Alevilerin Ulus Devlet’le Serüveni

Alevilerin Ulus Devlet’le Serüveni

  Ferhan Umruk                                      
                                                                                    İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine gore değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kabus gibi çöker.
Karl Marx
     
     Her toplumsal mücadele muzaffer olanla mağlup olanı belirleyen bir netice yaratır. Bu mücadeleler kısa da sürse uzun zamanlara da yayılsa bu netice alınacaktır. İnsanlık geçmişe bakıp onu kavramaya çalıştığında bu tarihin muzafferlerce kaleme alınmış yazımıyla karşılaşır. Muzaffer olan egemenler, bütün kurumlarda hegemonyayı ele geçirdikleri gibi, üniversite ve akademide de hegemonyalarını perçinlerler. Böylelikle, tarih yazımı kendi çıkarlarına uygun olarak egemen sınıfın tarihçisi tarafından yazılır. Tarih, toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurmanın en önemli araçlarından biridir.
    Ancak, toplumsal mücadelelerde mağlup olan ezilenlerin geleneğini takip edip, mağdurların dünyasını kavrayan, bugün olduğu gibi dün de, o mücadelelerin adaletsizliğe, haksızlığa karşı olduğunu gören bu takipçiler resmi tarihin tarihçilerinin tahrifatlarını gün yüzüne çıkarma görevini üstlenmişlerdir. Denildiği gibi ‘Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir’  zira… Marx’ın dediği gibi ölmüş kuşakların geleneği, yaşayan beyinlerin üzerine bir kabus gibi çökmektedir. 1915’in kırıma uğrayanları, 1925’in ezilenleri, 1938’in Dersim mazlumları, şimdi öne çıkmamışsa da mutlaka bütünüyle aydınlanacak olan 1921’in rejim tarafından Karadeniz’de boğdurulan TKP’nin onbeşleri egemenlerin yarattığı zihniyetin üzerine kabus gibi çökmeye başladılar.
    Şimdi çanlar Türkiye toplumu için çalmaktadır. Resmi tarihin yazımıyla şekillenmiş kuşakların zihin dünyaları beklenmedik bir biçimde bildiklerinin hakikatle uyuşmadığını çınlatıyor kulaklarında. Bu toprağın insanları için zamanın ruhu, tarih bilmediklerini bilip, tarih dersini sıkı bir biçimde çalışmalarını gerektiriyor.
    Pandora’nın Kutusu Açılınca
    Pandoranın kutusunu  Onur Öymen açmıştı.Onun, AKP’nin toplumsal fay hatlarının her birine ilişkin retorikten ibaret olduğu her geçen gün açığa çıkan ‘Açılım’ politikasının Kürt meselesine ilişkin olan sözleri, militarist zihniyetin emsalsiz bir örneği olarak zuhur etti. Şöyle demişti ‘’ Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp ‘bu savaşı bitirelim’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Kimse ‘analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok.’’  Onur Öymen sözlerinin tartışma yaratması üzerine parmağını takipçisi olduğuna doğrultarak şunları söyledi. ‘’ Bütün silahlı ayaklanmalarda çok sayıda masum insan öldürülmüştür. Silahlı eylemi başlatanları değil de onu bastıranları suçlu sayarsanız yanlış olur. Operasyonlarda ‘yan hasar’ dediğimiz bir durum vardır. Atatürk’ün Dersim’de yaptıklarını anlatırken bize faşist diyorlar. Ben faşistsem Dersim isyanını bastıranlar neydi?


    Onur Öymen’in tanımlamasının aksine Dersim’de bir isyanın değil 1926’dan başlayarak rejimin Dersim’e yönelik tedip (terbiye) ve tenkil (sürgün) planı oluşturduğu belgeleniyor. Hem de bu belgeleri kim açıklıyor? Bizzat Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan, açıklamakla da kalmıyor, böyle bir usul varsa devlet adına özür diliyorum diyor. Şu var ki Erdoğan’ın açıkladığı belgeler yeni değil, zaten daha önce yayınlanmış belgeler. Ancak daha önce sistem karşıtı sosyalistlerin, demokratların ortaya çıkardığı belgeler egemenlerin medyası tarafından suskunlukla hasıraltı edilirken, Erdoğan’ın CHP’yi can evinden vurmak üzere yaptığı hamle bir anda Dersim’in hakikatlerinin su yüzüne çıkmasını sağladı. Erdoğan bu hamlesini yapıp devlet adına özür dilerken, o devletin ‘CHP Devleti’ olduğunun altını çizerek mesajını iletiyor. Muktedir sınıfların siyasi temsilini elde etmek veya ele geçirdiği temsili sürdürmek için sistem partilerinin birbirlerinin zayıf noktalarını vurmaları ‘siyasetin’ gereğidir. Erdoğan’ın, Dersim’li bir Alevinin başkanı olduğu CHP’ye Dersim hedefiyle yaptığı atışın tam bir isabet olduğu CHP’nin ezberinin bozulup krize girmesinden belli oldu. Kuşkusuz Erdoğan, yapmış olduğu bu hamleyi, bir müddet sonra bizzat siyasi polemiğin derin sularına gömecektir.
    28 Şubat Kutuplaşması
    CHP bakımından, 28 Şubat ordu müdahalesiyle birlikte, laiklik doğrultusuna kilitleyip sürdürdüğü siyasi hat, ittifak olarak gördüğü generallerin tutuklanarak ergenekon operasyonuna tabi tutulmasıyla iflas etmiş oldu. CHP’nin izlediği siyasi hattın iflasının parti bakımından en önemli sonucu, bu hattın mimarı Deniz Baykal’ın skandal bir operasyona tabi tutularak parti başkanlığından tasfiye edilmesidir. Deniz Baykal’ın CHP’deki misyonu iki temel esasa dayandı birincisi Kürt hareketiyle bütün bağları koparmak ve hasım haline dönüştürmek, ikincisi ise Alevileri partiden tasfiye etmek. Hatırlanacağı üzere seçimlerde CHP’nin baraj altında kalıp meclis dışında kalması üzerine, Baykal başkanlıktan istifa etmek zorunda kalmış, yerine seçilen Altan Öymen Kürt hareketiyle ittifak arayışlarına yönelmişken yapılan derin operasyonla 28 Şubat’a ön gelen süreçte Baykal yeniden parti başkanlığına getirilerek, CHP zamana denk gelen ulusalcı-militarist politikanın temsilcisi olmuştu. Siyasi hayatı hizipçilikle ünlü Baykal’ın operasyonla gelip, operasyonla gitmesi de bu serüveninin ironisi olarak tecelli etti.
   Muktedirlerin siyasi iktidar mücadelesine sahne olan yakın tarih rakip iki odağı şekillendirdi. İlki şimdi gücü ele geçiren, AKP ile temsil edilen sınıfsal olarak Anadolu burjuvazisi, kültürel, dini olarak cemaat, tarikat ve siyasi İslamın renklerinin ve Kürt coğrafyasından Kürt burjuvazisinin koalisyonunun oluşturduğu odaktır. Yenilgiye uğrayan ise Esas olarak CHP’nin temsil ettiği sınıfsal olarak geleneksel burjuvazi, asker sivil bürokrasi, kültürel ve dini olarak şehirli modern yaşam tarzı sürdüren kesim ve Alevilerin oluşturduğu odaktır. Bu iki odak üst sınıfların, sınıfsal çıkar mücadelesinin bir yöntemi olarak toplumda varlığını sürdüren kültürel dini çelişkiler üzerinden toplumsal taban kazanıyor. Bu iki odak üst sınıfların çıkar mücadelesinin siyasi aktörleri olarak misyon üstlenirken, toplumun alt sınıflarına ve tüm ezilenlere başta Kürt halkı olmak üzere, emekçilere, sosyalistlere ve laik kampa sunduğu destekle paradoksal gibi gözükse de Alevilerin taleplerine karşı ortak tanzim ettikleri ‘Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ programıyla derhal bütünleşiyorlar.
    Türkiye’de siyasi olarak olup bitenin doğru analizine ulaşabilmek için Türk burjuvazisinin kendi içinde en vahşi çıkar çatışması girdabına düştüğünde bile, doğrudan sınıfsal iktidarını veya bu sınıfsal iktidarı oluşturan ekonomik, siyasi, kültürel, dini paradigmasını tehdit edecek her tür toplumsal dinamiğe karşı ortaklaştığını tespit etmek gerekiyor. Kuşkusuz doğru analiz yöntemi sathi olanı değil muhtevayı okuyarak sonuca ulaşmaktır, bu yöntem kuşkusuz Marksist yöntemin ta kendisi olmak zorundadır. O halde kendi içinde her daim çıkar çatışması sürdürmüş ve sürdüren burjuvazinin ekonomik olarak kapitalizmi sürdürmekte, siyasi ve kültürel olarak da Sünni-Türk etnik kimliği üzerinden ulus-devleti tahkim etmekte ortaklaştığı gerçeği her siyasi analiz için kilit öneme sahiptir.
    Seçim Verileri Ne Anlatıyor
    Dersim üzerinde siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bu dönemde sistem partilerinin tutumlarını belirleyen sınıfsal niteliklerini göz ardı ederek sürdürdükleri retorik üzerinden sonuçlar çıkarmak son derece yanıltıcı olur, nitekim olmaktadır da. Erdoğan, aslında yaptığı Dersim hamlesiyle yalnızca CHP’ye yönelik bir taarruzda bulunmamaktadır.  Bugün Türkiye’de sistem partileri dışında bir üçüncü siyasi aktör olan ve sosyalist hareketin önemli bir kısmının fiilen ve zımnen birlikteliğiyle Kürt siyasi hareketi resmi tarihin yaldızlarını sürdürülen mücadeleyle sökmüş bulunuyor. Bu bakımdan Erdoğan, örgütsel gücü zayıflamış olsa da ezilenlerin tarihsel bilincinin taşıyıcısı olan sosyalistlerin ve halk desteğiyle reel bir güç olan Kürt siyasi hareketinin yaratacağı sistem karşıtı odağın güç kazanmasını engellemeye çalışıyor. Zulmün mağdurları için hiçbir karşılığı olmayan özür söylemiyle meseleyi sistem içine çekip çözüm değil, süründürme taktiğini devam ettirmek amacında olduğu görülüyor.
    Neden, Erdoğan’ın süründürme taktiğini devam ettireceğine gelince, bunun delili, cumhuriyet paradigmasının düsturu olan ‘Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak’ sözlerinin artık onun dilinden düşmemesidir. Artık Erdoğan’ın elinde dalgalanan bu düsturda sözü edilmeyen fakat hakikatte bu düsturun ayrılmaz bir parçası olan ‘Tek din’ yani Sünni İslam’ın tekliği de mevcuttur. Bu saptamadan kuşku duyanlar, ‘Laik’ devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın oynadığı rolü bir kez daha değerlendirmelidirler. Eğer sürgünlerden katliamlardan bakiye kalmış Hıristiyan azınlıkların varlığı ve ibadethaneleri inanç özgürlüğüne delil olarak düşünülüyorsa son derece yanıltıcı bir kanaatten söz edilebilir. Zira artık nüfusları ancak binlerle ifade edilen Hıristiyan azınlıklar devlet nezdinde yurttaş değil ‘yabancı’ olarak nitelenmiştir. Bu konuyla ilgili Baskın Oran’ın eleştiri müktesebatı, yargı, yürütme gibi devlet kurumlarının T.C yurttaşı Hıristiyanlar için kullandığı ‘yabancı’ nitelemeleriyle epey yüklüdür.
    Üst sınıfları temsil eden sistem partilerinin Dersim üzerinden gündemleştirdikleri tartışma veya çatışma sürecinin analizi, ancak, devletin homojenleşme ve Sünni-Türkleşme paradigmasının yerli yerinde durduğu tespit edilerek yapılırsa eksen kayması önlenebilir. Bunun dışında sadece olgulara ve de bütünsel olmayan olgulara dayanarak yapılan analizler Osmanlı imparatorluğu’nun 500 yıllık tarihi boyunca yapılan Alevi katliamlarıyla, cumhuriyet dönemi boyunca yapılan Alevi katliamlarının niceliksel mukayeseleri yapılarak, bunun Aleviler üzerinde yaratmış olduğu tesirlerin onların politik tutumlarını belirleyen biricik parametre olduğu yanılgısına düşülür.
    Bu tarz bir analiz yöntemi bizzat olgulara dayanılarak da yanlışlanabilir. Zaman ve mekandan ari olarak,  ‘Celladına aşık olmak’ veya ‘Stockholm sendromu’ üzerinden Alevilerin CHP arkasında konsolide oldukları ne kadar sathi bir değerlendirme ise, Kemalist-laik kuruluşun Alevilerin CHP’yle bütünleşmesinin sebebi olduğu değerlendirmesi de o kadar sathi kalmaktadır. Alevilerin CHP’yle alakalarının cumhuriyet tarihi boyunca devam ettiğini iddia etmek olguların hakikatiyle ters düşer. Çok partili demokrasiye geçilene kadar otoriter Tek Parti rejimin sürdüğü dönemde yapılan seçimlerin, bizzat Atatürk’ün atadığı milletvekillerinin halk tarafından onaylanmasından ibaret olduğunu bu durumunda halkın eğilimlerinin tespiti için hiçbir imkan tanımadığını biliyoruz. Bunu bildiğimiz gibi, 1946’ya kadar Alevilerin payına düşenin tedip ve tenkilden ibaret katliamlar olduğunu da bilmekteyiz. Bunun yanında halkın eğilimini saptamak bakımından açık oy ve gizli sayım yönteminin uygulandığı 1946 seçimi de bir veri olmak imkanından yoksun bulunmaktadır. Bize veri sunacak ilk seçim 1950 seçimleridir. Tartışmanın odağı olan Dersim seçim sonuçları ise şöyledir; Demokrat Parti 13.089 CHP 9.209 oy almışlardır. Görüldüğü gibi Dersim halkı iddia edildiği üzere biteviye CHP’nin arkasında dizilmemiştir. Bu seçim sonucu göstermektedir ki, Tek Parti rejiminin Aleviler üzerindeki zorbalığı onların DP’ye yönelmesine yol açmıştır. Bu durum daha sonra 1973 seçimlerine kadar sistem partilerinin iki damarı olan CHP ile DP ve onun devamı olan partilerin ortalama olarak eşit oylar aldığı bir süreçle belirlenir. 1969 seçimleri TİP’in Dersim’de boy gösterdiği, 1973 seçimleri ise CHP’nin sıçrama yapıp % 70’lere ulaştığı oy oranına işaret etmektedir.
    1969’da TİP’in boy göstermesi, 1973’te de CHP ile Alevi halkın alakasının artışının sebebi, bütün dünyayı sarsan 68 devrimci dalgasının Türkiye’ye de yansıyarak işçi hareketinin ve sosyalist hareketin yükselişe geçmesi CHP’nin de bu rüzgardan etkilenerek ‘Toprak işleyenin, su kullananın’ şiarıyla sola kaymış olmasıdır. Bütün bu dönem boyunca sosyalist hareket hem sınıfsal olarak emekçilere nüfuz etmiş, hem de sistemin dışladığı inkar ettiği Kürt halkıyla, Alevi yığınlarla güçlü bağlar geliştirmiştir. Seçim sathı mailinde ise sosyalist hareketin bu etkinliğinin oy mecrası CHP’ye doğru yönelmiş, yöneltilmiştir. CHP bu dönem boyunca yükselen devrimci hareketin yarattığı halk desteğini kendi adına oya tahvil ederken, hareketin sistem karşıtı niteliklerini törpüleme misyonunu üstlendi.
    12 Eylül’den Bugüne…
    Bu dönemin bir başka niteliksel özelliği de, devletin ve Sünni-Türk kitlelere dayanan sağ siyasi parti ve faşist odakların Anadolu’nun Hıristiyan azınlıkların arındırılmasından sonra Cumhuriyet dönemi boyunca uygulanmış sürgün ve katliamlardan arta kalan Alevilerden de arınması için Çorum, Sivas, Maraş katliamlarıyla yaptıkları hamledir. Komün toplumu özellikleri taşıyan kırsal alanda yerleşmiş Alevi halkın sosyalist hareketle hem bu bakımdan hem de sosyalist hareketin dini politik alanın dışına atma siyasetiyle örtüşerek oluşturduğu bütünlük, 12 Eylül askeri darbesiyle sosyalist hareketin yıkıma uğramasıyla dağılmış oldu. Bunun yanında şehir varoşlarına yerleşen Alevi kitleler proleterleşirken diğer yandan da kapitalizmle doğrudan temasa geçiş Alevi burjuvazisinin doğuşunu gerçekleştirdi. İşte bu dönem Alevi burjuvazisinin adım adım Alevi siyaseti üzerinde etkinliğini artırarak kitleyi büyük ölçüde sistem içi kutuplaşmanın bir unsuru haline dönüştürmesini sağladı. Alevileri 28 Şubat müdahalesine destek olmaya yöneltenin de bizzat Erbakan-Çiller koalisyonu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Refah Parti’den Adalet Bakan’ı olan Şevket Kazan’ın susurluk için yapılan bir dakika karanlık eylemini mum söndü yapıyorlar diyerek tanımlaması, bu imayla, doğrudan hedef alınan Alevilerin sistem içi Laik-Anti laik kutuplaşmasının içinde yer almalarını kolaylaştıran ve hatırlanması gereken örneklerden sadece biridir .
    Alevilerin baskın siyasi eğilimi bugün de 2011 seçimlerinde görüldüğü üzere devam etmektedir. Milli görüş damarının iskeletini oluşturduğu AKP’nin ilan ettiği her açılım projesi kendisinin de sahiplendiği, farklı kimlikleri  ‘Sünni-Türklüğe’ dönüştürme paradigması hakim politika olduğundan söylemden ibaret süründürme taktiği düzeyindedir. Seçim kampanyasını Alevilerin katli vaciptir fetvasını vermiş olan Ebusuud efendiye övgüler yağdırarak sürdüren Erdoğan’dan Alevilerin kuşku duymayacaklarını düşünmek tuhaftır. Öte yandan Baykal’ın Alevileri tasfiye etmesiyle Alevi önderlerin CHP’den uzaklaşarak sosyalistlerin ve Kürt siyasi hareketinin oluşturduğu siyasi odağa yönelişleri karşısında, sistemin CHP’nin başkanlığına getirdiği Dersim’li Alevi figürüyle temayüz eden Kemal Kılıçdaroğlu sistem dışı bir siyasi odağın önünü kesmek misyonunu da üstlenmiş oldu. Nitekim 2011 seçimlerinde Dersim’de iki milletvekilini de CHP kazandı. Seçimlerden sonraki süreç CHP’nin yapılan formel değişiklikle örgütsel bünyesi arasındaki açı farkının ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Öyle ki Kılıçdaroğlu kimliğini Horasanlı Türk ve seyit olarak tashih etmiş bulunuyor.
    Milleti Hakime ne ister?
    Türkiye siyasetinde üst sınıfların çıkar çatışmasının iki ana damarını temsil eden CHP ve AKP bu geleneklerini sadece cumhuriyet döneminden değil Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan yol ayrımından da tevarüs etmektedirler. Jön Türklerle başlayıp, İttihat ve Terakki ve Hürriyet İtilaf fıkraları ayrışmasıyla süren bu geleneğin birleştiği temel bir ortaklık da mevcuttu. O da her iki damarın da devlet kurtarıcılığı anlayışında birleşmiş olmasıdır. Çok etnisiteli ve din, mezhep, inançlı olan Osmanlı’da milleti hakime kavramıyla tanımlanan Sünni-İslam çoğunluk egemen kesim oldu. Milleti-sadıka olması beklenenler de farklı kimliklere sahip nüfusun geri kalanıydı. Bir hanedanlığın din devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da 16. yüzyılda kapitalizmin gelişmesiyle filizlenen ve 18. yüzyılda sistemin devlet biçimi olan ulus-devlet rüzgarıyla, hem kendisi hem de istila ettiği Avrupa topraklarındaki toplumlar 19.yüzyılda karşı karşıya kaldılar. Yunanistan’ın Osmanlı’dan kopuşu ve ardından Balkan savaşlarıyla Osmanlı’nın Avrupa’da ki toprakları bir dizi ulus-devletin doğuşuna tanık oldu. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında, bu yeni durum, Osmanlı devlet sınıflarını  hegemonyanın hangi yöntemle sürdürülebileceği tartışması içine sürükledi. Yusuf Akçura’nın ‘Üç tarzı siyaset Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük’ makalesi ismine uygun olarak sürecin gidişatını özet olarak anlatmaktadır. Bu dönem boyunca üst sınıfların iki damarını teşkil eden günümüzde CHP’ye ulaşan merkeziyetçi-İttihatçı politikalar da, AKP’ye ulaşan liberal, ademi merkeziyetçi Hürriyet İtilafçı politikalar da azınlık etnisitelerin muhtariyetini reddettiler. Birincisi sonuçta Türk, ikincisi Osmanlı kimliği üzerinden bir ulus devlet projesi sundular. Türk etnik kimliği üzerinden ulus-devlet projesiyle, Sünni-islam kimliğinin milleti-hakime olduğu Osmanlı ulus-devlet inşası projesi niteliksel fark taşımamaktaydı.
    Tarih Seçenek Sunmaz
    Tarihin tek zorunlu akış doğrultusunda tecelli ettiğini iddia eden pozitivist görüş, geçmişin siyasi tercihlerini de bu determinizmin belirlediğini ifade ederek toplumları kanlı olaylara sürükleyen bu tercihlere ‘bilimsel’ mazeret üretir. Halbuki tarih toplumların önüne farklı seçenekler sunar, tercihlere de imkan tanır. İttihatçı hamleyle başlayıp, cumhuriyetin kuruluşuyla gerçekliğe dönüşen Türkiye’nin açıkça etnik kimliğe yani Türk kimliğine, zımni olarak da dini yani Sünni-islam kimliğine dayalı ulus-devlet olarak inşasını üstlenen kurucu özne, tarihin zorunlu akışına sürüklendiği için kılıcını bu yönde sallamış değildir. Kurucu özne yani Kemalist elit, İttihatçıların etnik ve dini kimliğe dayalı ulus-devlet projesi mirasını devralarak Anadolu’nun çok etnisiteli, çok inançlı farklı kimliklerini zora dayalı olarak da Sünni-Türk kimliğinde eritmek üzere yola koyulmuştur. Bu tercihin toplumsal maliyetinin ne kadar ağır olduğu, farklı kimlikleri sürgün ve imhaya tabi tutarak yaratılan kanlı olaylarla artık su yüzüne çıkmış bulunuyor.
    Tek kimliğe dayalı ulus-devlet paradigmasının o dönemde de seçeneksiz olmadığı tarihsel bir gerçektir. Hem 2. meşrutiyet meclisinde, hem de Ankara’da kurulan mecliste özerklik tartışmaları yapılmıştı. Tek kimlik paradigmasının mimarı Atatürk 1923’te İzmit konuşmasında Kürtlere özerklik verileceğini söylemekteydi. Daha ötesi Türkiye’nin yanı başında 1917 devrimin yaşamış Rusya bütün halklarını federatif, ve özerkliklerle yapılandırarak herhangi bir etnik kimlikle adlandırılmayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği altında birleştirmişti. Demek ki, tarihsel durum izlenen yolun seçeneksiz olmadığını göstermekte olduğu halde, cumhuriyetin kurucu öznesi ulus-devlet inşasının en gerici biçimi olan hakim kimliğe dayalı yöntemi tercih etti. Bu tarihsel gerçeği saptamadan, bugünü anlamak, sistem partileri olan AKP ve CHP’nin siyasi çatışmalarının, cumhuriyet paradigması dışında olmadığını kavramak mümkün değildir.
    Peki, sistem partilerinin söylem üzerine kurdukları çözümsüzlüğü derinleştiren politikalarına karşı sosyal olarak ezilen emekçilerin, etnik kimlikleri, farklı inançları nedeniyle ezilen Kürtlerin, Alevilerin ve bütün mağdurların doğrudan sistemi değiştirecek ortak programı oluşturabilmeleri mümkün değil midir? Elbette mümkündür. Bunun yolu kapitalist dünya sistemin yapılandırdığı ulus-devlet sistemine karşı bir gelecek toplum projesine, programa sahip olarak bulunabilir. Bir baskı aracı olan devletin sönümleneceği, ilk başta da dinin ve inançların, etnik kimliğin politik olandan yani devletten dışlanacağı bir program ortaklaştırabilir tüm ezilenleri. Yoksa, her biri tek tek kendi talepleriyle sınırlı ve bütün kimliklerin devletten sıyrılması değil de kendi kimliklerinin de devlet kimliği haline dönüşmesi mücadelesinin kısır döngüsüne sürüklenilirse, ne demokratik çözüme doğru yol alınacak ne de başarı elde edilebilecektir.
Bu yazı Tiroj Dergisinin 2012 Ocak-Şubat 54. sayısında yayınlanmıştır.

1 yorum:

servis dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.