin tasfiyeci tavrı olmasaydı “evet”e dönmüş olacağının, Kürt halkının ve siyasi kadrolarının büyük bir çoğunluğunun gerçekte “evetçi” olduğunun farkında mıyız?

*Bir “cephe” durumunda, Kürt ulusal hareketinin önderliği itibariyle izlemesi kaçınılmaz inişli çıkışlı seyre ve hemen her ulusal hareket için kaçınılmaz olan manevralara, uzlaşmalara tahammül gücümüz ne olacaktır; hele ki gerçek bir gücü temsil etmediğimiz gerçeği düşünüldüğünde?!

*Gerçek ittifaklar ve cepheler “gerçek güçler” arasında kurulmaz mı; sosyalistlerin gerçek bir güce sahip olmadığı böyle bir durumda bu ittifak veya cephe içindeki rolümüz ne olacaktır? Toplumsal güç anlamında neredeyse “yok” hükmünde olduğumuz bir ilişkide, geleceğimizi başkalarının tahammül ve hoşgörü sınırlarına emanet etmiş olmayacak mıyız?! Her şeyden önemlisi biz böyle bir ittifak veya cephede kendimizden başka neyi temsil edeceğiz? Yoksa bu yolu izleyerek ileride kazanacağımız proletarya desteğini teminat göstererek güçlü bir konum kazanacağımızı mı düşünmekteyiz?

*Cephe sorunu, en azından devrimci sosyalistler, devrimci Marksistler açısından esası itibariyle sınıfın birliği ve burjuvaziden bağımsızlığı sorunu değil midir? Gerçek bir birleşik emek cephesi, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin birliği temelinde kurulmayacak mıdır? Böyle bir sorunu bugünkü durumumuzu bahane ederek ve Kürt ulusal hareketinin kitlesel gücünün sağlayacağı birkaç milletvekilliği karşılığında görmezden gelebilir miyiz?

Basit, ama cevaplanması gereken sorular; sonuç olarak, “İttifak meselesi bu sorulara cevap vermeden sağlıklı bir çözüme ulaşamaz. Bu aynı zamanda “kestirmecilik” tuzağına düşmemenin de yoludur. İşçi sınıfına ilişkin temel görevlerimizi yerine getiremediğimiz sürece, onun yerine, ne kadar “ilkesel” de olsa başka görevleri koyarak makûs talihimizi yenmemiz mümkün değildir.

Akıntıya Karşı!

Devrimci öncü zor zamanlarda akıntıya karşı yüzerek inşa edilir. Böyle zahmetli işlerle uğraşmaktansa akıntı yönünde yol alma gibi bir “cinliğe” başvurmak da mümkündür. Ancak burjuvaziyi “çarpmak” kolay değildir.

‘Gerçekçilik’ ve ‘zorunluluk’ adına başka bir şey olmamak için kendimiz olmak zorundayız. Bu, elbette yukarıda belirtildiği üzere ‘akıntıya karşı’ yüzmeyi gerektirir ve aslında en ‘gerçekçi’ yoldur. Siyaset gerçek manada ilkeli olmanın ve kararlılığın yani sıra akıl, fikir, zekâ, kavrayış ve esneklik de ister. Ancak bu yolun kestirmesi yoktur. İkamecilik kaldırmaz. Zaten devrimci Marksizm açısından işçi sınıfının yerine konulabilecek başka bir güç yoktur; sadece teorik olarak değil, pratik olarak da bu böyledir…

18 Ekim 2010 Pazartesi

AKP ve DSİP

Ferhan Umruk

Sosyalist hareket içerisinde giderek başta DSİP olmak üzere referandumda evet oyu kullanan sosyalistlerin AKP ile kaynaştıkları doğrultusunda yaygın bir kanaat oluşuyor.

Bu kanaatin evet oyu kullanan bütün sosyalistlere teşmil edilmesi doğru değil. Şundan doğru değil, nasıl hayır oyu çağrısı yapan sosyalistlerin bir bölümü esas olarak AKP’nin mevzi kazanarak neo-liberal politikaları tahkim etmesini engellemek güdüsüyle hareket etmişlerse, evet oyu çağrısı yapan sosyalistlerin bir bölümü de bu referandumu darbeciliği, militarizmi yenilgiye uğratmanın dönüm noktası olarak algıladılar. Askeri vesayet, sivil vesayet tartışmaları da ‘önce Kornilov, sonra Kerenski’ bolşevik taktiğinin uyarlanmasında Kornilov’un muktedir siyaset odaklarından hangi kimliği (AKP mi? Ulusalcı-Laik kamp mı?) temsil ettiği konusundaki ayrışma, politik olarak farklı tutumları su yüzüne çıkardı.

Birikim Ayrıştı

Bu referandumda ki ayrışma geleceğe yönelik solda kutuplaşmayı davet ediyor. Zaten davet hemen yapıldı, Birikim dergisinin baş yazarı Ömer Laçiner bunu şöyle deklare etti ‘Birikim, bu yeni baştan tanımlamanın “ortak bir eser” olması için anlayışı gereği özel bir çaba gösterdi. Her ne kadar artık apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla gördüğümüz bu mikro-dünyanın bileşenleri ile giderek uzlaşma noktalarımızın yok olduğunu fark etmekle birlikte, ortak tarihimiz ve mirasımız hatırına diyalog kanallarını daima açık tutmaya gayret eden bir dil ve tavır içinde olduk bugüne değin.

Ama iki sayı önce de belirttiğimiz gibi bunun, bu yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız. Bu, yalnızca bir zorunluluk değil ayrıca ahlaki bir yükümlülük, görevdir artık.

Önümüzdeki sayı bu görev başlayacaktır.’

Bir hatırlatma yapmadan geçemeyeceğim, 70 li yıllarda yayınlanmaya başlayan Birikim dergisi siyasi duruşunu Althuser’in görüşlerinden beslenerek sürdürdü ve onun Fransız Komünist Partisi ile olan uyumlu ama mesafeli ilişkisininin benzerini Dev-Yol hareketiyle kendisinin kurguladığı diyalogla şekillendirmeye gayret etti. Şimdi gelenekçi solla bağlarını koparacağını ilan eden Birikim dergisi on yıllar boyunca uluslararası işçi sınıfı hareketinin tarihinde en büyük kırılmayı teşkil eden ve yıkımın taşlarını döşeyen Stalin’in ‘Tek ülkede sosyalizm’ tezine karşı mücadele eden Troçki’nin tezlerini bir susuş kumkuması gibi görmezden geldi. En fazlasından da daha sonra Doğu Perinçek’e referans olacak, 90’ larda içinde oluşan anti-stalinist muhalefete karşı kullandığı ‘Troçki iktidar olsaydı aynı şeyleri yapardı’ sıradanlığının kapısını açtı. Birikim’in belki de stalinizmin bizim dünyamızdaki ağır hegemonyası dolayısıyla kapıldığı bu sinizme karşın muhtelif konularda tartışmayı zenginleştirici katkılarını elbette bir yana itmemek gerekir. Ancak biz bugüne kadar, çokça sözü edilen ve herhalde bırakın bizim mahallenin sosyalistlerinin tüm yeryüzünün sosyalistlerinin sorunu olan mutasavver sosyalist toplum üzerine yenilikçi düşüncenin kilidini açacak anahtarın tarifini Birikim dergisinden edinebilmiş değiliz. Sadece yenilikçi kelimesinin büyüsüyle yol alınamayacağı açıktır. Muhtevadan yoksun kavramlar üzerinden tartışmak ilerletici olamaz, anlamı da yoktur. Sahi, biz, kendi tanımlarına göre,Birikim dergisinin siyasi grup olmadığını bilirdik ancak Ömer Laçiner’ bu deklarasyonda kullandığı cümlelerdeki çoğul fiiller artık bir siyasi grupla tanıştığımızı gösteriyor sanırım.

Taktik ve Strateji

Şimdi bu ‘Önce Kornilov, sonra Kerenski’ formülasyonunun herşeyden önce bir taktik olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu taktik, kuşkusuz, somut şartların bir sonucu olarak aktüelleşebilir. Ancak siyasi taktikler konjoktürel karakterlidir. Yani taktik olarak o momentte ayrışmış olan siyasi hareketler başka bir siyasi momentte birleşebilirler, yeter ki bu tutumlarını siyasi anlamda bir strateji haline dönüştürmemiş olsunlar. İşte böylesi bir işaret varsa bu tartışma konusudur. Konuyu şeffaflaştıralım; Hayırcı sosyalistler stratejilerini CHP’nin iktidar olması üzerine mi kurmuşlardır? Evetçi sosyalistler stratejilerini AKP iktidarı üzerine mi kurmuşlardır? Yanıt verilmesi gerreken soru budur. Stratejik olarak bu kutuplaşmaya sürüklenen sosyalistlerin birbirlerine karşı yapacakları her eleştiri veya suçlama aynen kendilerine iade edilecektir. Bu kutuplaşmaya sürüklenenler karşı tarafa yapacakları suçlamaların aynadaki akisleriyle karşılaşacaklardır. Zira iki kutbun siyasi aktörü olan CHP’de AKP’de egemen sınıfın siyasi partileridir.

Tabii bu tartışmanın dramatik olan yanı Kornilov’un kim olduğu konusundaki hararetli tartışmalara ve diz boyu suçlamaların girdabına kapılan sosyalistlerin ortada bir Bolşevik parti olmadığının farkında olmamalarıdır.

Referandumda ‘yetmez ama evet’ kampanyasının başını çeken DSİP’in referandum sonuçlandığında Başbakan Erdoğan’dan teşekkür alması dikkatlerin üzerinde toplanmasına sebep oldu. Türkiye siyasi tarihinde sağ kanat siyasi bir partinin sosyalist bir partiyi kutlaması rastlanan bir vaka değildi. Böylelikle belki de bir ilk gerçekleşmiş oldu.

İki Damar

Türkiye sosyalist hareketi cumhuriyet tarihi boyunca şimdi burada tek tek ele alamayacağımız nedenlerle egemen sınıf partilerinin sınıf içi çelişkilerden dolayı yarattıkları kutuplaşmaların bir tarafının desteklenmesi doğrultusunda eğilim göstermiştir. Tek partili rejim süresince dönem dönem uğranılan tevkifatlara rağmen TKP tarafından CHP desteklenmiş, Demokrat partinin kuruluşunda bizzat ilişkilenilmiş ama balayı kısa sürerek yine tevkifatlarla karşılaşılmıştır. Sadece partiler değil askeri darbeler de sosyalistlerin gündem maddelerin de yerini almış, yaygın eğilimin prototipi olarak ele alınabilecek Hikmet Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs darbesini 2. Kuvayı Milliyeciğimiz olarak selamlaması, 12 Mart’ta başka biçimde yine tezahür etmiştir. Belki de 1970’ler sosyalistlerin büyük bölümünün CHP’yle alakalarının, dönemin özgün koşullarının katkısıyla en yoğun yaşandığı yıllardır.

Kuşkusuz sosyalistler bakımından tarihsel sürecin bütünüyle egemen sınıf kutuplaşmalarının uyduluğuyla karakterize olduğunu ifade etmek doğru olmaz. Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde milli bakiye sistemi ile 15 milletvekili kazanarak mecliste yer alması işçi sınıfının siyasi bir seçenek yaratma yolunda attığı adımı işaret ettiğinde, sistemin partileri CHP ve AP’nin işbirliği ile işçi sınıfının siyaset sahnesinden milli bakiye sistemi kaldırılarak tasfiye edilmesine tanık olundu. Aynı şekilde yenilgiye uğrayan 1971 devrimci yükselişi de resmi ideolojiden kopuşun mihenk taşıdır. Dolayısıyla bütün bu tarihi süreç sosyalist hareket için çelişkili bir dinamiği içersinde barındırır.

Eğer sosyalizm sistem dışı bir sol seçenek olarak tahayyül ediliyorsa, bunun yolu tarihsel geleneğin resmi ideolojiden kopuşuyla başlayan süreci sahiplenmek ve bu düşünceyi geliştirmek olmalıdır.

Sosyalist hareketin tarihsel süreç içersinde izlediği bu çizgiler dikkate alındığında sağcı bir partiyle olan alakalar bakımından sosyalistlerin bir bölümünün sağcı bir parti olan AKP’yle güncel politik merhalelerde buluşarak alakalanması bir ilk değildir. Demokrat partinin kuruluşu esnasında başlayan böylesi bir ilişki sosyalistler için sonu tevkifatlarla da bitse yaşanmıştı.

Türkiye’de yakın dönemde gerçekleşen bu siyasi ilişkilenmenin niteliği bir dönem italya’da Hrıstiyan demokratlarla Komünist parti arasında gerçekleştirilmek istenen tarihsel uzlaşma gibi bir formülasyona benzememektedir. Söz konusu olan iki kitle partisinin koalisyon formülü değildir. Sistem içi çatışmada AKP’nin politik pratiğiyle buluşan partilerden çatışmaya yüksek profille katılan Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) ve bu çatışmada düşük profille yer alan Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) kitlesel desteğe sahip bulunmuyorlar.

AKP Güzergahı

Kendileri bir siyasi aktör olmadıkları için AKP güzergahında ilerleyip militarizmle mücadelenin başarıya ulaşacağını düşünen sosyalistler yakın dönem dikkate alındığında militarizmle, şovenizmle, milliyetçilikle, her türlü ayrımcılıkla mücadelede genel olarak görünüşte pozitif bir rol oynadılar. Faşist ve şovenist sağın yanı sıra ulusalcı sol-sosyalistlerin anti-emperyalizm yaftası altında Kürt düşmanlığını, sabetayizm paranoyasını, Ermeni düşmanlığını kışkırtmalarına karşı durdular. Ancak bu pozitif rolün sol liberal zemin üzerinden kurularak demokrasinin gelişimini fiilen AKP’nin misyonu olarak tanımlamaları ve maddi manevi müşevviki bu ilişki temelinden sağlayarak güç kazanma taktiğinin kendisi aynı zamanda kısıtlarını da yaratmaktadır. Kısıtlardan kastedilen bizatihi AKP’nin bir burjuva ve islamcı siyaset damarından doğan sistem partisi olmasıdır, bundan ötürü temsil ettiği sınıfsal çıkarlar bakımından işçi sınıfının kazanımlarına göz dikerek özelleştirmelerle, Tekel işçilerine olduğu gibi işten çıkarmalarla, sendikal örgütlenmeye karşı çıkardığı engellerle ve bir dizi baskıyla, bundan önceki hükümetlerin işçi haklarına yaptığı saldırıyı nöbeti devralarak sürdürmüştür. Kuşkusuz biliyoruz ki sol-liberallerin zihniyet dünyası bakımından sınıf mücadelesi arkaik bir meseledir, ancak onların algıladığı biçimde sınıf içeriğinden yoksun bir demokrasi tanımıyla hareket etsek bile alt sınıfların ekonomik ve sosyal hakları da demokrasi ajandasının kalemlerinden biridir.

AKP’nin yoksulları zihnen köleleştiren flantropist uygulamaları olan , kömür, gıda malzemesi yardımlarının yemek çadırlarının toplumu sürüklediği yerin demokrasi yönünde olduğu ileri sürülemez.

DSİP’inde eklemlendiği sol –iberal zemin bakımından sosyal eşitsizlikler demokrasi ajandalarında hissedilmiyor. Demokrasi ajandalarında yer alan maddelerin başında askeri vesayet ve militarizm yer alıyor, ulusal,etnik, dinsel ayrımcılıklar bunu takip ediyor.

İlk maddeden başlarsak askeri vesayetin tasfiye olması elbette demokratikleşme bakımından önemli bir adımı teşkil ediyor. Tabii sol liberallerin askeri vesayet rejiminin esas sınıfsal niteliğini gözlerden saklayarak, darbelerden sonra şimdi gülme sırası bizde diyen burjuvazinin rejimin bu biçimde oluşmasındaki rolü örtüldüğünde, onu sivil toplumdan, sınıflardan azade bir olgu olarak tanımlamaları hakikatle örtüşmüyor. Burjuvazinin siyasi temsilcisi AKP eliyle inşa etmek istedikleri yeni rejimde hükümetin inisiyatifini başat kılan dönüşümle beraber ordunun da niceliksek değil niteliksel olarak teknolojik yenilenmeyle vurucu gücünün artırılmasını şehvetli bir dille vazediyorlar. Bu bakımdan liberallerin izlediği yol vesayetin kalkarak seçilmişlerin yani parlamentonun iradesinin üzerinde bir gücün yani ordunun siyasi gücünün tasfiye edilmesini sağlıyor, ancak onlar siyasi gücü tasfiye edilen ordunun savaşkan gücünün artacağı propagandasıyla Hükümet inisiyatifi üzerinden militarizmin yoluna taş döşüyorlar. Dünün ‘Güçlü ordu, Güçlü Türkiye’ şiarı yerine ‘Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu’ şiarını önererek, sıralama değişirken militarist zihniyeti besleyecek davranıştan zerre kadar vazgeçmiyorlar. Türkiye’nin geçirdiği dönüşüm bu bakımdan formel bir dönüşüm olmaktan öteye geçmiyor, ulusalcı militarizmden, liberal militarizme doğru yelken açılıyor.

Ajandanın diğer maddelerinde retoriğin ötesinde somut hiç bir adım atılmıyor, Kürt halkının ana dilde eğitim talebine Başbakan resmi dil Türkçe eğitim dili Türkçedir cevabinı veriyor, KCK operasyonlarıyla binlerce Kürt siyasetçi tutuklanıyor. Alevilerin hiçbir talebi karşılanmamaya devam ediyor, Hrant Dink davası süründürülüyor, Ermenistan’la yapılan protokoller fiyaskoyla sonuçlanıyor, bunun gibi bir dizi sonucu olmayan açılımlar demokrasi hayallerini süslüyor. Bu toprağın muktedirleri tarihsel geleneğin kendilerine sunduğu pusulanın şaşmaz takipçisi olduklarını her aşamada ispat ediyorlar. Tanzimat reformlarında olduğu gibi dillerinden dökülen demokratikleşme sözleri hilafı hakikat ve her söz hakikatte kılıçlarının bilenmesi maksadıyla kullanılıyor.

DSİP’in Büktüğü Çubuk

Yaşadığımız süreç kısaca değerlendirildiğinde gördüğümüz fotoğraf bunları işaret ediyor. Peki bu fotoğrafın bize gösterdiklerine karşın DSİP’in siyasi eyleminde çubuğu neredeyse sonuna kadar AKP yönüne doğru bükmesi ne anlama geliyor?

Bu durumun DSİP’in siyasi oluşum süreciyle alakası var. 12 Eylül darbesi sonucunda Avrupaya giden sosyalistler Türkiye’de ki sosyalistlerin büyük çoğunluğu üzerinde varolan stalinist ideolojik hegemonyanın oralarda sönümlendiğini gördüler. Halbuki Türkiye’de 80 öncesi benim de dahil olduğum ‘Sürekli Devrim’ dergisi, sonrasında da ‘Tartışma Defterleri’ ve ‘İşçi Cephesi’ dergileri etrafında kümelenen Troçki’nin tezlerini referans alan devrimci marksist grupların cılız seslerinden başka ses duyulmuyordu. Vatan Partisi’nde tekil olarak Demir Küçükaydın’ın devrimci marksist geleneğe sahip çıkışı da sürecin eriştiği sınır oldu. Sosyalistlerin, Mehmet Ali Aybar’ın Stalin ve Lenin karşıtlığı üzerinden kuramsallaştırdığı sosyalizm anlayışını farklı bir kategori olarak değerlendirdiğini bu tasvire eklemek gerekiyor.

Daha sonra DSİP’i oluşturan çekirdeğini Kurtuluş kadrolarının teşkil ettiği İngiltere’de yerleşen grup burada Troçkist bir grup olan Tony Clif’in önderliğindeki SWP (Sosyalist İşçi Partisi) ile ilişkilenerek ideolojik dönüşüm yaşayıp stalinizmden koptular. Bu serüven hem ideolojik ve politik hem de formel yapılanmalarının zeminini oluşturdu. SWP’nin uvriyerist (işçicilik) eğilimi ve bu anlayıştan kaynaklanan İngiliz İşçi Partisi’ni işçi sınıfı partisi olarak değerlendirip her seçimde desteklemesini, işçi sınıfının desteğini sağlayan partiler olarak benzeştirdikleri SHP veya CHP yi desteklemeye tahvil ettiler, formel olarakta dergilerinin partilerinin adını benzeştirdiler. Kuşkusuz bu tür imitasyon eğiliminin Türkiye’de sadece DSİP’in bugünkü durumuna ve öncül gelişim sürecine özgü bir durum olmadığını belirtmeden geçmek haksızlık olur. Sosyalist hareket içerisinde siyasal oluşumların ekserisinde bu eğilim değişik ölçülerde rol oynar. Buna enternasyonalizmin bir biçimde karikatürleşmiş halleri de denilebilir.

12 Eylül sonrası sosyalist hareketin toparlanma adımlarının somut olarak su yüzüne çıkan ilk eylemliliği 1987 seçimlerinde bağımsız sosyalist adaylar kampanyası oldu. Bu kampanyanın temel amacı Cunta tarafından yasaklanmış olan sosyalizm kavramının toplumsal meşruiyet kazanmasını sağlamak ve bir seçenek olarak işçi sınıfının bağımsız siyasal partisi yolunda adım atmaktı, en azından bileşenler bu tartışmaya yönelmekteydi . O dönemde DSİP’in öncül oluşumu olan ‘İşçiler ve Politika Dergisi’ temsilcileri işçilerin oy verdiği parti olarak SHP’yi desteklemeyi kararlaştırdılar ama bu kampanyayı da şerhli olarak desteklediler. Burada altı çizilmesi gereken vaka, sistem partilerinin işçi sınıfından oy sağlamasının, sosyalistler tarafından destek verilmesine yeterli görülmesidir. DSİP’in öncül oluşumunun izlediği bu politika şimdi geldiği çizginin paradoksal aşamasıyla yakından alakalıdır.

DSİP’in seyir defterinin ilerleyen sayfaları bakımından şimdiki ideolojik-politik çizgisine ulaştıran başka bir liman da yine İngiltere kaynaklıdır. ABD’nin Irak işgali üzerine başlayan savaş karşıtı hareket iktidardaki İşçi Partisi’nin bizzat savaşta yer almasıyla İngiltere’de yükselişe geçti hareketin kitle tabanında yer alan müslümanlar eylemin sürekliliğinin dinamiğini teşkil ettiler. Sosyalist İşçi Partisi’nin ve bazı sosyalist örgütlerin de yer aldığı hareket ‘Respect’ koalisyonu olarak 2005 seçimlerine parti olarak katıldı. İşçi partisinden ayrılarak respect’e katılan Galloway milletvekili seçildi. Ancak giderek yalnızca müslümanlarla sınırlı kalan hareket bölündüğünden etkisini de hızla kaybetti. İşte DSİP’in Türkiye’de giderek siyasi islam damarından hareketlerle ve daha önemlisi AKP ile kurduğu alakaların esin kaynağını teşkil eden olgulardan biri de budur.

AKP ve İşçi Emekçiler

Artık ekranlarda pek sık zuhur eden DSİP sözcüsü Doğan Tarkan AKP’nin işçi ve emekçilerden oy alan bir parti olduğunun üzerine basarak yaptığı güzellemeyle post-uvriyerist bir tuhaflığı dile getiriyor. Gelinen bu noktanın sosyalist hareketin tarihi içinde yer alan uvriyerizm eleştirilerinin ötesine sosyalizm zemininin dışına kaydığını belirtmek gerekiyor. Zira uvriyerizm işçi sınıfı siyasetini yalnızca kendi çıkar ve talepleri üzerinden yürütmeyi önerirken, yakın dönem tarihi bakımından da hem örgütsel hem de kitle desteği bakımından işçi sınıfıyla bağları bulunan reformist, sosyal-demokrat partilerin bu niteliklerinden ötürü desteklenmeleri anlamına gelir. DSİP bu söylemiyle deyim yerindeyse kantarın topuzunu kaçırmakta, politik yelpazenin sağında yer alan burjuva partisi AKP’nin işçi ve emekçilerden oy aldığını dem vurarak asgarisinden imalarda bulunmaktadır. Burjuva partilerin yalnızca kendi sınıflarından oy almadıkları siyasetin ilksel bir gerçeğidir. Eğer öyle olsaydı toplumun azınlığını teşkil eden burjuva sınıfı siyaset sahnesinde ancak marjinal bir temsille yer alabilirdi, zaten böyle olsa sınıf mücadelesi bütün karmaşıklığından arınmış olduğundan politika gereksiz olur, hatta bu kavram doğmazdı bile. Dolayısıyla ideolojinin toplumsal sınıflar üzerindeki etkisini bir daha hatmetmeyi önermekten başka çare de gözükmüyor.

Analoji Riski

Öte yandan siyaset anolojilerle kurmak riskli işlerdir. DSİP’in de bağrında doğduğu Kurtuluş hareketi evvel zamanda bu işlere ‘şablonculuk’ nitelemesiyle karşı çıkardı. Her şey bir yana, İngiltere’de azınlık islami hareketle solun ilişki kurması ile yüzde 99 müslümanız sözünün eksik olmadığı Türkiye’de sosyalistlerin siyasi islamla ilişkisi aynı şey değildir. Hele bu ilişki siyasi islam damarından iktidar olan bir partiyle ilişkiyse bu telifi mümkün olmaz bir durumdur. Doğan Tarkan’da bu aykırı durumu kabullenirken sünni islamın egemenliğini Kemalist laiklikle bertaraf ederek şunları söylüyor ‘Müslümanlar burada azınlık değil elbet. Ama Müslümanlık, kemalist devletin "düşman" ve "tehlike" olarak gösterdiği, işçi sınıfını ve her tür muhalefeti bölmek için kullandığı en temel unsur’ http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:oD1HJIdquyAJ:www.birgun.net/research_index.php%3Fcategory_code%3D117240

Kullandığı dil bile dikkat çekici, Kemalist devletin kendi denetiminde bir islamı yaratmak üzere ve bunu da etnik temelli bir Türk-Sünni kimliği paradigması oluşturarak sürdürdüğü açık bir gerçektir. Müslüman kavramı kullanılırken bu kavramın ifade ettiği kimliğin Kemalist devlet denetimiyle olan çelişkilerine karşın hakim Türk-Sünni kimliği olarak azınlık inançlarını Alevileri, Hristiyanları, ve de dini inancı olmayanları, etnik kimlik olarak Türk olmayanları, Kürtleri, Ermenileri ötekileştirip ezdiği gerçeğinin atlanmaması gerekiyor. Şunu hatırlatmak gerekir gibi gözüküyor. Sosyalistler kuşkusuz her türlü mağduriyete uğrayanlarla birlikte olur ama esas olarak azınlıkta olanın en altta olanın taleplerini mücadelelerinin birinci gündem maddesine koyarlar. DSİP uzun süredir AKP’nin politik gündeminin yarattığı dalganın rüzgarına kapılmış görünüyor. Liberallerin kanalından beslenen bu gidişat onu solun kıyılarına doğru sürüklenmesine neden oluyor.

Vitrinin Dayanılmazlığı

Siyaset vitrininde kendisine açılan kapıları fütursuzca ve sosyalist etiğe özen göstermeden kullanıyor. Hükümetin psikolojik harp dairesine dönüşen Zaman gazetesi liderliğindeki basının SDP’li, Toplumsal Özgürlükçü sosyalistleri düzmece belgelerle Devrimci karargah örgütü mensubu olarak tutuklatmasına karşın, bu gazete sayfalarında tüm sosyalistlerin koyun olduğunu ilan ederek, Kürtlere ve sosyalistlere karşı kara propaganda yürüten bu gazeteye hiç bir eleştiri yöneltmeden bulunduğu mekanın meşrebine uygun sözler sarfediyor.

Bu tutumun evveli siyasi islama günümüz koşullarında asgarisinde hayırhah bir tutumla yaklaşmalarından kaynaklanıyor. Şöyle diyorlar;

Eğer bir gün, ister yakın ister uzak gelecekte, Fetullahçılar ya da başka bir güç iktidarı ele geçirip tüm topluma kendi düzenini dayatacaksa ona karşı sonuna kadar mücadele ederiz. Sosyalistler, ordunun değil işçi sınıfının ve halkın gücüne güvenirler. Biz devrim istiyoruz. Bugün verilen mücadelenin mutlaka düzen içi başka bir aktörün iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanacağını düşünmüyoruz.

http://www.marksist.org/haberler/1753-hayaletlere-degil-devlete-karsi-mucadele

Aslında şu yazdıklarının mürekkebi kurumadan o gelecek çok çabuk geldi gibi sanki...

Şimdi bütün medyada tartışılan Fethullah Gülen’in sözleri şunlar ‘“Bir insanın kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denmez. Teşvik edilen insanlar da, o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten olmayanlar yaptılar. Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer, adliyeye, istihbarata da girer, hariciyeye de...”

Bu kadar da değil 12 eylülde anayasa değişikliğinin kabul edilmesiyle demokrasiye adım atıldığını şöyle ifade ediyorlardı; ‘

12 Eylül referandumunda oylanan, mevcut askeri vesayet rejiminin devam edip etmeyeceğiydi. Halkın çoğunluğu, generallerin ve yargıçların değil, sivilllerin iktidarını istediğini gösterdi.

Yeni anayasanın mümkün olması, yargının yapısının değişmesine bağlı ve hiçbir güç halka rağmen eski yapının sürmesini sağlayamaz.

"Sivil dikta" endişesini yaymak isteyenler, askeri vesayetin zaten yıkıldığını söylüyor ve şimdi yeni tehlikeye karşı çıktıklarını ileri sürüyor. http://www.marksist.org/haberler/1863-asil-mucadele-simdi-basliyor

Sorunun askeri vesayetin yıkıldı mı yıkılmadı mı tartışması olmadığı rejimin otoriter karakterinin değiştirilmesi, demokratikleşmesi değil üst sınıfların ulusalcı-laik kutbuyla siyasi islamcı kutbunun hegemonya çatışması olduğu HSYK seçimleriyle de ortaya çıktı.

Üstelik bu gerçeği bizim gibi baştan beri süreci bu analiz doğrultusunda açıklayan biri değil de, bizzat adalet teşkilatında yer alan ve anayasa değişikliklerine evet oyu çağrısı yapan hakim ve savcıların Demokrat Yargı örgütü eşbaşkanı Orhan Ertekin DSİP’in sitesinde yer alan açıklamasında dile getiriyor bu gerçeği ve bu açıklama her bakımdan paradoksu da yanılgıyı da gözler önüne seriyor; seçim öncesi süreçte cemaate ve hükümete yakınlığıyla bilinen avukatların hakim ve savcıları etkilemeye çalıştığını ileri sürerek, "Yaklaşık 2 bin kişi sahada çalışıyor" dedi. Bakanlık bürokratlarının adaylığını, anayasa değişikliğinin ruhuna aykırı bulduğunu belirten Ertekin, şöyle konuştu:Ertekin ayrıca, 12 Eylül'deki referanduma kadar sivilleşme, demokratikleşme diyenlerin şimdi bürokratları eliyle bu sivilleşme ve demokratikleşme adımlarını boğmaya çalıştıklarını ifade etti.12 Eylül referandumunda seçmenlerin yüzde 58'i "evet" derken HSYK'nın oligarşik yapısının değişmesini istemişti. Kemalist bürokrasi yerine AKP'li bürokratların gelmesi ile HSYK'nın anti-demokratik yapısı korunuyor. http://www.marksist.org/haberler/2171-hsyk-secimleri-kemalistlerin-yerine-akpliler

Sahi bir analoji de şöyle yapılamaz mı? Ulusalcı-laik kutbun dayanılmaz çekiciliğine kapılıp cengaverliğine soyunan Doğu Perinçek’in sureti aksi olarak siyasal islamın da sosyalist bir cengavere mi ihtiyacı var?

Ferhan Umruk

ferhanumruk@yahoo.com

http://yalansz.blogspot.com/


Bu yazı yayınlandıktan kısa bir süre sonra uzun yıllardır tanıştığımız Saruhan Oluç'tan bir eleştiri geldi olguya dair bir hatayı işaret etti. yaklaşık 30 yıl önceki bir siyasi faaliyetle ilgili olduğu için aşağıda izleyeceğiniz yazışmada da şu an için göreceğiniz gibi olgular konusunda tam bir berraklık olmasa da Sosyalist İşçi'nin İngiltere'de olduğu gibi Türkiye'de de sosyal demokrat partileri destekleme tutumunun doğruluğunda Saruhan'la bir anlaşmazlığımız yok. Dolayısıyla yazının muhtevası doğruluğunu sürdürüyor.

Saruhan Oluç'la Benim yazışmalarım;

--- On Tue, 10/19/10, saruhan oluç wrote:


From: saruhan oluç

Subject: RE: AKP ve DSİP http://yalansz.blogspot.com/

To: ferhanumruk@yahoo.com

Date: Tuesday, October 19, 2010, 1:17 AM

Saruhan Oluç'un mesajı;


Ferhan selam,

yazını okudum. Madem tarih yazıyorsun, hiç olmazsa doğrusunu yazmanı beklerdim...İşçiler ve Politika Dergisi o dönemde 'Bağımsız Sosyalist Adaylar' kampanyasını destekledi. Adayımız Muteber Yıldırım'dı. Kampanyayı bizzat ben yürüttüm. Şahitleri Orhan Dilber ve Yunus Öztürk'tür... Hani yakından tanıyabileceğin kişiler olduğu için bu isimleri verdim. Ayrıca Sungur Savran ve Gülnur ile de konuşabilirsin. Sadece kampanyayı yürütmekle kalmadım, aynı zamanda ortak metinlerin yazılmasında da önemli bir katkım oldu. İşçiler Ve Politika o dönemde Londra'daki Sosyalist İşçi ile tamamen ters düştü. Türkiye'deki arkadaşlar ve cezaevindeki yoldaşlar 'Bağımsız Sosyalist Aday' kampanyasını desteklediler... Falan filan...Derdim DSİP değil, umurumda da değil... Benim büyük ölçüde katkım olan ve yönlendirdiğim süreçte yer alan İşçiler ve Politika hakkında doğru olmayan bilgilerin yayılması canımı sıktı sadece... Düzelt diye yazmıyorum, ama hiç olmazsa sen doğrusunu bil, bu da yeter... Malum blog'un adı yalansız ya...

Selam ve sevgiler...


Ferhan Umruk'un cevabı;


Date: Tue, 19 Oct 2010 02:03:55 -0700

From: ferhanumruk@yahoo.com

Subject: RE: AKP ve DSİP http://yalansz.blogspot.com/

To: saru74@hotmail.com


Merhaba Saruhan,

Şimdi bulunduğum yerde elimde belge yok ulaşamıyorum, İşçiler politika olarak hatırladım, ama gayet iyi hatırlıyorum o tarihteki bir seçimde belediye olabilir DSİP öncülü hareket şerhli olarak kampanyaya katıldı. Bunu senin de hatırlaman gerekir. Ben de bu kampanyaların yürütmesinde bulundum. İşçiler politika değil de başka bir adla olabilir, zaten sen de yanıtın da Londra'dan Sosyalist İşçi'nin bağımsız adayları desteklemediğini söylüyorsun.Dolayısıyla muhtevada değil, olguda hata var. Bana olguyu düzeltmek düşüyor. Ama kanaatimce yazımdaki eleştirinin doğruluğu senin S. İşçi'nin sosyal demokrat partiyi desteklediğini işaret etmenle kanıtlanmış oluyor.Bu eleştirini ve benim yanıtımı yalansız'a yazıya ek olarak koyacağım.

Emin ol, yalansızlık sürecek...

İçten Selamlar.


Flag this message

RE: AKP ve DSİP http://yalansz.blogspot.com/Tuesday, October 19, 2010 1:27 PM

From: "saruhan oluç" View contact details

To: ferhanumruk@yahoo.com


Saruhan Oluç'un tekrar cevabı;

Ferhan selam,


benim de yanımda şu anda belgeler yok, çünkü İstanbul dışındayım. Ama yanlış hatırlamıyorsam 'Bağımsız Sosyalist Adaylar' Kampanyası ilk ortak işti. Benim kast ettiğim o çalışma. Yerel seçimler de oldu. Ancak o dönemi tam detayıyla hatırlamıyorum. Belgelere bakmam lazım. Fakat o zaman adayımız yoktu sanıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, yine kampanyada yer aldık ama adaysızlıktan yeterli çalışma yapılmamış olabilir. Dediğim gibi bakmam gerek. Çünkü yerel seçim kampanya broşürü için de çalıştığımı hatırlıyorum. Tuhaf tartışmalar aklımdan çıkmamış. Yerel seçimden çok genel seçim talepleri içeren bir metindi...

İngiltere'deki arkadaşlarla seçimler konusunda hep farklı olduk. Onlar Labour Party benzeştirmesiyle SHP'yi desteklemek gerektiğini anlatıyorlardı, ama Türkiye'deki arkadaşlarımız bu yaklaşıma hep mesafeli durdular...

Tekrar selamlar...

4 Ekim 2010 Pazartesi

Referandum ve Ayrışma


Orhan Koçak

Referandumun öncesi ve sonrasında sol içinde “ayrışıyoruz, ayrıştık, bu da iyi oldu!” şeklinde tepkilerin yaygınlaştığı görüldü. Ayrıştığı varsayılan iki veya üç (?) taraftan da geliyordu bu tepkiler. “Evet mi hayır mı boykot mu” bahsinde bir ayrışmanın yaşandığı inkâr edilemez. Herkesin içi çok rahat mıdır kullandığı oy konusunda, bunu bilemem. Ama bir ayrışma varsa eğer, bunu ilan etmek için bu referandumu mu beklemek gerekiyordu? Başından beri, en azından 1990’lardan beri zaten ayrı hareket etmiyor muydu bu bağrışan taraflar? Kendileri de bilmiyor muydu tam böyle “ayrışacaklarını”? Ne var ki yükselen seslerin tizliği, haykırma ihtiyacı, tarafların, en azından bir kısmının, kendi aldıkları tavır konusunda aslında çok da rahat ve güvenli olmadıkları izlenimini veriyor. Öte yandan, ayrışmanın görünürdeki kesinliği, solda çeşitli kampların ortak paydası olan bir zavallılığın da üstünü örtmemeli. Marjinal kalmakla, “cirmi kadar yer yakmakla” sınırlı değil bu zavallılık. Ve zaten pek de marjinal kaldıkları söylenemez: her biri önemli oy yüzdelerinin parçaları oldular. Ve galiba hepsi de eklendikleri bu yüzde 58’lerle, 42’lerle vb övünüyorlar.

Zavallılık kısmen bu övünmenin kofluğuyla ilgili. Böyle bir eklenme sayesinde kendi konumunun zaaflarından sıyrılabileceğini sanmakla ilgili. Alınan tavırların (sadece “hayır” ve “boykot” oyunun değil, “evet” oyunun da) aktif değil, reaktif bir tavır olmasıyla ilgili. Bu noktaya döneceğim. Ama önce, referandum ve rakamlar konusunu da aşan bir zihinsizleşmeye dikkat çekmek istiyorum.

Tarafların sözcüleri birbirlerinin tavrını yanlış anlamakta, yanlış yorumlamakta ısrarlı göründüler (burada, şöyle ya da böyle solun parçası olan taraflardan söz ediyoruz). Bunların hepsi de yıllardan beri okuyup yazan (galiba daha çok ikincisi) ve 50’sini, 60’ını geçkin kişiler olduğuna göre, bireysel bir zekâsızlıktan söz etmenin fazla anlamı olmaz. Eskinin tatlı deyimiyle “objektif” bir çarpıtma zorunluluğuna, genel bir yanlış anlama ihtiyacına işaret etmek daha doğru olacak. Her birini, en az yirmi, otuz yıldır süren bir düşünme, inanma ve tavır alma süreci getirdi bu noktaya. Bu sürecin çeşitli noktalarında, “objektif” bir tarihsel gerçeklik de kazanmış bazı konumlarla özdeşleştiler. Bir kısmı “sosyalist sistemle”, onun çıkarlarıyla özdeşleşti – ve “duvarın” yıkılışından sonra da ya bu çöküşün inkârına bağladı kendini, ya da her türlü yeni duruma şüpheyle, sıkıntıyla, korkuyla bakan bir kımıltısızlığa yerleşti (TKP’li Metin Çulhaoğlu’nun bir süredir Birgün’de çıkan yazıları, bu “defansif” tavrın açık sözlü ifadesidir). Aralarında benim de yer aldığım çok daha küçük bir topluluk, “sosyalist sistemin” varolan gerçekliğiyle değil de “özüyle”, onu kurduğu varsayılan düşünsel iradeyle (“devrimci Marksizm”) özdeşleşmek istemişti; iradenin tarihsel sonucunu yine bu iradenin bozulmamış niyeti açısından eleştirmeye çabalıyordu (ama bu asalak varoluşun dışında özerk bir gerçeklik kazanamadığını ve duvarın kendi üzerine de çöktüğünü kabul etmekte güçlük çekiyor şimdi). Bir başka akım 70’li yıllarda dünya sosyalizmi içindeki bölünmelerin dışında kalmak (“Ho Şi Minh tavrı”) ve kendine daha “yerli” bir temel bulmak istemişti: uzun bir süre CHP’nin çevresinde ve içinde çalışarak bunu kısmen sağladı da. Ama “yerlilikle” özdeşleşmenin sonuçta ulusallıkla da özdeşleşmek anlamına gelebileceğini ya hâlâ anlamak istemiyor, ya da başından beri buna razı. (Bunların CHP ile ilişkisi, “devrimci Marksistlerin” reel-sosyalizmle ilişkisine benzetilebilir mi, tam emin değilim.) Yerel/ulusal dinamiklerden güç ve düşünsel motivasyon devşirmeye yönelen daha dağınık bir oluşum da vardı 70’lerden beri. Ama CHP’ye herhangi bir “ilerletici” misyon atfetmeyen bir yaklaşımdı bu; tam tersine, Kemalizmi “sivil toplumun” (ve hiç değilse bazıları için, “saf” bir sınıf mücadelesinin) açılmasının önündeki asıl engel olarak görüyordu. Dağınıklığına ve çapının darlığına rağmen sol içinden şiddetli bir tepki görmesi (özellikle 80’lerden sonra) bazı “yaralara” dokunmuş olduğunu gösterir.

Herkesin bildiği (ama her birinin de herhalde farklı terimlerle tarif edeceği) bu bölünmelere bir kez daha değinmemin sebebi, bu oluşumların belli bir programa, bir tarih okuma biçimine angaje olurken aynı zamanda belli “objektif” körlükler de edinmiş olduklarını vurgulamaktır. O programların kendi çıkarları, kendi devamlılık istekleri oluşmuştur: programı zora sokacak verileri “okumayı” reddetmektedirler. Karşılıklı yanlış anlama mecburiyeti buradan doğuyordur. Değindiğim sonuncu tavrın bazı tezahürlerinden başlayayım.

Ahmet Altan’ın ve Taraf gazetesinin “sol” sayılmadığını, hatta solun büyük kısmı tarafından asıl tehlikeli düşman sayıldığını bilmiyor değilim. Günlük gazetesinde Veysi Sarısözen’in Altan’a ve Taraf’a yönelttiği çok da sert olmayan eleştiriler son derece haklıdır. Özellikle referandumdan sonra bu gazetenin PKK’nin “sınır dışına çekildiğini” ilan etmesindeki işgüzarlık, telaş ve acelecilik, değindiğim çarpık okumanın mükemmel bir tezahürüdür: Kürt sorununu değil, ancak AKP’nin Kürt sorununu okuma biçimini okuyabiliyor Altan’ın programı; onu hafifçe daha özgürlükçü terimlere tercüme etmekle kalıyor. Altan’a bu çerçevede başvuruyorsam eğer, “sivil toplum” perspektifinin içindeki bir zaafı, bir tür zorunlu kayma ve çarpılmayı iyi örneklediği içindir, yoksa asıl tehlikeli düşman filan olduğundan değil. Tam da “PKK çekiliyor, demek referandum iyi oldu!” diye heyecanlandığı bir makalesinde (26 Eylül 2010) şöyle yazmış Altan: “Yeni bir Türkiye kuruyoruz. Seksen yıl tahakküm kuran ordu ve yargı, geriye, ait oldukları alana itiliyor. Onlar bundan sonra savunma hukukla uğraşacaklar, birer ideolojik aygıt olmaktan çıkacaklar.” Kim kuruyor veya 100-150 yıl önce farklı mıydı sorularını bir yana bırakalım, ama ordunun ve yargının “özlük alanları”, mesleki alanları, ideoloji dışı mıdır? Nötr, tarafsız bir alan mıdır? Bu kurumların sadece orada bulunmakla, kendi asli işlerini yapmakla bile asıl ideolojik işlevlerini yerine getirdikleri ne çabuk unutuluyor. “Geriye itilmeleri” iyidir, teşhir edilmeleri daha da iyidir – ama kaldırılmadıkları sürece her zaman orada olup iş görmeye (çatışmayı kimi zaman gizleyip kimi zaman da bastırmaya) devam edeceklerini görmek için mutlaka Althusser’in “devletin ideolojik aygıtlarına” dair yazılarını okumuş olmak mı gerekiyor?

Belki sadece okumuş olmak değil, unutmamış olmak da gerekiyor. Bir vakitler, 70’li yılların ikinci yarısında, en azından adamcağız karısını boğana kadar, Althusser’in düşüncelerinden de bir siyasal müdahale etkeni çıkarmaya yönelmiş bir oluşumun sözcülerinden Ömer Laçiner’in “evet-hayır” okumasındaki bir zaafa bakalım şimdi. Laçiner, vaktiyle M. Ali Aybar’ca öne sürülen “horlama” kavramına başvurduğu bir Birikim başyazısında (Ağustos-Eylül 2010) sosyalistlerin bir bölüğünün hayır oyu vermesinin bir sebebini şöyle anlatmış: “Kanımca bu noktada en önemli faktörlerden biri de, Türkiye sosyalist hareketinin bu ‘hayır’cı kesiminin, devletçi-bürokrat zümrenin avama –ve onun önde gelenleri olarak bezirganlardan türeme otantik Türkiye burjuvazisine– karşı duyduğu horlama duygusunu paylaşıyor olmasıdır. AKP’nin omurgasını oluşturan kesimi ‘burjuvazi’ diye adlandırmaktan imtina etmeye çalışmaları, bu kavramı onlara layık görmemelerinin bir sonucu gibidir.” Şu halde Laçiner’in programı, “sosyalistlerin” en azından bir kısmının, AKP’yi ve “omurgasını” tam da burjuva diye adlandırdıkları için o taraftan gelen herhangi bir “açılıma” onay veremeyeceği gerçeğini okuyamıyor. Bir kısmında “horlama” sözüyle açıklanacak bir tutum olabilir bu; sahiden TÜSİAD’ı MÜSİAD’a tercih ediyor olabilirler. Ama bir kısmını da “T” ile “M” arasındaki bu fark, tam da bu çekişme ihtimali, huzursuz ediyor olabilir: ikisini aynı kefeye koyma ihtiyacını duyuyor olabilirler. Bunca yıldan sonra, İdris Küçükömer’in karşıtlıklarının bir üstüne çıkıp, bu ihtiyacın kendisinin nasıl doğduğu, hangi zaaflardan türediği üzerinde durmak gerekmez mi? Böyle bir çaba, kapitalizmin genel ve yerel krizlerine rağmen süregidiyor olduğu gerçeğiyle uğraşmayı gerektirir: “otantik Türkiye burjuvazisi” fikrinin kapitalizme dünya ölçeğinde (Çin, Hindistan, Vietnam) yeni bir yaşama alanı açılmasıyla bir ilişkisinin olup olmadığı düşüncesi üzerinde çalışmayı gerektirir. “Otantik burjuvazi” gibi bir kavram öne süren bir sosyalist perspektifin, kendi önermesinin ürünü olarak ortaya çıkan şu türden bir kaygıyı ciddiye alması beklenir: “sahtesinin” miadı doldu, şimdi de “sahicisinin” faaliyetlerine mi katlanacağız? (Şüphesiz, bu kaygının onu dondurmasına, eleştirellikle ilgisi olmayan bir düşünsel kısırlığa hapsetmesine de izin vermemelidir.)

Yüzde 42’ye eklenen solcuların yanlış okuma ihtiyacına gelirsek… Referandumda “evet” oyu verecek herkesi “AKP destekçisi liboş” diye nitelerken görmeyi reddettikleri yaklaşım şuydu: “Kürt Açılımı” bahsinde AKP’nin sığındığı bahaneleri (ordu, yargı) elinden almak. Onu biryanda kendi geriliğiyle öte yanda Kürt halkının talepleri arasında bir tercih yapmaya, en azından bazı tavizlere zorlamak. Referandumdan önce en berrak biçimiyle Ahmet İnsel’in ortaya koyduğu bu yaklaşım “hayırcı” solun programı tarafından okunamıyordu. Bu reddin içerdiği düşünsel ve ahlaki çarpılmayı en iyi saptayanlardan biri, Radikal’de (25 Eylül 2010) Erkan Goloğlu’ydu (şair Akif Kurtuluş). Ondan aktarıyorum: “Referandumda hayır veren arkadaşlarımdan önemli bir kesiminde, kesif bir karamsarlık hakim. Bunlara ben, ‘Bir Şey Çıkmazcılar’ diyorum. ‘Evren’e suç duyurusuna katılalım tamam ama bir şey çıkmaz.’…Bir Şey Çıkmazcılar’ın bir kısmında ise bence daha yadırgatıcı bir hava var. Daha ortada referandum lafları yokken, 2009 yazında ‘Kürt Açılımı’ndan söz edilirken, bu arkadaşlarım, beni şaşırtacak ölçüde açılıma karşıydılar. Hatta yer yer milliyetçi feveranlarını bile duydum. Şaşırtıcıydı, çünkü hemen hepsi, yani aslında hepimiz diyeyim, halkların kardeşliği ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı laflarıyla büyümüştük. Bu açılımı AKP’nin yapamayacağına ilişkin esasen hiç de haksız sayılmayacak endişeler, AKP’nin bunu yapmaması gerektiğine dair umut ve beklentiye terk etti yerini. Habur’dan girişlerin ardından başlayan KCK operasyonu, açılıma kilit vurunca, bu arkadaşlarım sevinçlerini bile saklamadı. Hemen hepsi, AKP’nin Kürt meselesini yüzüne gözüne bulaştırmasından büyük bir memnuniyet duydu.”

Aktif değil, reaktif tavır derken kastettiğim tam da buydu. Enerjisini hasetten alıyordur böyle bir tavır: Kedinin uzanamadığı ciğere murdar demesi gibi, Goloğlu’nun hayırcı “arkadaşları” da kendi dışlarında gelişen her kımıltıya, her hareket ihtimaline, korku ve öfkeyle bakmaktadırlar. Ama her şey Goloğlu’nun tesbit ettiği bu kaymadan (yapamaz’dan yapmamalı’ya) ibaret de değil. Hayırcı solun içinde başından beri Kürt isyanına düşmanca yaklaşan güçlü bir “damar” da var. Yine Çulhaoğlu’ndan alacağım örneğimi (Birgün, 1 Ekim 2010). Referandumun ardından CHP’nin Kürt meselesinde eski katı inkârcılığını terk etmeye başlayacağı emarelerinden telaşa kapılan Çulhaoğlu şöyle yazmış: “AKP, referandumdaki hayırcıları CHP eliyle yumuşatma hesapları içindedir… Bu ülkede, AKP ile CHP el ele verdiğinde Kürt sorununun kalıcı biçimde çözülebileceğine, en yeni Anayasa ile ülkeye ileri demokrasi geleceğine inananlar bile vardır… Ama başkaları da vardır: Bu tür kozları yutmayacak olanlar… Bu ülkede, Kürt sorunundan, ‘ileri demokrasi’ özlemlerinden veya Anayasanın içeriğinden hareketle ülke ölçeğinde bir toplumsal muhalefet yaratmak mümkün değildir. Yapılması gereken, ülkeye musallat olan işbirlikçiliği, emek düşmanlığını, şovenizmi ve gericiliği başlıca hedef olarak karşısına alan bir toplumsal muhalefetin inşasıdır.” Şecaat arzederken… Kürt sorunundan “hareket etmeksizin” şovenizme karşı “ülke çapında” bir “toplumsal muhalefeti” nasıl “inşa” edeceksiniz? Batı sahillerini incitmemek için Doğu’nun sesini biraz kısmasını mı rica edeceksiniz? Eski TKP’nin de sık sık yaptığı gibi?

Boykotçulara gelince… Burada da reaktif tavrın izlerini görebiliriz. Boykutun farklı yorumları olduğunu biliyoruz. BDP kendi tavrının hem evet’ten hem de hayır’dan ayrı olduğunu vurgulamak için ciddi bir çaba gösterdi. İkisiyle de mesafesini korumaya çalıştı. Hatta hayırcılarla özdeşleşmeye yanaşmadığı için, ÖDP sözcüleri tarafından kınandı. Mesela Adnan Bostancıoğulu Birgün’de (20 Ağustos 2010) şöyle yazıyordu: “Bu anayasa referandumu, en basit ifadesiyle, AKP’nin başta 12 Eylül kurumları olmak üzere devletin bütün organlarında kesin bir hakimiyet kurma operasyonudur. Toplumun muhafazakârlaştırılmasına hız verilecek, neoliberal sermaye egemenliği güçlenecek, emek hareketinin yaşam alanı daha da daralacak… Referandumdan ‘evet’ çıkması halinde karşı karşıya kalacağımız bu muhtemel politik sonuçlar Kürt hareketinin umrunda değil.
Elbette kendi varoluşlarını doğrudan ilgilendiren ‘kimlik sorunu’nun her daim öncelik kazanması, Kürt hareketi açısından anlaşılabilir bir durum. Anlaşılmaz olan şu ki, bu yönde yürüttükleri mücadelede Türkiye’deki sosyalist hareketin, emekten yana güçlerin siyasi kaygılarını hiç dikkate almamaları... Oysa, yukarda bir kaç cümle ile özetlediğimiz bu kaygılar, esasen Kürt siyasetinin nasıl bir alana hapsedileceğini de tarif ediyor.
Kürt hareketinin bu tutumunun çok da yeni bir durum olduğu söylenemez. Ama son pazarlık bu ‘dikkate almama’ halinin artık hiçbir biçimde tevil edilemez bir noktaya geldiğini gösteriyor. Sınıftan kaçarak inşa edilen kimlik siyasetinin hakiki bir özgürlük mücadelesini de kapı dışarı ettiği görüldüğünde inşallah çok geç olmaz.” Bu cümleler, Kürt hareketinin en azından bu konuda ÖDP’yi ve müttefiklerini niçin “dikkate almadığını”, alamayac
ağını da gösteriyor.

BDP kendi tavrını hayır’dan da evet’ten de ayrıştırmak için epeyce çabaladı. Ama boykotçuların önemli bir bölümünün asıl kavgası “evetçilerleydi”. Niçin referandumu boykot edeceklerini açıklarken, aslında niçin evet demeyeceklerini anlatıyorlardı; “sol”un bazı kesimlerinin hayır tavrı hakkında herhangi bir şey söyledikleri görülmedi (Bkz. Radikal İki, 5 Eylül 2010). Referandumu boykot etmek, esas olarak evet dememek anlamına geliyordu bunlar için – hayır demek anlamına da gelip gelmediğini tam olarak anlatamadılar, çünkü bunu galiba kendileri de bilmiyorlardı. Böyle bir tavır da aktif değil, sadece reaktiftir: varlığınızı kendi dışınızdaki bir gelişmeye karşı gösterdiğiniz tepkiye borçlu olursunuz. Ve dolaylı yoldan, o gelişmenin yörüngesine girersiniz. Kendinizi ne olduğunuzla değil, ne olmadığınızla açıklamak durumunda kalırsınız. Güçsüzseniz böyle bir durum zaten bir parça kaçınılmazdır; ama bunu bir mecburiyet olarak görmek yerine bir tercih haline getirmeye de kalkıştığınızda kendi güçsüzlüğünüzün asıl sorumlusu haline gelmeye başlarsınız. Bakalım, on yıllardır süren o “Üçüncü Cephe” açma çabaları nereye varacak.

28 Eylül 2010 Salı

Bir Mahalle Olarak Türkiye

Ahmet Doğançayır

İstanbul da Tophane semtindeki Boğazkesen caddesinde bir resim sergisi ve sanat galerisinin açılışına katılanlar 30 kişilik bir gurubun saldırısına uğradı. Olayın geçtiği Tophane İstanbul’un geleneksel mahallelerinden biridir. Gecekonduculuğun devamını temsil eden varoşlardan farklı olarak kenarda değil şehrin merkezindedir. Tophane son 10 yıldır semti ve çevre semtleri etkisi altına alan 2010 kültür başkenti adıyla yürütülen, adına kentsel dönüşüm projesi denilen aslında yeni rant kaynakları yaratmaya yönelik neo-liberal saldırıyla karşı karşıyadır. Galata kulesi çevresindeki binaların yenilenmesi ile başlayan süreç galerileri, cafeleri, lokantaları müzik holleri de beraberinde getirdi. Bununla birlikte ’’özgür yaşayan’’,liberal, sol liberal, ‘’kültür tüketen’’, iyi kazanan dışarıda yiyip içen yeni üst orta sınıfın bölgede oluşan ranttan nemalanmaya başladığı da söylenebilir. Bu kesimler eski yıkık dökük semtleri ‘’kendi tarzları ile kalkındırırken’’buralarda rant gelirlerinin yükselmesine de ön ayak oldular. Hızla çoğalan bu kesimler için Cihangir, Galatasaray ve Galata yetmedi. Tophanenin ana caddesine indiler. Sulu kulede ki gibi yıkıp yeniden yapma yerine örnekleri cihangir ve galata da gördüğümüze benzer bir süreç yaşanıyor. Oluşturulan senaryoyla birileri mahalleye taşınırken birisi de bölgeden ayrılıyor. Muhafazakâr mahalle sakinlerini saldırganlaştırdığı öne sürülen bu gelişmeler AK Partili belediyelerin tasarımı. Sadece Tophane değil bu yoğun saldırı altında kalan. Haliç AK partili belediye başkanlarının planlamasıyla butik oteller, restoranlar, galerilerle geleneksel yaşam alanları tehdit ediliyor. İnsanlar gerçek problemlerini doğrudan ifade etmek yerine günah keçileri arıyor, gelenek üzerinden rahatsızlıklarını dile getirerek ‘’içki ve mahalleye gelen yabancılar’’ gibi söylemler üretiyor. Yapılan saldırıyı bu gelişmelere ilişkin muhafazakârlığı ve gelenekselliği de içeren direnci mahalleyi sözde korumak adına durumdan vazife çıkaran gerici ve faşist gurupların öne çıkıp kullanması olarak değerlendirmek gerekir.

Bir çelişki yaşanıyor. İzlenen ve devam edecek olan politikalarla Tophane olayından dolayı iktidar partisine karşı olduklarını ifade eden kesimlerin yaşam tarzı alanları şimdilik ‘’korunamasa’’ bile genişletilirken, muhafazakâr ve geleneksel değerleri üzerinden oy deposu haline getirilen mahalle sakinlerinin yaşam alanları aynı parti tarafından saldırıya uğruyor. Tophane, Haliç ve bu projede yer alan mahalle sakinlerinin yaşam tarzlarını ‘’galerilere karşı savaş’’ile koruyamayacakları ortaya çıkıyor. Çünkü muhafazakârlık, milliyetçilik, İslamcılık vb. nedenlerle destekledikleri partiler ve başta AKP onlardan çok farklı bir mahalle düşüncesine sahip. Bunun görülmesi lazım. Bugün bütün burjuva partilerin hem fikir oldukları Neo-liberal politikanın Kent ekonomisi diye bütünüyle kentsel gelirlerin artışına odaklanması ve bu artışları egemen kapitalist sınıfların mevcut avantajlı konumlarına terk etmesi sadece bir bölüşüm politikası değil, bunun arkasındaki sınıfsal egemenlik ilişkilerindeki dengenin egemen sınıflar lehine mahallerde yeniden yaratılmaya çalışılmasıdır.

Mahalle baskısı mı? , Devlet baskısı mı?

Saldırı basın tarafından anında ‘’mahalle baskısı’’ olarak değerlendirildi. Oysa Türkiye de bugün ‘’mahalle baskısından’’ ziyade asıl mesele siyasal iktidarların geçmişte olduğu gibi bugün de kontrol ettikleri devlet aygıtları ve yerel iktidar organlarını toplumu dinsel ve milliyetçi olarak muhafazakârlaştırmak için bir baskı aracı olarak kullanmasıdır ki buna devlet baskısı demek daha doğrudur. Şerif Mardin’in ‘’AKP’nin izleyeceği politikalardan bağımsız olarak ‘’mahalle baskısının’’ artabileceği ve AKP’nin de bu artan baskıya teslim olabileceği’’ üzerine düşüncelerinden sonra mahalle baskısı olasılığı gündemin üst sıralarına taşındı. Popüler bir tartışma konusu haline geldi. Mahalle baskısı kavramının hem bir Türkiye gerçeğini işaret etmesinden, hem de ağırlıklı olarak ‘’niyet okuma’’ ve ‘’korku siyasetine’’ dayanan bir muhalefet anlayışını ifade etme kabiliyetinden kaynaklanan bir özelliği var. Bu kavramın gündelik dilde esprili bir şekilde kullanılacak kadar popülerleşmesinde bu özelliğin de bir katkısı olsa gerek.

‘’Mahalle baskısının’’ AKP eleştirilerinde dile getirilmesi demokratikleşme açısından olumlu bir gelişme olarak görülebilirdi. Ancak konunun/sorunun ele alınış biçiminin demokratik bir geleceği kurmak amacına yönelik olmaktan çok, mevcut korku siyasetini beslemeyi amaçlamak gibi bir hedefi de olduğu görülüyor. Çünkü medya önderlerinin gerçeklikle ilişki kurma biçimi onu anlama dışında belirlendiği için mahalle baskısı denilirken dile getirilen mahalle baskısından başka kaygılar olmuştur. Mahalle baskısını bugün dile getirenler onu bugüne kadar sorun haline getirmemişler ve bunun geçmişte kurumsallaşmasına katkıda bulunmuşlardı.

Türkiye de yaşanan tarihsel pratik bütün ülkeyi tek bir mahalle gibi görmüştür. Bu pratik Mahallede olduğu gibi naralar atarak ülkeye çeki düzen vermeye çalışan ‘’kabadayıları’’; bir taraftan ‘’birlikten kuvvet doğar’’ şiarını kusturacak kadar çok tekrar ederken diğer taraftan patron cemaatlerini kurmakla meşgul olan ‘’muhtarları’’; mahalle baskısının çeşitli örnekleri ortaya çıktıklarında onları normalleştiren, sorun yapmayan ve hatta destekleyen kahvehane sahip ve sakinleri; ve mahallede düzeni ‘’mahalle baskısı’’ kurarak sağlamaya çalışan ‘’mahalle bekçileri’' etrafında oluşmuştur. Mahalle baskısından endişe duyanların bunlarla ilgili bir sorunu yok.

Mahallenin aynı zamanda laik olduğu söylenir. Gerçek ise sözde laik TC devletinin aslında ayan beyan laik olmayışıdır. Resmi ideoloji Cumhuriyetle birlikte toplumun kimlik algılamasının merkezine Türk milliyetçiliğini oturtabilmek için İslam dinini gerileyişin çöküşün ve geri kalmışlığın esas nedeni olarak göstermiş ise de bunu yaparken dini uyguladığı ‘milleti yeniden inşa ‘projesinin bir aleti olarak kullanmayı zorunlu görmüştür. Dine yönelik ithamların’’tarifini ve işlevini kendisinin tayin edeceği gerçek İslam’a’’ ilişkin olmadığını, çarpıtılmış hurafelere boğulmuş diye nitelediği geleneksel İslami düşünce ve yaşam biçimini kastettiğini belirterek dinin ve İslam’ın ateist eleştirisini, İslamiyet aleyhine propagandayı ve başka dinlerin propagandasını yasaklamıştır. ’Laik’ Türk devleti elindeki bordrolu din adamları vasıtası ile topluma ve ahvale uygun görülen dini ayarlar. Bu din Sünni-Müslümanlıktır. Devletin öngördüğü bu çerçeveden sapanlar ve diğer mezhepler ve diğer dinler ve dinsizler bütünüyle baskı altındadırlar. Bu laik düzen içinde üstelik laikliğin kalelerinden olduğu iddia edilen üniversitelerde ramazan ayında oruç tutmayanlardan, uzun saçlı küpeli erkek öğrencilerden hoşlanmayan gurupların varlığı biliniyor. Bu anlayış şimdiye kadar herhangi bir siyasal medya kampanyasının ve cemaatlerin hedefi olmamıştır. Daha önemlisi komünizme karşı mücadele emirleri yayınlayan Genelkurmay başkanından ve ‘gizli’ ülkücü kamplarını kapatmayarak ‘’bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz.’’’ Diyen Başbakandan anlaşılıyor ki 1980 öncesinde sol hareketlerle mücadelesinde bu gurupların temsil ettiği ‘’baskıcı siyaseti’’kendisine ‘’yardımcı’’ saymıştı. Benzer işbirliklerinin 1990lı yıllarda ‘’kabadayılara’’ yarı resmi, resmi statü kazandırarak devam ettiğine tanık olduk. Kamu sektöründe yarı ve gayrı resmi yardımcı kuvvetlerle iş görmenin yaygınlaştığına dair geçmişte belediyelerde ‘’A takımı’’ uygulaması gibi uygulamalar mahalle kültürünün nasıl kurumsallaştırılarak sürdürüldüğüne işaret etmektedir.

Devlet’in ‘’Kamunun düzenini sağlamak’’ için resmiyet dışı iş görenler kullanması ile vatandaşın adalet arayışını resmi adalet mekanizması dışında ‘’iş görenlere’’ havale etmesi arasında bir paralellik olsa gerek. Bütün bunlar devletin bir tüzel kişilik olarak değil, bir cemaat olarak çalıştığının işareti olarak yorumlanabilir. Aksi takdirde devlet hukukuna bağlı olarak ve kanunlar ve bürokrasi ile iş görürdü.

Türkiye’de bazı toplantıların temel olarak yasaklanmadığı bunun yerine ‘’Bu toplantıya tepki var, sizi koruyamayabiliriz.’’gibi sözlerle/korkutmayla bir çeşit mahalle baskısının devreye sokulduğunu biliyoruz. Bu ülkenin Başbakanları ‘’mahalle sakinleri’’ tarafından dövülen insanları halkımızın hassasiyetlerine saygılı olmaya çağırırken aslında bu mahalle baskısını yeniden üretiyorlardı.

Bugün geçmişte yapıldığı gibi benzer saldırıların kayıtsızlıkla cesaretlendirilmesi başka semt ve şehirlerde potansiyel linç guruplarının bu tür eylemlere göz yumulacağı sonucunu çıkarıp harekete geçmelerine yol açabilir.

Diyalogla çözüm olabilir mi?

Yaşanan saldırı sonrası galeri sahipleri mahalleli ile yeterli diyalog kurmadıklarını söylediler. Mahalle gerilimleri ile çatışmalarının ortaya çıktığı her durumda sorunun "diyalog eksikliği" lafı ile çözülemeyeceği ortadır. Ayrıca bu yaklaşımın sorunu yaratan nedenleri gizlemek gibi bir yönü de var.

Yaşadığımız Globalleşme diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor.

Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal ortak paydası adaletsiz gelir dağılımı ve barbar bir kapitalist toplumsal örgütlenmeyi dayatan ‘inceltilmiş’ liberal zihniyettir. Bu zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor.

Günümüzde mahalle baskısı üzerine yorumlar yapan kendini milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı olarak tanımlayanların siyasal alandaki konumlarına bakıldığında sermayenin küreselleşmesinin yedeğinde olduklarını görürüz. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir.

Milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık hangi adla toplumsal alanı dolduruyor ve belirliyor olursa olsun kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hattın Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları vaaz ederek değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda herkesin kendi hesabına mücadele etmesi sonucu oluşacağını bilmek gerek.

21 Eylül 2010 Salı

30 Yıl Sonra Üçe Bölünen Bir Ülke

Yıldırım ONAT


12 Eylül 1980’de cunta, 27 Mayıs 1960’ta başlayan toplumsal
mühendisliğin en kalıcı darbesini gerçekleştirdiğinde o tarihten 30 yıl sona
ideolojik-kültürel, sınıfsal ve de coğrafi olarak üçe parçaya bölünmüş bir
ülke tablosuyla karşılaşacağını tahmin edemezdi. 1960’ta başlayan
1971’de devam edip de 1980’de doruğa çıkan bu mühendislik harekatının
temelinde sanayileşmiş laik metropol kapitalizminin güçlü hegemonyası ile bu gücü parlamentoda temsil edecek kitlesel laik merkez sağ partilerin yerleştirilmesi yatıyordu. Merkez’in içinde 1960’ta laikAdnan Menderes’in tasfiyesi geçmişi ta 1925’lere giden eski bir hesabın kapatılmasıydı. 1971’de TÜSİAD’ın yani o söz ettiğim laik metropol kapitalistler birliğinin kurulması ve bununla ordunun birlikte Merkez’i oluşturup 1980 darbesini gerçekleştirmesi mühendislik projesinin önemli kilometre taşıydı.

Kaos Yılları

1980 sonrası gözü dönmüşçesine sosyalist hareketin iğdiş edilmesi, İslami hareketlere göz yumulması zaten zorlanan bir toplumsal dokuyu bir tür kaosa soktu. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan ve varlığı yok sayılan Kürtlerin önemli bir bölümü başkaldırdı. Bu kitle cuntanın kendine reva gördüğü muameleden sonra tek çözümün silah kullanmak olduğunu düşündü. Turgut Özal’ın liderliğini yaptığı laik merkez sağ AB’ye üyelik yoluyla Kürt sorununu Batı ülkelerinde olduğu gibi siyasi yöntemlerle çözmeyi masaya getirdi. Ama Özal bu girişimleri sürdürürken 1993’te kuşkulu bir şekilde öldü. 1990’larda Merkez’in asker kanadı Ergenekon gibi çetelerle flört ederek topluma terör estirme yolunu seçerken, durumun vahim olduğunu sezen TÜSİAD hem AB’ye üyeliği hatırlatırken hem de Kürt sorunu için Bask modelini öneriyordu. Ancak kaos devam etti.

Stalinizmin Hayaleti

Sosyalist sol hem ağır baskı altına alınmış olduğu için hem de 1991 sonrası dünyada Stalinizmle tam anlamıyla hesaplaşmak istemediği için sürece müdahale edemedi. Kaosta sadece kendini iyi konsolide etmiş İslami hareket 28 Şubat müdahalesine rağmen tabanını kaybetmemeyi başardı. Zaten 1997 müdahalesi, Tayyip Erdoğan’ın hapse atılması ve 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi Merkez’in düzeni İslamcılara ve Kürt hareketine bırakmamak için Batı’ya da vaatlerde bulunarak yaşama geçirdiği operasyonlardı. TÜSİAD belki hoşnut değildi sert yöntemlerden ama sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Ama ne oldu sonra? 2001 ekonomik krizi, Öcalan’ın hapiste olmasına rağmen Kürt hareketinin dağılmaması ve Erdoğan’ın 2002’de AKP’yle siyasete görkemli dönüşü...

Cayan Generaller

Merkez ne olduğunu pek de anlamadı aslında. Ordu önce muhtıra-darbe türü eski müdahale yöntemini düşündü. Erdoğan’ın hapse gönderilmesine de karşı çıkan ABD ve AB bunu istemedi. Bunun yanı sıra eratın emirlere uymama tehlikesi, bir de Kürt coğrafyasında kontrol edilemez muhtemel gelişmeler generalleri caydırdı. Aslında AKP onlar için de yeni bir durumdu. Eskiden laik meslek sağ elitlerini rahatlıkla müdahaleyle değiştirebiliyorlardı. Sonuçta kendi sürdükleri siyasi aktörlerle MGK’yı kullanarak kuklaymışçasına oynuyorlardı. Ama şimdi patronuyla işçisiyle orta sınıfıyla kendi başına bir toplum olan bir sosyolojiyle karşılaştılar. Ordu vesayetli rejimde aradığını bulamayan dindar kitle AKP’ye yönelince TÜSİAD da köşeye sıkıştı.

Laik Merkez Sağ Sona Erdi

1980-2000 arasındaki Türkiye laik merkez sağ kitle partilerinin sahneye sürülüp sonra da ordu tarafından kah engellenerek kah kendi yetersizliklerinin sonucu olarak tasfiye oldukları bir süreçtir. Aslında Batı’ya ona ait değerleri içselleştirerek yakınlaşma dinamiği de iflas etmiştir. Zaten Alman Marshall Fonu’nun son anketi de toplumdaki bu eğilimi gözler önüne serdi. Dahası Türkiye’yi Avrupa analizinin dışında incelediler. AKP de görünürde demokratik manevralarla kendini konsolide etmeyi başardı ve merkez sağ ve hatta kurumsal MHP dışındaki seçmen tabanından önemli oylar çekmeyi bildi. Sonuçta Merkez, Trakya, Ege ve Akdeniz’e çekildi. Güneydoğu dışında kalan bölgeler de AKP hegemonyası altında kaldı. AKP bir sosyolojik harekettir ama Merkez içinde yer almıyor. Merkez içinde aile kavgaları olmuştur. Bu kavgalar bazen kurban da almıştır Menderes, Özal gibi. Ama öyle bir durum ki, ordunun kısa vadeli her başarısı aslında uzun vadede Batılı laik sosyolojinin yenilgisine basamak olduğu görülüyor. Artık sözünün geçtiği daha dar bir coğrafya vardır. AKP ile öyle laik merkez sağ partilerle olduğu gibi oynayamayacaklarını da rahatça söyleyebiliriz.

Kürt Coğrafyasında İki Parti

Kürt coğrafyasında da iki hareket yani AKP ve BDP kaldı. Bu da AKP’nin ordu tarafından ezilmesi halinde bölgede AKP’yi destekleyen kitlenin BDP’ye kayması veya en azından BDP lehine tarafsız kalması anlamına geliyor. Kaosu iyi okuyan İslamcı siyasetçiler Merkez’i büyük ölçüde bunun asker kanadının toplumda yol açtığı hayal kırıklığı ve antipati sayesinde geriletti. Bundan sonrası AKP’nin kendini daha konsolide edeceği politikalara yönelmesidir. Laik merkez sağ tabanını nasıl kendine çektiyse Kürt nüfusunun yarısı üzerinde etkisini koruyan BDP’nin tabanını da kendisine çekmeyi hedefleyecek. Zaten son dönemde özelikle BDP’ye karşı belirgin sertlikteki siyasi çizgisi bu kitleyi gerçekten saflarına çekme konusundaki iştahını ortaya koydu. Bitlis ve Bingöl’de başarılı da oldu. AKP artık Merkez’in eski tarz müdahaleleriyle durdurulamaz. Hiçbir laik merkez sağ parti bir takım muvazzaf ve emekli generallere bu kadar fazla baskı uygulayamazdı. Güçlü bir “kültür savaşçısı” olan AKP yine de etki sınırları belli bir sosyolojik harekettir. Alevilere ulaşamaz. “Hayır”ın güçlü olduğu illerde kuvvetlenemez. BDP’nin güçlü olduğu yerlerde sert direnişle karşılaşır.

Yeni Tarz-ı Siyaset

CHP bile bu muazzam basınç karşısında dönüşüm geçirmek zorunda kaldı. Şimdi laik merkez sağ sona erdiği için öncekilere benzemeyen hassas bir döneme giriliyor. Kürt hareketinin demokratik özerklik talebini resmi görüş olarak ilan etmesi, CHP'de liderliğin değişmesi, TÜSİAD’ın başında en militan demokratlardan bir kişiliğin olması, AKP’nin motivasyonu tabloyu biraz daha netleştirdi. Kürt meselesinde eylemsizlik sürecinde 9 PKK’lının öldürülmesi aslında ordunun savaşı ısıtıp bu yolla faşizan milliyetçiliği canlandırma isteğine dayanıyordu. Eğer silahlı eylemler geri gelirse bu, ordunun hareket alanını geliştirecek bir zemine yol açacak. O zaman demokratik özerklik gibi devletle pazarlığın söz konusu olacağı bir proje değil, ancak kopuşun şartlarının konuşulabileceği, epey de insan kaybının yaşanacağı bir sürecin başlaması söz konusu olur. Ancak AKP de Kürt hareketini tasfiye etmek için çok agresif davranırsa o zaman Kürt hareketi tabanını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktansa silah seçeneğine yönelir. Farklı bir tablo ancak Kürt hareketinin AKP’ye karşı laik güçlerle işbirliğine girmesi için TÜSİAD’ın ve CHP’nin BDP’yle temas kurmasıyla gerçekleşebilir. Bunun için ordunun TÜSİAD’ın razı olduğu Bask modeli tipi özerklik seçeneğine en azından sessiz kalması, CHP’nin de bu modeli kabul ederek BDP ile ittifak kurması, sosyalist solun buna destek vermesi gibi gerçekleşmesi mümkün ama kolay olmayan yeni bir tarz-ı siyaset oluşması gerekiyor. Bu olduğu takdirde Türkiye’de AKP’ninkine alternatif daha kapsamlı bir demokratikleşmenin yolu açılabileceğini düşünüyorum. En azından 1970’lerde güney Avrupa ve 1980’lerde Latin Amerika’daki demokratik dönüşümlerin Ortadoğu’da bir benzeri yaşanabilir. Bence genel siyasi ortam açısından da silahların konuşmasından önce demokrasi eksenli tek proje bu görünüyor. Fakat CHP’nin BDP’ye yaklaşması milliyetçi reaksiyonlar yüzünden bu partinin parçalanarak yeni laik merkez sağ ve de milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasına yol açarsa o zaman bu, Türk toplumunun ideolojik açıdan resmi olarak tanınan bir Kürt kimliğiyle bu topraklarda birlikte yaşamak istemediği anlamına gelir. İdeolojik olduğu için de bu fikir kısa sürede değişmez. O zaman bu mesele kimlik ve güvenlik sorunu haline geleceği için Kürtler açısından silah ve kopuş dışında seçenek kalmaz.