22 Ağustos 2017 Salı

‘’MAHALLE’’ OLARAK TÜRKİYE DE, KIŞKIRTILAN MAHALLE BASKISI!



Ahmet Doğançayır
Hemşire Ayşegül Terzi’nin belediye otobüsünde başına gelen sıradan bir olay değil, Türkiye’de insanların nasıl her an ve her yerde muhafazakârlığın tehdit ve baskısı altında olduklarını kanıtlayan bir göstergedir. Ayşegül Terzi ‘’Bu kadınlar şeytan, uğursuzluk saçıyorlar.’’ Diyen bir saldırganın tekmeli saldırısına uğruyor.


 Bütün otobüs yolcularının ve şoförün seyirci kaldıkları saldırının nedeni, Ayşegül Terzi’nin şort giymesinin Abdullah Çakıroğlu’nun ‘mezhebine uymaması’.
Devletin, saldırganların yurttaşın yasal davranış ve yaşamına mahalle baskısı yoluyla müdahale eden saldırısını önlemek yerine ona seyirci kalması halinde kışkırtılmış, ısmarlanmış bir mahalle baskısı ortamı doğar ki, bu durumda vatandaş her durumda, her yerde baskı, zulüm ve yobazlığın tehdidine açık olarak yaşamak durumunda olur. Bu durum vatandaşın, kendi giyiminin, davranışının, yemesinin, içmesinin sokaktaki herhangi bir saldırganın değer yargılarına uygun olmaması halinde ölüme kadar varabilecek bir tehdit altında yaşamaya mahkûm olacağı anlamına gelir.
Kışkırtılmış mahalle baskısı rejimlerinde devlet, iktidar gibi düşünmeyen, onun kullandığı tornadan çıkmayan vatandaşa karşı mahalle baskısıyla el, ele hareket etmektedir. Burada kışkırtılmış,bir mahalle baskısı söz konusudur.
Bugün yasal haklarını, temel özgürlüklerini kullanmak isteyen vatandaş, bunları hem devlete hem de onun kışkırttığı kitlelere ya da bireylere yani mahalleye karşı savunmak durumunda kalıyor. Böyle bir düzende vatandaş yalnız devletin erklerini elinde tutan ceberut siyasi iktidarın değil, aynı zamanda onun bir bileşeni olan ‘’mahallenin baskısıyla’’ karşı karşıyadır. İfade, basın, örgütlenme özgürlüğü başlıkları altına giren konularda vatandaş, devlet ve günlük yaşam alanında da devletin koruması altında olan kışkırtılmış mahalle baskısı karşısında savunmak durumundadır. Yaşadığımız dönem vatandaşın devletine ve halkına karşı meşru müdafaa konumuna itildiği bir dönemdir.
Bugün yaşadığımız Globalleşme diye özetlenen dönem, toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesatçı şekilde yorumlayan bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor.
Bu çerçevede bir kadına şort giydiği için tekme atılması, bu saldırı sırasında, otobüste bulunanların, sessiz kalıp, izleyici olması da şaşırtıcı olmuyor. Saldırganın savunmasını dini ve manevi değerler üzerinden yapması ve bunun İslam hukukuna göre yorumlanıp, salıverilmesi de yadırganmamalı. Tepkiler sonrası yeniden gözaltına alınması, tutuklanması da doğal. Bu olan bitenin ardından bildik çevrelerin saldırgana sahip çıkması da memleketimizin günlük yaşamının parçasıdır. Hepsi ideolojik göstergelerdir bunlar. Bunlar Türkiye de devletin ideolojik geleneği ve bugün AKP’nin şifrelerini çözmek için anlamlı ipuçlarıdır.Vatandaş tepkisini “görev” haline sokan bir zihniyetin sonuçlarıdır bunlar. İşin içine bir de mahalle ahlakına aykırılık girdi mi, sonuç olarak kurban suçlu bile çıkartılıyor. Sınırlarını ve elbette içeriğini de, kendilerinin belirlediği o ahlak her neyse tabii ki hep kadın üzerinden hatırlatılıyor. Şort giydi diye genç kızı tekmeleyen İslamcı da muhtemelen o kızın ana babasından beklediği, ama olmadığına inandığı için hatırlatmayı kendine vazife bildiği “ahlaka davet etme görevini” tekmeyle sağlamaya çalışıyor. “Toplum içinde böyle giyinilir mi?” den yola çıkarak kendisini bizzat toplum yerine koyan bu kişi, kendisine verilen görevi yerine getiriyor.
Bir Mahalle olarak Türkiye!
Aslında Türkiye de yaşanan tarihsel pratik bütün ülkeyi tek bir mahalle gibi görmüştür. Bu pratik Mahallede olduğu gibi naralar atarak ülkeye çeki düzen vermeye çalışan ‘’kabadayıları’’; bir taraftan ‘’birlikten kuvvet doğar’’ şiarını kusturacak kadar çok tekrar ederken diğer taraftan patron cemaatlerini kurmakla meşgul olan ‘’muhtarları’’; mahalle baskısının çeşitli örneklerini ortaya çıktıklarında normalleştiren, sorun yapmayan ve hatta destekleyen kahvehane sahip ve sakinleri ve mahallede düzeni ‘’mahalle baskısı’’ kurarak sağlamaya çalışan ‘’mahalle bekçileri’’ etrafında oluşmuştur. Mahalle baskısından endişe duyanların bunlarla ilgili bir sorunu yok.
Devlet’in ‘’Kamunun düzenini sağlamak’’ için resmiyet dışı iş görenler kullanması ile vatandaşın adalet arayışını resmi adalet mekanizması dışında ‘’iş görenlere’’ havale etmesi arasında bir paralellik olsa gerek. Bütün bunlar devletin bir tüzel kişilik olarak değil, bir cemaat olarak çalıştığının işareti olarak yorumlanabilir. Aksi takdirde devlet hukukuna bağlı olarak ve kanunlar ve bürokrasi ile iş görürdü.
Türkiye’de bazı toplantıların temel olarak yasaklanmadığı bunun yerine ‘’Bu toplantıya tepki var, sizi koruyamayabiliriz. ’gibi sözlerle/korkutmayla bir çeşit mahalle baskısının devreye sokulduğunu biliyoruz. Bu ülkenin Başbakanları ‘’mahalle sakinleri’’ tarafından dövülen insanları halkımızın hassasiyetlerine saygılı olmaya çağırırken aslında bu mahalle baskısını yeniden üretiyorlardı. Bugün geçmişte yapıldığı gibi benzer saldırıların kayıtsızlıkla cesaretlendirilmesi başka semt ve şehirlerde potansiyel linç guruplarının bu tür eylemlere göz yumulacağı sonucunu çıkarıp harekete geçmelerine yol açabilir.
‘Milli duygu ekonomisi’ alanı olarak mahalle baskısı
Özel alana karşı açılmış olan yıpratma savaşı da, özel olanın ‘’kamusal olan’’ içinde çözündürme ya da en azından özel olanın ‘’kamusal’’ olarak kabul edilebilir biçime sokulmaya direnen bütün parçalarının işgal edilmesini ve parça, parça ama amansızca sömürgeleştirilmesini ifade ediyor. Zaten otoriter diktatörlük eğilimleri özel alanı tümüyle yok etmeyi, özel alanı, ‘’kamusal’’ devlet alanı içinde geri dönülmez bir biçimde eritmeyi amaçlar. ‘’Kamusal’’ devlet iktidarı ile özel bireylerden geriye ne kaldıysa onun arasındaki iletişim kanallarını kapatır. Diyaloga gerek yoktur, çünkü konuşulacak bir şey yoktur. Yalnızca ters, ters buyruklarla ‘’günlük emirler’’ verilir, gerisi ise kendini rutine, artık hiç düşünmeksizin gösterilen itaate bırakır.
Bugün kendini gösterdiği ve yeniden üretildiği biçimiyle belli bir siyasi ve temsile dayalı demokrasi formunun bile esasen ortadan kaldırılmaya çalışıldığından bahsedilebilir. Otoriter devletçilik yürütme gücünün yüksek idareye el koyması ve yürütmenin idare üzerinde artan siyasi denetimiyle belirginleşiyor. Ve özellikle tekelci sermayenin kitlesel hegemonyası bu şekilde idarenin ve yürütme gücünün kalkanı altında gerçekleşen bu durum ‘’ekonomik gücün siyasal iktidara destek olmasından çok, bir denetim görevi’’ yapmasına olanak verecektir. Bu çerçevede eğer ekonomik iktidar siyasi iktidarı denetliyorsa bu denetim ekonomik iktidarın ve bu iktidarı doğuran üretim ilişkileri ile hâkimiyet, bağımlılık içindeki sınıfsal yapının korunması ve yeniden üretilmesi için siyasal iktidarın her türlü desteği vereceği anlamına gelir. Bu denetleme, destekleme ilişkisi ekonomik ve siyasal özgürlükler alanında egemen burjuva sınıflar lehine tek yönlü belirleme ilişkisini de ortaya çıkarmaktadır.
Yeni iktidar tekniklerinin devreye sokulmasıyla iktidarın icra edildiği toplumsal yapıya yeni bir maddilik kazandırmayı hedefleyen bir dizi uygulamaların, kanalların, dayanakların düzenlemesiyle oluşturuluyor.Bunu sağlamak için güçlü bir depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu sınıf atlama umudunun köşeyi dönme ideolojisi ile birlikte sürekli olarak aşılanmasıyla birlikte gelişen depolitizasyonla Din, aile, ırk vb. kavramlar öne çıkarılarak insanların parti ve sınıf ilişkilerinin ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde toplanmasına çalışılıyor. Saray-AKP iktidarı Özge Can’ın katledilmesinden bu yana kadın isyanını tetikleyen olaylarda, iktidarın kadın düşmanı ve gerici politikalarının sonucu olan kadına yönelik şiddeti görmezden gelmeye, yaşananları münferitleştirmeye ve failleri kriminalize etmeye devam ediyor.
Kritik eşiğin aşıldığını düşünen AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de kendi burjuvalarını daha etkin biçimde doyurma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecektir. İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemlerine alabildiğine polis terörüyle saldırılacak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacaktır. Kentlerin yağmalanmasında daha dizginsiz bir şekilde davranılacak, kentlerde kendi ideolojik yönelimini hâkim kılma yolunda fren mekanizmaları boşaltılacak ve tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecektir.
Sonuç olarak atılan adımlar mevcut otoriter yapıyı pekiştirmek üzere atılıyorsa, otoritenin üniformalı ya da üniformasız olarak uygulanması fark etmez, her iki durumda da tereddütsüz ve aynı şiddette karşı çıkmak gerekir. Bu açıdan önümüzdeki dönem otoriter liderlik ve otoriter yönetim tarzını, başka bir otoriter güce ihtiyaç duymadan son vermeyi başarıp başaramayacağı, Tek adam rejimini yeniden oluşturmaya çalışan siyasal aktöre toplumun kendi başına dur diyebilme güç, cesaret ve becerisini gösterip gösteremeyeceği sınanacaktır. Bunun epey sancılı ve büyük gerilimlerle yaşanacak olması doğaldır. Çatışmalı olup olmayacağını ise tek adamın tavrı ve siyaseti esas olarak belirleyecektir. Bunun ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Yaşadığımız süreçte karşılaşılacak şey, çatışmacı üslubun devam ettirilmesi, özgürlük alanlarının daraltılması, muhalif ve taraftarlara karşı izlenen tutumlarda ikinciler lehine doğan sonuçların ise ‘’doğallaştırılmaya’’ çalışılmasıdır.
Mevcut kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır.  Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur.
Günümüzde mahalle baskısı üzerine yorumlar yapan kendini milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı olarak tanımlayanların siyasal alandaki konumlarına bakıldığında sermayenin küreselleşmesinin yedeğinde olduklarını görürüz. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir.
Milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık hangi adla toplumsal alanı dolduruyor ve belirliyor olursa olsun kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hattın Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları vaaz ederek değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda herkesin kendi hesabına mücadele etmesi sonucu oluşacağını bilmek gerek. 

Hiç yorum yok: