22 Ağustos 2017 Salı

Bir Devrimcinin Anıları- Cemal Altınbulduk


Rıza Aydın
Cemal Altunbulduk 1954 yılında Şarkışla’nın Kılıççı Köyünde dünyaya gelmiş.
Bizim Kaymak köyü ile Kılıççı Köyü birbirine 2 kilometre mesafede olan, sanki bir köyün iki ayrı mahallesi gibidir. Adana’da da aynı mahallelerde oturduğumuz için hep aynı ortamlarda yaşadık.



 Biz Camal Altunbulduk’un küçük kardeşi Yusuf ile aynı okulda okuduğumuz için daha yakın arkadaştık, bundan dolayı da Cemal benden yaşça fazla büyük olmamasına rağmen ben de kardeşi Yusuf gibi ona abi derdim. Bu yazımda kuru bir biyografiden daha çok bildiğim kadarıyla Cemal abiyi anlatmak istiyorum.

Bizim yöredeki Alevi köyleri, kış düşüp, kar kapıyı sarınca, ev ekonomisine biraz katkı sağlamak için Adana’ya gidip, orada göçmen işçi olarak çalışırlar. Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar üzerinde” adlı romanında, Sivas’tan bereketli topraklara gelen bu göçmen işçilerin hayatını anlatır. O romanı okuduğunuzda, bu yöre insanlarının yaşantısı hakkında çok şey öğrenirsiniz. İşte Cemal Altunbulduk’un babası da bu romanın kahramanları gibi biridir.
Cemal Altunbulak’ın babası Hasan amca da, bütün bu yöre insanlarının yaptığı gibi kışları Adana’ya çalışmaya giderdi.
Adana’ya gelen bu göçmen işçiler, sabah erkenden, Adana’da “Hergele meydanı” denen meydana toplanırlar, işçi arayanlar da gelir oradan bu ameleleri işini yaptırmaya götürürdü. Bu insanlar daha çok inşaat işlerinde, bağ, bahçe işlerinde çalıştırılırlardı. Bu iş ilişkileri içinde tanıdıkları Adanalıların yardımıyla, devamlı bir iş bulup çalışmak için de çaba sarf ederlerdi.
Cemal Atunbulduk’un babası Hasan amca Adana’ya bir gelişinde, işini yaptığı bir adamın yardımıyla Güney Sanayi Fabrikasında işe girmiş. Bu sürekli işinden dolayı da eşini çocuklarını yanına alarak, Kılıççıdan göçüp, ailecek Adana’ya yerleştiler.
**
Bu yüzden Cemal Altunbulduk, ilkokula Kılıççı Köyünde başlayıp, okulu Adana Tatbikat ilkokulunda bitirdi.
Cemal Altunbulduk, 1968 yılında ilkokulu bitirince babası onu, meslek öğrenmesi için torna tefsiye işi yapan bir ustanın yanına çırak olarak verir. Burada çırak olarak çalışırken, “İş ve İşçi Bulma Kurumunun” açtığı, kaynakçılık kursuna giderek o işi de öğrendi. Cemal Altunbuduk’un elinden her işi geldiği için, 17-18 yaşlarına geldiğinde, çalışmadığı iş kalmamıştı. Mesela 1973’de Adana SSK Hastanesinin inşaatın yapılırken, Kemal Çay’ın yanında kaynakçı olarak çalıştı.
1974’te, İskenderun Demir Çelik Fabrikasının inşaatı yapılırken, Ellersacılı Kasım Özkan, elektrik işi almıştı, Cemal abi Kasım usta ile beraber İskenderun Demir Çelik Fabrikasında elektrikçi olarak çalışmaya başladı.
Camal Altunbulduk, İskenderun’da çalışırken, Camal Altunbulduğun kardeşi Yusuf, ben, Osman Burgaç, Atatürk Ortaokulunu bitirip Borsa Lisesine kaydolmuştuk. Sosyalist hareketlere meyletmiş, TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) gidip gelmeye başlamıştık. Bizim sosyalist hareketlere meylettiğimiz o sıralarda Cemal abi, TBP (Türkiye Birlik Partisi) gidip gelen, oranın bir militanı idi. Zaman zaman tartışıp konuştuğumuz oluyordu.
Cemal Altunbulduk, İskenderun Demir Çelik Fabrikasının inşaatında çalışırken, Türkiye Sendika hareketinin efsanevi adamlarından olan, İsmet Demir ile tanışıyor. İsmet Demir’in öncülüğünde, İskenderun Demir Çelik Fabrikasında 1975’te yapılan meşhur bir grev vardır; Cemal Altunbulduk, bu grevde İsmet Demir’in yanında bir işçi önderi olarak bulunur. Bu grev bastırılınca, Cemal Altunbulduk, birazda gözlerden ırak kalmak için askere gitti; 1976’da askerden geldi. 1976 yılının Nisan ayında askerden gelmiş olmalı ki abisi Naci’in düğününde vardı.
Cemal abi askerden geldiğinde, o TBP gidip gelen, orada sorumluluklar alırken, biz TSİP’den Dev Genç hareketine sempati duyan insanlar olmuştuk. Cemal Altunbulduk’un, bizimle sıkı ilişkiye girmesi, kardeşi Yusuf Altunbulduk’un, 1977 Nisanında faşistlerce bıçaklanmasıyla başladı. Biz o zamanlar, Osman Burgaç, Yusuf Altunbuduk, ben başta olmak üzere, artık bizimle beraber hareket etmeye başlayan kardeşim Cemal Aydın, Adem Kütük gibi arkadaşlarla “birimize neşter vursan kırkımızdan kan akar” hesabı çok güzel bir gurup oluşturmuştuk. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu. Cemal Altunbuduk’un, bizim içimize gelmesi, kardeşi Yusuf’un bıçaklanması sırasında, bizim, birbirimize olan bağlılığımızı görünce, oda bize bağlandı, kaynayıp karıştık. Cemal abinin de, bize katılmasının iyice anlaşılması için, bizim iç evrimimizin anlaşılması gerekir diye düşünüyorum. Bunun için de, bizim sürecimizi kısaca anlatmam gerekir.
Bizim köye 1967 yılında ilkokul yapılınca, köydeki herkes ilkokul birinci sınıfa kaydoldu. Ben okul yapılmadan önceden, okumayı yazmayı biliyordum. İkinci sınıf geçince, öğretmenimiz beni Şarkışla’ya sınava gönderdi, ikinci sınıfı okumadan üçüncü sınıfa geçtim, böylece de ilkokulu dört yılda bitirip 1970- 1971 yılında, Adana’ya ortaokulu okumaya geldim. Cemal Altunbulduk’un küçük kardeşi Yusuf ile aynı okula kaydolduk. Uzun lafın kısası, Yusuf, ben Osman Burgaç Atatürk Ortaokulundayken, sosyalizme sempati duyan, gençler olarak ortaokulu bitirip Borsa Lisesine kaydolduk.
Önceleri TSİP’e gidip gelmeye başladık; sosyalizm hakkında ilk bilincimizi TSİP’den aldık. TSİP’de o zamanlar Doktor Hikmet Kıvılcımlının kitaplarını bize okuturlardı. Kıvılcımlı’nın, Üretim Nedir, Marx ile Engelsin hayatı, Diyalektik materyalizm gibi küçük kitaplarını partiden alıp okuduğumuzu, oradaki eğitim çalışmalarına katıldığımızı hatırlıyorum.
Bu süre içinde Adana Yüksek Öğretim Kültür Derneği (AYÖKD) kuruldu, niyeyse partiden bizi oraya yönlendirdiler. AYÖKD Başkanı Faruk Bağdat’tı. Biz AYÖKD hem diğer okulların öğrencileri ile buluştuk, hem de Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın kısaca Dev –Genç hareketinin içinde, bu arkadaşlarla özdeşleşen THKO, THKP-C gibi yapılar olduğunu duyduk, öğrendik. Böylece de, hem okullarımızda sosyalistler olarak örgütlenmeye çalışırken, bir yandan da düşünsel olarak Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in düşüncelerini öğrenmeye çalışmaya başladık. Bu süre içinde sanat okullarındaki arkadaşlarla yakın temasımız oldu, öncelikle Atatürk ortaokulundan arkadaşımız olan Ankaralı Ali’de bize katıldı.
Bundan sonraları, bizim evde toplanıp, birlikte kitap okumaya, sorunları birlikte tartışmaya başladık. Sanırım 1975 yılıydı, Şubat tatilinde Ankaralı Ali’ye, Ankara’ya giderken, Ankara Yüksek Öğrenim Gençlik Derneğine uğrayıp bize dergi getirmesini söyledik. Sonradan öğrendiğime göre, sanat okulunda Nazif Tol diye, Karaözü köyünden, devrimci bir öğretmen vardı. Ankaralı Ali, Ankara’ya giderken, Nazif Tol’un, Ankara Yüksek Öğretim Gençlik Derneğinde, Devrimci Gençlik Dergisinin çalışmalarını yürüten kayınları varmış, onların adresini vermiş. Ankaralı Ali, onları bulmuş, bize Devrimci Gençlik Dergisinin 5 ile 6. Sayılarını getirmişti; hiç unutmam, derginin ortasında “Oligarşi ve Faşizm” başlıklı bir yazı vardı. O sıralar biz, THKO’lüların YOLDAŞ / HAVEL adıyla illegal olarak çıkardıkları dergiyi de okuyorduk. Yoldaş Dergisinin –sanırım- 3. Sayısında Sosyal Emperyalizmi savunan bir yazı çıkmıştı, bundan sonra bu dergiyle de, bu dergiyi savunan arkadaşlarla da aramıza bir mesafe koyduk. Böylece biz, Mahir Çayancılığa doğru yönelmeye başladık.
Bu süre içinde, bizim “Ali Hoca” dediğimiz, Ali Çakmaklı’nın etrafında da Mahir Çayan’ın görüşlerini savunan bir gurup vardı, onlarla da yakın temasa geçtik. İşte bu süre içinde İbrahim Çenet Osmaniye ye giderken, AYÖKD’te uğrayıp bizlerle tanıştı, gelip gittikçe bizi görmeye başladı. İbrahim Çenet Adana’ya geldikçe, onu karşılayıp, bir iki gün Ali Hocanın dört yol civarında tuttuğu bir küçük evde misafir edip, onu Osmaniye’ye götürüyorduk. Bu arada AYÖKD’de gelip giden, Yoldaş Dergisi çalışmalarını yürüten, Mehmet Fatih Öktülmüş ile de yakın ilişkiler içinde tartışıp, konuşmaya başladık.
Sanıyorum 1975 yılının sonu ya da 1976 yılının başlarıydı, bizim Yoldaşçılar dediğimiz Mehmet Fatih Öktülmüş gil, bir işçi gecesi yapma hazırlığına başladılar. Bu işçi gecesi o günlerin en önemli, en popüler işiydi; işçi gecesine İhsani, Özgür Çağdaş gibi sanatçılar gelecekti. İşçi gecesi yapılacaktı ama görünürde bir faaliyette yoktu. Bir gün Camal Gürsel caddesin de, Mehmet Fatih Öktülmüş ile karşılaştım. Memet Fatih, iş çok yapacak adam bulamıyoruz, İşçi gecesinin afişlerini siz arkadaşlarınızla yapsanız olmaz mı dedi. Hay hay dedim. AYÖKD’e gittik, Mehmet Fatih Öktülmüş yapılacak fişleri bana teslim etti. Bende arkadaşlarımızı topladım, akşam dernekten çıkıp o afişleri yapmaya başladık. Siyasi şubenin polisleri gelip, bizi yakalayıp götürdü. Sanıyorum gözaltına alınan 16 kişi idik, içimizde Osman Burgaç, Yusuf Altunbulduk, gibi birçok arkadaş vardı.
Bu eylemimizle, Hayatımızda ilk defa gözaltına alınıp polise götürülüyorduk. Üç gün siyasi şubede kaldık. O zamanın koşullarında, ağır işkenceler gördük, çok sopa yedik. Bizi basının karşısına çıkardılar, yerel basın ile Tercüman Gazetesinde resimlerimiz çıkmıştı.
O gözaltına alındığımızda, benim çantamda hem Devrimci Gençlik dergileri vardı, hem de Türkeş’in “Dokuz Işık Doktrini” adlı kitabı.
Beni nezaretten alıp, yukarıya sorguya götürdüklerinde, geri nezarethaneye geldiğimde baktım ki arkadaşlar iki gurup halinde bölünmüşler, bir gurup nezarethanenin bir köşesinde diğer gurupta diğer köşesinde toplanmış. Ne oldu dedim. Dediler ki, polisler gelip, içinizde Alevi olanlar şu tarafa ayrılsın, Sünni olan da şu tarafa ayrılsın dedi; biz de ayrıldık. Polisler önce Alevileri, ulan ibne oğlu ibne çocukları, bu dava sizin davanız, niye bu Sünnileri de buna alet ediyorsunuz deyip bir güzel dövmüşler. Sonrada Sünnilere gelip, ulan ibne oğlu ibneler, siz niye bunlara kanıyorsunuz deyip bir güzelde onları dövmüşler. Bir de demişler ki, içinizde bir Türkeş’in kitabını okuyan ülkücü var, o ajanı bulup çıkarın demişler.
Ben nezarethaneye gelip bu durumu görünce arkadaşlar, polisin oyununa gelmeyin, biz sosyalistiz, bizim din ile iman ile ne ilişkimiz olacak, hepimiz sosyalistiz gelin birleşin dedim, birleştik. Alpaslan Türkeş’ın “Dokuz Işık Doktrini” adlı kitabı benim çantamdaydı, o günlerde Adem Kütük Ülkü Ocaklarına gidip geliyordu, onunla Türkeşin kitabını okuyup tartıştığımız için kitap çantamdaydı. Böylesi ilginç tecrübelerle üç gün nezarette kalıp çıktık.
Babam çok nazlım, gariban bir adamdı. Nezaretten çıkınca bana dedi ki, “oğlum solculuk mu yaparsın, sağcılık mı yaparsın, ne yaparsan yap, ona karışmam ama kimse gelip oğlun çocuğumuzu buralara götürüyor diye gelip bana kızmasın, kapıdan yanımı kesmesin” dedi. Ne oldu dedim babama, “oğlum Tembel Ali’gilin Hasan (Yusuf’un babası) gelip kapımı kesti, senin oğluyun yüzünden bunlar oluyor diye bana çok kızdı, kötü söyledi, bir daha bu olmasın” dedi. Bu hayatımın kötü bir dersiydi. Sonra kardeşim Hüsnü Cemal’in, devrimci mücadele sırasında ölmesinden de beni sorumlu tuttukları için, bundan sonra inandığım şeyleri anlattım, bunların propagandasını vs yaptım ama kimseye, gel de sosyalist ol, örgüte gir vs dememeye çalıştım. Çünkü artık, başkalarının yükünün, sorumluluğunun altına girmek istemiyordum. Sorana bildiğimi anlatıyordum, istiyordum ki herkes kedi yolunu kendi çizsin, herkes kendi eyleminin sorumluluğunu alsın, kimse, anamın bana dediği gibi, “sebebin ocağı batsın” demesin, beni sorumlu tutmasın. Bu tavrımı evlendiğimde Şenay’la ilişkimizde de sürdürdüm. Mesela Şenay öğretmen sendikasına üye olayım mı, diye sorduğunda senin yerinde olsam, ben üye olurdum ama sana ol da demem, olma da demem, yarın bundan dolayı soruşturma geçirirsin, sürgün edilirsin, ya da seni görevden atarlarsa, her halükarda senin yanında olup seni desteklerim ama beni sorumlu tutma dedim. ÖDP’nin, sendikaların, Pir Sultan Derneğin konserine çıkıp türkü söyleme teklifi yapıldığında, çıkıp türkü söyleyeyim mi diye sorduğunda da aynı tavrı gösterdim. Hatta kaset yapacağımız sırada da, bize şirketin gösterdiği şartlara ne diyorsun dediğinde de, ben olsam kabul etmem ama senin tavrına karışmam dedim ama o bu tavrımı anlayamadı. Çünkü, benim bu hassasiyetim buralardan geliyordu.
Bu süre içinde, Ali Çakmaklı’gil, kısaca “Acil” diye bilinen, “Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı” savunup, o guruba geçince, birazda benim inisiyatifimle Devrimci Gençlik Dergisi çevresi ile organik bağ kurmaya karar verdik. Artık az da olsa paramız vardı, kısa bir eğitimle kadro olabilecek, iyi bir potansiyelimiz vardı ama kendimizi ideolojik olarak yeterli – yetkin görmüyorduk. Özellikle Mehmet Fatih ile tartışmalarda bunu hissediyordum. Mehmet Fatih Öktülmüş’in, öncülüğünü yaptığı arkadaşlar, Borsa Lisesi’in yakınında, yolumuz üzerine, Demir Yolu işçilerini örgütlemek için bir sendika açmışlardı. Mehmet Fatih buraya sık sık geliyordu, onunla konuşup tartışıyorduk. Mehmet Fatih ile bu muhabbetlerde teorik yetersizliklerimizi görüyordum. Bu yüzden Ankara Devrimci Gençlik Dergisi çevresinden, bizim teorik yetkinleşmemizi hızlandıracak bir arkadaş istemeye karar verdik. 1977 yılının Şubat tatilinde Ankara’ya gittim, Konur sokakta TMMOB Lokalinde Mehmet Ali Yılmaz ile buluştuk, ona durumumuzu anlattım, ondan bizim yetkinleşmemize yardımcı olacak bir arkadaş göndermesini istedim. Oda tamam dedi, 15 tatil bitine kadar biraz Ankara’da, biraz da Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde kaldıktan sonra tekrar Adana’ya geldim.
Bundan sonra ki süreci Behçet’in Adana’ya geliş süreci adlı yazımda kısaca anlatmıştım, orada yazdıklarımı olduğu gibi buraya alıyorum:
Adana’ya tekrar mücadelemizin içine döndük. Bu arada Mehmet Ali’nin istediği bazı işleri yaptık; Örneğin, bir iki kez ODTÜ’de okuyan Adanalı öğrencileri toplayıp, Hasan Tan Protestosu için Çağdaş Sahne’deki toplantılara gönderdik. O zamanlar Hasan Tan, ODTÜ ‘ye rektör atanmıştı, ODTÜ Öğrenciler Birliğini (ÖTK) elinde bulunduran Devrimci Gençlerde, “Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz” diye bir kampanya açmıştı; kampanya başarılı olmuştu, sahiden de Hasan Tan ODTÜ’ye gelip rektörlük yapamamıştı.
O zamanlar, bir yandan işlerimizi yapıp bir yandan da Ankara’dan gelecek arkadaşı bekliyorduk.

İşte bizim bu dönemimizde, İstanbul’da 
Salih Deniz adında İskenderunlu bir öğrenci arkadaş öldürülmüştü, cenazesi Adana hava alanına gelip, buradan da İskenderun’a götürülecekti, cenazeyi Adana hava alanından alıp, beraberce İskenderun’a gittik.
İskenderun mezarlığında cenaze töreni bitip İskenderun’a dönerken, mezarlık çıkışında polis barikat kurmuştu, Adana gurubu olarak hepimizi gözaltına aldılar. Çünkü mezarlığa giderken polisin tutup aracına aldığı tanımadığımız bir arkadaşı, polis aracından zorla çıkarıp, polisin elinden almıştık. Polis nezaret hanesinde, İçimizde bir kız arkadaşımız vardı (Hülya –bu arkadaşımız da yaşıyor, herkes tanır), onun bırakılmasını polis amirinden rica ettim, o da kabul etti. Onun Adana’ya yalnız gidemeyeceği için Kardeşim CEMAL AYDIN’ın da bırakılmasını istedim, komser, onu da kabul etti. Hülya ile Cemal serbest bırakılınca Adana’ya geldiler.  (CEMAL Adana Dev- Yol gurubunda, rahleyi tedrisatımızdan geçmiş, örgütlü çevremizden bir militan olarak, gittiği görevi sırasında ölen ilk arkadaşımızdır.). Bir gün nezarette kaldıktan sonra, İskenderun’da adliyeye getirildik, mahkeme bizi serbest bıraktı. Serbest kaldığımızda üç sürprizle karşılaştım: Gazeteler Taner AKÇAM’ın hapisten kaçtığını yazıyordu. Adana’ya geldiğimde de Cemal Ankara’dan beni görmeye üç arkadaşın geldiğini, onların Sanayi GEDİK gile gittiklerini –oraya götürdüğünü- söyledi.
Sanayi GEDİK gile vardığımda BAHÇET’le orda karşılaştım. (Sanayi o zaman Kimya Mühendisleri Odasının başkanı, ya da yöneticisiydi, bu aile o zaman bu yana, bizlere çokça yardımlarda bulunup, çok zahmetimize katlanmıştır) Yanında bizim hep “HOŞİMİN” (HO CHİ MİNH) diye bilip öyle andığımız-Ankara’da herkes onu bu adla tanıyormuş,-  , Tuzluçayır’lı, Sefa arkadaşla, Malatyalı Kürt Mehmet de vardı.
Bu arkadaşlarımızın hepsi sağ, bir lahze hatam varsa, yazarlar. Behçet’in Adana’ya geldiği tarih bu tarihtir; yani Taner AKÇAM’ın hapisten kaçtığı tarihtir. Bunu özellikle vurguluyorum ki, bir gün gelip, Adana Dev-Yol tarihini yazacaklara kolaylık olur belki diye; bu tarihi bir gün birilerinin merak edip yazacağına da inanıyorum. Ben İnternet arşivinden Salih Deniz’in öldürüldüğü tarihe baktım. Salih deniz 11 Mart 1977 yılında İstanbul’da öldürülmüş. Biz Cenazeyi 12 Mart 1977 tarihinde Adana Havaalanından alıp İskenderun’a götürdük, cenaze töreni sonucu mezarlıktan gelirken gözaltına alınıp bir gün sonra yani 13 Mart 1977 tarihinde serbest bırakıldık. O gün gazetelerde Taner Akçam’ın hapisten kaçtığı yazıyordu. Taner 12 Mart 1977’de hapisten kaçmış, 13 Martta bunun haberleri vardı. Yani Behçet’in, Adaya geldiği kesin tarih budur.
**
Behçet’in, Adana’ya gelmesinden önce, Adana’da bütün siyası gurupların katıldığı, bir gençlik derneği kurma çalışması yapılmıştı. Bu derneği kurma sorumluluğunu biz üslenmiştik. Bu derneğin yeri, tüzüğü vs hazırlanmıştı. Behçet gelince bu derneğin adının Çukurova Devrimci Geçlik Derneği (Çukurova Dev- Genç) olmasını önerdi, biz de bunu kabul ettik. Bu derneği Camal Gürsel Caddesinde, Tepebağ Ortaokulunun yanındaki iki katlı binada kurduk. Bu derneğin başkanlık görevini ben üslenmiştim.
Çukurova Dev- Genç Derneği fazla uzun ömürlü olmadı. Adana’da Kıvırcık Ahmet diye tanınan arkadaşımız, yakalattığı tabancayı, Rıza Aydın’dan aldım dediği için ben aranmaya başladım, Çukurova Dev Genç Derneğini de polis kaptı.
Ben arandığım sırada epey yer gezdim. Kıvırcık Ahmet’in silahı üslenmedi, kimsede konuyla uğraşmadığı için benim bunun için aranma durumum uzun sürdü. Bu arada Cemal abinin kardeşi Yusuf Altunbulduk 1977 Nisan ayı içinde Faşistler tarafından bıçaklandı. Yusuf’un bıçaklanması sonrası, Camal Altunbulduk kardeşi ile ilgilenen bizim arkadaşlarımız arasında çok yakın muhabbetler olmuş, Cemal abi Behçet ile de tanışmış, işte bu ilişkiler içinde Cemal Altunbulduk bizim guruba katıldı.
Yukarda anlattığım gibi, Cemal Altunbulduk, İsmet Demir ile İskenderun da Demir Çelik fabrikasının grevi sırasında yakın ilişkileri olmuş, sosyalizme meyletmiş, TBP militanı yetişkin bir insandı. Bu birikiminden dolayı, bizim içimizde de hemen önemli sorumluluklar almaya başladı. Bu süreçte, Adana Halk Evinin yönetimi bize dost, bize yakın insanlardan oluşuyordu, Cemal abinin halk ile ilişki kurma tarzı iyi olduğu için, Halk Evi örgütlenmesi içinde aktif görev aldı. O dönem Adana Halk Evi, Atatürk Parkının içinde ki bir binada bulunduğundan, bütün sol guruplar Atatürk Parkına gelip, Halk Evinin bahçesi içinde oturup, orada buluşuyorlardı; kısacası Atatürk Parkı ile Halk Evi, Adana solunun ortak mekanı olmuştu. Cemal abide, Adana kamuoyunda, Devrimci Yol hareketinin gözle görülen en önemli adamı konumuna gelmişti.
Cemal Altunbuduk, 1977 1Mayısına Adana’dan giden, Dev –Genç gurubu içindeydi. İstanbul’da, 1 Mayısı katliamı içinde yaşadıklarını ondan birkaç kez dinlemiştim. 1 Mayıs katliamı sırasında gemiye ya da araba vapuruna binen gurubun içinde olduğunu söylemişti.
Kıvırcık Ahmet, yakalattığı silahı üslenmeyince, benim aranma durumum devam ediyordu 1977 sonlarında Osmaniye’de yakalandım, çok kısa bir dönem hapiste yatıp çıktım. Annem beni görmeye gelmişti, Annemi köye bırakıp, Ankara’ya uğrayıp hemen Adana’ya sıcak mücadelenin içine geldim. Ankara’dan gelirken benimle berber amcamın oğlu da gelmişti. Şubat ayı içindeydik. Amcamın oğlu ile Mersine gidecektim. Adem ile kardeşim Hüsnü Cemal’i gördüm. Ziraat Fakültesinin önünde, Ziraat Fakültesinin öğrencileri açlık grevi yapıyorlar, onların yanına gidiyoruz dediler. Üzeriniz boş mu diye sordum, boş dediler. Oraya boş gitmeyin diye, çıkardım bir tabanca verdim, tabancayı Cemal aldı. Onlar açlık grevi yapan arkadaşlarının yanına, Ziraat Fakültesinin önüne gittiler, bizde Mersin’e gittik.
Mersinden geldiğimde, arkadaşların kasvetli bir hali vardı, durumu sordum kardeşin Cemal kanala düştü hastanede yatıyor dediler. Ziraat Fakültesinin önünden kanal geçer, 11 metre yüksekliği vardır. Kış olduğu için kanal boştu. Alcık grevi çadırı tam uçurumun başında imiş, nasıl olmuşsa olmuş işte, kardeşim Cemal kanala düşmüş. Cemal’in düşüşü üzerine de bir sürü söylenti vardı. Hastaneye geldim ki Cemal beyin kanaması geçiriyor dediler, durumu kötü. Kardeşim Cemal’e tedavi sırasında sarılıklı kan da vermişler. Sonuç olarak, kardeşim Cemal, epeyce hastanede yattıktan sonra, 19 Şubat 1978 de öldü. Kardeşim Hüsnü Cemal Aydın, Adana Devrimci Yol hareketinin, örgütlü çevresinin bir militanı olarak ölen ilk kişidir. Bu aynı zamanda benim hayatımın bir yıkımı, bir dönüm noktasıdır.
Kardeşim Cemal’in cenazesini köye, Şarkışla’nın Kaymak köyüne getirdik. Arkadaşlar bir ya da iki gün kalıp gittiler. Ben köyde kaldım.
Köyde kaldığım sürede önce yanıma Rüstem Savaş Menziletoğlu geldi. Savaş Menziletoğlu, Yapı Sanat okulunda en önemli arkadaşlarımızdan biriydi. Okulun çevresinde yaşanılan çatışmada aranır duruma düşmüştü. Savaş’a kardeşim Cemal’in kimliğini verdim, biz Cemal’in öldüğünü nüfusa bildirip, onu nüfustan sildirmeyiz, sen bu kimlikle yaşa dedim. Savaş bir müddet köyde kaldıktan sonra gitti; Savaş gittikten kısa bir süre sonra Cemal Altunbulduk, köye geldi.
Cemal Altunbulduk köye geldiğinde bir aya yakın köyde kaldı. Cemal’in amcası Muharremin oğlu olmuyordu, bi duyduk ki Muharrem amcanın oğlu olmuş, Kılıççıya gittik, Muharrem amcasının oğluna Camal abi Cevahir adını koydu. Bugün Cevahir Altunbulduk bize gelmişti, doğum günün ne dedim, 18 Mart 1978 dedi, demek ki, Cemal abi ile o tarihte buradaydı.
Cemal abinin köyde kaldığı o günlerde, ben bir rahatsızlık geçirdiğim için, biraz da hava değişimi olsun diye Sivas’a gittik; üç gün Sivas’ta kaldık. Sivas’ta halam’gilde kaldık; biz annenin bacısına hala deriz. Halamın oğlu Etem Cankurtaran ile beraber, onlarında Çalışmalarını yürüttükleri Devrimci Yeraltı Maden İş Sendikasına gittik. Hasan Kırteke, Av. Murat Genç, Mirza Arabacı oradaydı onlarla tanışıp, muhabbet ettik. Sendikada muhabbet ederken, biryandan da gazete haberlerini okuyorduk. Tercüman Gazetesinde, Adana Ticaret Lisesinde olaylar çıktığını, Cengiz Boğatekin adında ki Ülkücü kesimden bir kişinin, solcu öğrencileri tarayıp, üç kişiyi yaraladığını yazıyordu. Muhabbetimiz bu haberin üzerine yoğunlaştı.
Adana Ticaret Lisesinde, üç devrimci öğrenciyi silahla yaralayan, Cengiz Boğatekin’i tanıyordum; bizim okula geldiğinde onunla dövüşmüştük. Bunu orada anlattım. Ayı Cengiz diye tanınan bu kişi, boks eğitimi alıyor, gidip okullarda devrimci –solcu öğrencileri dövüyordu. Ben öğlenciydim, kardeşim Cemal’de sabahçıydı. Bir gün sabahçıları devresinde okula vardığımda, abi iyi ki geldin Ayı Cengiz’de bizim okula gelmiş, mutlaka birini dövecektir dediler. Teneffüste, okulun bahçe kapısının önünde duruyordum ki, yanımdan geçen birine, abi bu kardeşini dövdü gidiyor dediler. Ben hemen ona saldırdım, yere yatırdım, o arada bıçak çıkarmaya çalışıyordu elinden bıçağını aldık. Bu arada diğer arkadaşlarda geldi, onu dövmeye başladılar, ben onu arkadaşlara bıraktım Ayı Cengiz’in gelmesini bekliyorum. Sonunda öğretmenler geldi, kavga aralandı, ben Ayı Cengiz niye kavgaya gelmedi dedim, ilk dövüştüğün kişi Ayı Cengiz’di dediler. Biz kafamızda Ayı Cengiz’i öyle abartmışız ki, ilk kavga ettiğim kişinin Ayı Cengiz olduğunu düşünemedim bile. Sendikada bunları anlattım, gazetenin bu haberi üzerine epey konuştuk.
Yarıntesi gün oldu, Cemal abi ile garajlara geldik, Sivas’tan Şarkışla’ya uğrayıp Kayseri’ye giden otobüse bindik, Şarkışla’ya geleceğiz. Otobüsün tam hareket edeceği saatte, Cengiz Boğatekin’de gelip otobüse bindi, öndeki koltuklardan birine oturdu, biz arka koltuklardayız. Cemal abiye, bak bu yeni binen kişi, dün gazetelerde okuduğumuz, devrimci arkadaşları vuran Ayı Cengiz dedim. Emin misin dedi, eminim dedim. Gözümüzün altından bakıp, uyur gibi yapalım, o da döner bize bakar dedim. Biz uyuyormuş gibi yaptık, oda dönüp bizi gözleriyle süzdü. İşte o zaman, Cemal abi de bu şahsın, ayı Cengiz olduğuna ikna oldu. Şarkışla yol ayrımında biz indik, araba yoluna devam etti gitti.
Otobüsten inince Cemal abiye ne yapalım dedim yapacak bir şey yok dedi. Cemal abiye, gel gidip bunu polise söyleyip yakalattıralım dedim, “yok” dedi Cemal abi, “ben ihbarcılığı doğru bulmuyorum, faşistte olsa birini ihbar etmem” dedi; Cemal abi la dedi mi lo demezdi. Biz Dursun Özüdoğru’nun dükkânına geldik, durumu konuşuyoruz. Ben gidip bunu karakola söyleyelim diyorum Camal abide hayır ben yapmam diyor. O arada Alevi bir polis geldi, siz gidip karakola bunu söylerseniz, Kayseri’ye varmadan yakalarlar ama ben bunu yapamam sizin gidip demeniz gerekir dedi. Ben gidip karakola söyleyeceğim dedim, yolda tartışa tartışa Cemal abi ile karakola gittik. Ben komisere durumu anlattım. Karakolda ki görevli, hemen telsizle durumu anons etti, bize kahve söyleyip teşekkür etti, bir iki gün sonra gelirseniz durumu öğrenirsiniz dedi. Biz daha sonra geldiğimizde, ihbarımızın doğru olduğunu Cengiz Boğatekin’in yakalandığı bilgisini aldık. Cemal abi ile böyle ilginç bir anım vardır. Cemal abi “sen suçlusun ihbarcılık yaptın” diye bana takılırdı. Ne zaman bu konu aklıma gelse “acaba Cemal abi haklı mıydı” diye kendi kendime sorar, düşünürüm. Çoğunlukla da Cemal abinin haklı olduğun inanırım. Ayı Cengiz’in, daha önceden Kardeşim Cemal’i dövüp, burnunu kantmış olduğu için, sanırım ben böyle bir tutum aldım derim kendi kendime. Ticaret lisesindeki, devrimci öğrencilerin, taranması haberi araştırılarak bu günün tarihi saptana bilir ama ben Nisan ayıydı diye anımsıyorum.
**
Cemal Altunbulduk, o zaman köye, beni görme isteği altında, köyde fazla kalmayıp en kısa zamanda Adana’ya gelmemin gerektiğini bana söylemek için gelmişti.
Adana’da işler kötüye gidiyor, senin boşluğunu dolduramadılar, Adana’daki yerel kadroları eğitip yetkinleştirmek yerine, sürekli dışarından arkadaş geliyor, dışarıdan gelen 06 plakalı bu arkadaşlar, Adana’nın durumunu bilmedikleri için, Adana’ya uyum sağlamak yerine sorunda çıkarıyorlar. Biz Behçet ile Mehmet Aliye söz dinletemiyoruz sana ihtiyacımız var dedi öz olarak. Adana’da böyle bir sorunumuz vardı.
Ben Ankara’da Mehmet Ali Yılmaz ile konuşup, bizim yetkinleşmemizi hızlandıracak, teorik gelişmişliğe erişmiş, olgun bir arkadaş gelip, bizim eğitimimize katkı sağlasın demiştim. Ben bunu söylerken, aklımdan Akın Dirik ya da Nasuh Mitap gibi bir arkadaş gelir diye ummuştum. Ama öyle olmadı.
Biz Adana’da faşist hareketin çok güçlü olduğu bir yerde sol hareketi, örgütlemeye çalışıyorduk. Bize selam verip, bizimle konuşmaya korkup çekinen arkadaşlar bile oluyordu. Bu yüzden biz, hangi guruptan, hangi siyasi düşünceden olursa olsun, onunla iyi geçinip, faşistlere karşı bizim yanımızda olan herkesi adeta baş tacı ediyorduk. Bu Ankara’dan gelen arkadaşların çoğu, solun güçlü olduğu, sol guruplar arasındaki mücadele içinde yaşamış, ODTÜ, Keçiören gibi yerlerden geliyordu. Bundan dolayı da hem bizim içimizde hem de dışımızda ki arkadaşlara karşı çok sert davranıyorlardı. Bu tutum farkı kendini belli etmeden sorun yaratıyordu. Mesela arandığım için, Adana’ya gelemediğim günlerde beni Adana’ya çağırdılar, Ankara’dan gelen Uğur arkadaşın, çok sekter bir yapıda olduğunu, buradan gitmesi gerektiğini, gitmezse çok kötü şeyler olabileceğini usulüne uygun anlattılar, bende bunu Behçet’e izah ettim Uğur arkadaş1Adana’dan gitti, gönderildi.
Bu rahatsızlık veren arkadaşlardan biri de Selçuk’tu. Osman Burgaç der ki, “Rıza, dar bir toplantıda Selçuğa, “sen öyle bir pisliksin ki, seni temizlemek için banyoya sokup sabunlasam, ortada Selçuk diye bir şey kalmaz, her tarafın pislik” dedin der. Kız arkadaşlara, aman bu adamdan uzak durun, bu adamın yapısında bize uygun olmayan bir hal var, bunun kimyası bozuk” dediğimi bilirler. Selçuk sonradan itirafçı oldu, polisle çalıştığı söylenir, şimdi ne yapıyor bilmiyorum. Ama biz o zamanlar bu adamın yapısında bir gariplik olduğunu sezmiştik, bunu lisanî münasiple gerekli arkadaşlara söylüyorduk. Bu konuda söyleyecek çok şey var ama bu kadar yeter. Sonradan Selçuk gibi arkadaşları tahlil ettiğimde, şunu düşünmüşümdür. Bu arkadaşlar, o zamanlar polisin adamı değillerdi, ama yapılarında bir gariplik vardı. Serol Teber’in “Davranışlarımızın kökeni” adlı kitabını okurken, şöyle bir davranış bozukluğu görmüştüm, bu arkadaşların durumunu izah ediyordu.
İnsanların sinir sistemleri, bir boru gibi değil, bir bisiklet zinciri gibi lokmalardan ibaretmiş. Bazı insanlarda, bir duyu algısı, bu lokmalardan geçerken, yükselerek geçermiş. Bu insanlar örneğin küçük bir lekeyi, büyük bir kirlilik gibi görür, günlerce bununla uğraşırlarmış. Selçuk’ta böylesi bir gariplik vardı. Normal bir tepki gösterilmesi gereken küçük bir şey olsa bile, o ortalığı velveleye verip feveran ediyordu. Bu da sorunların çıkmasına yol açıyordu. Adana Dev-Yol hareketinin diğer guruplarla sürtüşmesinin altında, bu arkadaşın sekterlikleri yatıyordu.
**
Cemal abi bizim köyden sanırım Nisan ayı içinde, mümkün olduğu kadar çabuk gel diyerek gitti. Ben sanıyorum haziran sonu ya da Temmuz başlarında Adana’ya geldim. Adana’ya geldiğim sıralarda çıkan Devrimci Yol Dergisinde, İstanbul’da bir gurup arkadaşın, Devrimci Yol hareketi ile ilişkilerini askıya aldığı haberi vardı; tarihsel süreç içinde Dev –Sol ayrılığı diye bilinecek olan ayrılığın olduğunu böylece anladım.
Bu günlerde bir gün, Behçet ile Atatürk Parkında, Halk Evinin önünde oturuyorduk. Behçet’e “abi senin görüşmek isteyen bir gurup adam geldi, ne yapalım” dediler, Behçet’te “gidip görüşelim” dedi, kalkıp yanlarına gittik. Beş altı kişilik olgun yaşlarında halktan insanlardı. Behçet’e, seninle yalnız konuşmak istiyoruz dediler, Behçet ile parkın bir köşesine çekilip epeyce konuştuktan sora Behçet yanıma geldi. Neymiş dedim Behçet’e, Behçet’te dedi ki, acayip bir durum, bunlar, “biz Yavuzlar mahallesinden geliyoruz, biz 50 -60 evin temsilcisiyiz. Mahallemizdeki faşistlerin, işgalinden rahatsız, Devrimcilerden bir adam isteyelim, gelsin bizi örgütlesin faşistlerin mahallemizdeki işgalini kıralım diye karar verdik, bunu seninle görüşmeye geldik, sen düşün biz yarın yine gelelim deyip gittiler, aletleri edevatları da varmış, ne diyon” dedi. Biraz düşündükten sonra dedim ki, burada iki şey olabilir, bu ya bir tuzaktır, ya da samimi bir halk hareketidir. Yarın gelenlerin, adlarını, adreslerini alalım, bunları Cemal abi ile tanıştıralım, Cemal abi gidip bunları örgütlesin dedim. Cemal abi onlarla mahalleye gitti geldi, söylediklerini tümü doğru dedi. Yavuzlar mahallesini çok kısa bir zaman içinde faşist işgalden kurtardılar. Cemal abi, halktan bir adamdı, halkla çok çabuk bağlar kurar, onlarla dostluklar geliştirirdi, halta ona çabuk bağlanırdı.
Biz Devrimci Yol hareketinin geldiği noktada bazı sorunlar olduğunu ama bunların konuşularak çözüleceğini düşünüyordum. Bana göre en büyük sorun, temel olarak, kadro yetiştirmeye yönelik ne bir çalışma ne de bir kadro örgütlenmesinin olmamasıydı. O zaman ben şöyle diyordum: devrimcilerin çalışması en geniş kitle içinde en dar kadroyu örgütleme olması gerekirken, biz kof bir biçimde “en geniş kitle içinde en geniş kitleyi örgütlüyoruz” diyordum. Bana göre, en geniş kitle içindeki çalışmalardan kazandığımız, arkadaşlarımız içindeki gelişmeye uygun olan arkadaşlarımızı, dar bir örgütlenme için eğitmeliydik, bunun için gerekli olan hem parayı, hem malzemeyi bu örgütlenmenin kendisi sağlamalıydı. O zamanlar, bu görüşüme katılan, Cemal abi gibi birçok arkadaş vardı. Ben Oğuzhan Müftüoğlunun, “tarih bizi örgüt kurduğumuz için değil, kuramadığımız için yargılayacak” sözünü bu eleştirilerimin itirafı olarak anlamışımdır.
**
Biz içimizde kendi sorunlarımızın çözümü için uğraşırken bir yandan da önümüze gelen sorunları çözüp, önümüze gelen işleri yapmaya çalışıyorduk.
Örneğin bir gün Behçet bana, Rıza, Osmaniye’deki arkadaşlar, yarın Dev –Yoldan ayrılık gerekçelerini açıklayacakları bir toplantı yapıp bunu tartışmaya açacaklarmış, bunlarla tartışmaya Hafize ile beraber ikiniz gidin dedi. Hafize ile bu toplantıya katılmak için Osmaniye’ye gittik. Hafize Osmaniyeli idi, ben de orada devrimci çalışmalar yapmış, Osmaniye de çok tanınan biri olarak, Osmaniye devrimci hareketi içinde bir arkadaş olarak biliniyordum. Bizim geldiğimizi görünce, Osmaniye’deki arkadaşlar, Osmaniye’de toplantı yapmaktan vazgeçip, toplantıyı Haruniye’de yapmaya karar verdiler. Hafize ile bizde Haruniye’ye gittik. Bu defa bu toplantıya Haruniyeli olmayanlar giremez dediler, ben dedim ki ben Haruniyenin Karacaören köyündenim aha kimliğim dedim. Osmaniye kalırken kullandığım böyle bir kimliğim vardı; bu sahte dediler, polis misiniz, bunun sahte olup olmadığı kimi ne ilgilendirir, burada herkes beni buralı bilir, siz gidin kontrol edin ben buralıyım dedim. Sonuç olarak bu toplantıyı da iptal ettiler. Biz Hafize ile dönüp akşam alacakaranlığında Adana’ya geldik.
Adana’ya gelince, Garajlarda inip, bir taksiye bindik, ben Hafizeyi evine bırakıp kendi evime döneceğim. Hafize ile taksiye bininci, taksici döndü Hafizeye “abla Meydan mahallesine mi gidiyoruz” dedi, ben hemen atıldım evet dedim. Biz hiçbir şey söylemedik, taksi geldi bir yerde durdu, ben taksicinin parasını verdim taksiden indik. Taksici gidince, Hafize’ye dedim ki “bura nere” dedim. “Kaldığım evin önü” dedi. Hafize ODTÜ’de okuyan oradan Adana’ya gelip, profesyonel devrimcilik yapan bir arkadaşımızdı. Hafize dedim, “bunu bana izah eder misin, devrimci bir yoldaşın olarak nerede kaldığını ben bilmiyorum ama taksici biliyor, bu ne biçim illegallik” dedim. Hafize “vallahi bilmiyorum, bu benim başıma bir iki kez daha geldi, bir defasında da halk evinden çıktım, Atatürk parkının köşesinde taksiye bindim, taksiciye hiçbir şey demedim, taksi beni getirip kapının önüne bıraktı” dedi.
Behçet’gil ile yaptığımız ilk toplantıda, Osmaniye de olup bitenleri anlattıktan sonra Hafize ile yaşadığımız bu taksi olayını anlatıp, bu örgütlenmeyi gözden geçirmeliyiz dedim.
Behçet’gil, benim devrimci çalışmalarımı sürdürmem için Osmaniye’ye gitmemi yani Adana’dan uzaklaşmamı istiyorlardı, bende “bu örgütlenmenin değişeceğine dair bir adım atılmazsa hiçbir yere gitmem; çünkü doğru bir yolda olduğumuza dair inancımı kaybediyorum” diyordum. Bu gerilimli ortamda Behçet bana durumunu Ankara’ya bildirdim, oradan karar gelene kadar hiçbir şey yapma, silahını da arkadaşlar ver dedi, silahımı verdim. Silahsız olduğum bu süreçte, bana bir iki kez Denizli mahallesinde şu işi yap diye görev verdiler. Silahsız Denizli mahallesine gitmem çok riskliydi, o zaman, bir ya da ikisinde kişisel bir arkadaşımız silahını alarak gittim, daha sonra da gitmiyorum dedim. Benim çevremdeki insanlardan kişisel olarak, silah bulmam sorun değildi, asla boş gezmezdim- gezemezdim2. İşte bu dönemde, bir demokratik kitle örgütünde yaptığımız toplantıda, Mehmet Ali Yılmaz, “nereye kadar bu tavrını sürdüreceksin” gibi bir soru sordu, bende “böyle bir örgütsel yönelime girilmezse gerekirse sizden ayrılırım” dedim. O zamanlar ben, kendi kendimi Adana Dev –Yol hareketi içinde vazgeçilmez bir unsur olarak görüp, kendimce onları böyle zorluyordum. Ben gerekirse ayrılırım deyince, hava setleşti, Mehmet Ali Yılmaz da, “sikimece lan, ayrılırsan ayrıl” dedi. O zaman bu söz, bana söylenebilinecek bir söz değildi. Senin için bu kadar değersizsem, ben de ayrılıyorum deyip çıktım.
Ne o günlerde yani bu muhabbetleri açtığımızda, ne de bu örgütlenmeyi değiştirelim diye tavır koyduğumda, bu yolun, birgün bu noktaya gelebileceğini, yani Devrimci Yoldan “ayrılıyorum” diyeceğim bir noktaya gelebileceğimi hiç düşünmemişti. Bu adımı atınca bütün dünyam yıkılmış gibi oldum. Çünkü ben, hayatımı, her şeyimi bu yola vermiştim, bu yolda sevdiğim insanları kaybetmiştim. Bu benim için tam bir buhran dönemiydi. Bir iki gün, Ankara’da Akın Dirik gibi bizden yaşlı kuşaktan birilerinin devreye girip, buraya gelip bunları bizimle görüşerek, bir çözüm yoluna gidileceğini bekledim ama bütün beklentilerim suya düştü. Müthiş bir hayal kırıklığı içindeydim, kendi kendime onların yanında demek ki bütün değerim, bu kadarmış diyordum. O günlerdeki ruh halimi, içine düştüğüm sıkıntıları anlatmak çok zordur.
Devrimci Yoldan ayrıldığım bir defa duyuldu. Gelip durumu soranlara bunları olduğu gibi anlatıyordum ama kimseyi de benim gibi ayrılmaya zorlamıyordum. Çünkü bende daha geleceğimin ne olacağını bilmiyordum. Zaten yapım gereği, yukarda söylediğim gibi, kimseye sebep olup, kimsenin yükünü taşımak istemiyordum.
**
Devrimci Yol’dan ayrıldığım duyulunca, Elazığlı Gavur Ali yanıma geldi. Gavur Ali ile ta 1975 sonlarından bu yana gelen derin bir muhabbetimiz vardı. Ben Tunceli’ne gidip, gelirken Elazığa uğrayıp, onları da görüp öyle gidiyordum. Bir defa da Cemal abi ile Elazığa gitmiştik. Gavur Ali’de, bize gelip gidiyordu. Muhabbetimiz derindi yani.
Gavur Ali, “Rıza Devrimci Yoldan ayrıldığına göre bundan sonra ne yapacaksın, devrimciği bırakmayı, köyüne çekilmeyi, okulunu okumayı falan mı düşünüyorsun dedi”,” yok” dedim. “Örgütsüz tek başına devrimcilik olmaz, ne olacak peki, kendi adına bir yapımı kuracaksın” dedi yok dedim, öyleyse “bizi tanıyorsun, gel beraber çalışıp, birlikte örgütlenme yapalım” dedi. Uzun uzun konuştuk, sonunda, benim de onayımı almadan, bölgeye kimseyi göndermeyeceklerine, çıkacak yayınları, çıkmadan önce benimde göreceğim şeklinde anlaştık.
Ancak, ben tamam dedikten sonra bunların hiçbirine uyulmadı. Bu süreçte tanıdığım Devrimci Sol kadrolarını, Devrici Yol kadrolarıyla kıyaslayınca, Devrimci Yol kadrolarının daha yetkin gelişmiş insanlar olduğunu düşündüm. En son noktada, işi belirleyenin kadrolar olduğuna inanıyordum. Bir yerde önemli bir hata ettiğimi düşünmeye başladım ama yapılacak bir şeyde yoktu. İşte bu süreçte, kafamda oluşan sorunlara bir çözüm yolu bulmak için klasik Marksist eserlere dönüp, onları okumam gerektiğini düşünüp, onları okumaya başladım. İşte bu sıkıntılı sürecimde 19 Şubat 1979 da, Ulaş Bardakçı anısına bombalı pankart yapmaya hazırlanırken, elimizden bomba patladı cezaevine düştük. Hastane sürecimiz bitip Adana Askeri cezaevine vardığımızda Cemal Altunbulduk ile Âdem Kütük’de Askeri cezaevindelerdi.
Ancak burada cezaevi sürecine geçmeden önce, Devrimci Yoldan ayrıldıktan sonra, Devrimci Yolcu arkadaşlarımla ilişkilerimin nasıl olduğunun anlaşılması için 23 Ekim 1978 yaşadığımız önemli bir anımı anlatmak istiyorum.
Bizim, Atatürk Ortaokulunda, Neziha Pampal diye, bir öğretmenimiz vardı, eşi de kendiside, ülkücülerdi. Sonra bir gün duyduk ki, Neziha öğretmenimizin eşi Teyfik Pampal vurulmuş. Şimdi internete baktım Teyfik Pampal 22 Ekimde vurulmuş. Bizim ev hastaneler kavşağındadır, eskiden yürüyüşler hastaneler kavşağında başlar istasyon meydanında biterdi. Öylen saatlerinde Teyfik Panpal’ın cenazesi kaldırıldı, saat beşe doğru, dolmuşla çarşıya doğru giderken, faşistlerin denetiminde olan zillidedenin orada, Kasım Gülek Köprüsünden iniş bölgesinde faşistlerin bir hazırlık yaptığını gördüm. Acaba bunlar neye hazırlanıyor, diye düşününce bunların akşam saatlerinde oradan geçecek olan mühendislik öğrencilerine saldırılacağına kanaat getirdim. Mühendislin öğrencileri, Belediyenin yanında ki parkta toplanır, üç belediye otobüsüyle Kasım Gülek Köprüsünden geçip, okullarına giderlerdi. Düşününce buna kesin olarak karar verdim. Buna karar verince hemen gidip, mühendisliğin öğrencilerini götürmekten sorumlu olan Dev- Yolcu arkadaşları bulup, durumu anlattım. Bir sürü seçenek üzerinde akıl yorduktan sonra, bir saldırıya hazırlanarak okul gitmeye karar verdik. Bu kararı alınca, arkadaşlara, o zaman, eskiden olduğu gibi, emir komuta bende dedim, tamam dediler; kaç silahlı arkadaşımız var dedim, onları otobüslere dağıttım ortadaki otobüse de ben biniyorum dedim, bir saldırı olursa nasıl davranacağımızı anlattım. O arada Fikret Hakverdi yanımdaydı, ona, sen gitme çatışma çıkarsa şarjöre mermi basarsın dedim, o da yanımda kaldı; keşke Fikret’le o günkü duyguları konuşulup yazılsa. Öğrenci olmadıkları halde, o otobüslerle, o mahallere gitmek için gelenleri, otobüse bindirmedim, bunlardan biri eniştem Ali Ekber ile Hüseyin Yıldız’dı; yani bir çatışma çıkacağından bu kadar emindim. Yola çıktık, tam tahmin ettiğim gibi, birinci otobüs köprünün ayağından geçti, ortadaki otobüs geçerken, bir cazırtı çıktı, faşistler otobüslere taş atıp silah sıkmaya başladılar ama biz hazırlıklıydık, “mübala cenk olundu” faşistleri dağıttık. Geriye dönüp, geçmiş hayatıma baktığımda, burada bir katliamı önlediğime inanırım hep; beklide hayatımdaki en önemli başarı budur. O gün mutlak bir katliamı önledik. Hastaneler kavşağına gelince, otobüsleri durdurdum, silahları toplayıp arkadaşları okula gönderdim.
**
Ulaş Bardakcı’yı, ölüm yıldönümü olan 19 Şubatta anmak bizim Mahir Çayan ekolünde bir gelenekti. 1979’da içinde bulunduğum Devrimci Sol hareketinin İstanbul’dan gelen sorumlu arkadaşımız, 19 Şubatta Belediyenin önündeki taş sütunlardan birine Ulaş Bardakcı’nın bomba düzenekli bir pankartını asmayı önermişti. Ben bu işi o zamanda doğru bulmadığımı söylediğim için, bu eyleme katılmayıp, Ulaş Bardakçının pankartını uçan balonla havaya göndermeyi önermiştim. O günlerde de aranıyordum. 19 Şubat günü, Tüple şişirdiğim balonlar uçmayınca benim eylemim suya düştü, bende annemi göreyim diye bir komşumuzu evine geldim. Bombalı pankartı yapacak olan arkadaşlar, bulundukları bölgede polislerin çok hareketli olduğundan kuşkulanıp, Rıza’nın yanına gidelim diye beni bulmak için eve gelmişler, kardeşimde onları benim bulunduğum yere getirmiş’ Osman ile İbrahim yanıma geldiler. Misafir olduğum evde bunu hazırlamayalım, bir şey olur dememe aldırmadan, İbrahim arkadaş bağlantıları kurdu, bana da elinde hazırladığı paketi izola bantla bantlamamı söyledi. Ben İbrahim’in elindeki paketi bantlıyordum ki korkunç bir patlama oldu. Tüm bir dinamit kalıbıydı, elimizde patladı. Patlama anında ölmemiştim, ama gözlerim hayal meyal görüyordu, ellerim yaralanmıştı. Böylesi eylemlerde, insanların genellikle kan kaybından öldüğünü bildiğim için, İbrahim’in de koluna girip ikinci kattan sokağa indik. Yanımıza gelenleri görmüyordum ama, yukarıdaki silahları alsınlar, bizi hemen hastaneye götürün, arkadaşlar bize kan bulsun, kan gurubum 0(RH) Pozitif diyordum. Sonradan öğrendiğime göre, yakınlarda da gazino vardı, gazine sahibi Tefo’nun oğlu Mustafa bizi hastaneye götürmüş. Yaralı yaralı polis ifademi almak istedi bunu reddettim. Beni ameliyat haneye aldılar. Bir hemşire bize, iyi olmuş, gör ki kimin canını yakacaklar” falan diye konuşuyordu, şu kadının adını söyleyin, ölmezsem bunun hesabını sorayım dedim kadın sesini kesti. Sonunda bizi bayılttılar, ayıkıp, hastane koğuşunda gözümüzü açtığımızda, sol elimin bilekten, sağ eliminde parmak uçlarının kesildiğini anladım. Bize herkesin acıyan gözlerle baktığını görüyordum, halimiz kötüydü.
**
Hastanede fazla kalmadık, 15 ya da 20 gün sonra bizi hastaneden Adana Askeri cezaevine getirdiler. Askeri cezaevinin koğuşuna vardığımızda sol gözüm bantla kapalıydı, sağ gözümse hayal meyal görüyordu, Camal Altunbulduk ile Adem Kütük bizi karşılayıp, kolumuza girerek ranzalara yatırdılar. Hastaneden götürülürken, polis bizi sorguya alır endişesi içindeydik, polise değil de hapsaneye gelince rahatlamıştık, koğuşa varıp, ranzaya yatınca hemen uyumuşum. Ne kadar uyudum bilmiyorum ama kulağımın dibinde şırıl şırıl güzel bir su sesi geliyordu, bu bana işeme isteği verdi, bu duyguyla gözlerimi açtım ki esmer, hafif kilolu bir adam bardaktan bardağa su döküyor, yanında Cemal Altunbulduk’ta var. Gözlerimi açtığımı görünce gülüştüler.
Cemal abi, “bu adam Hasan Urum oğlu diye biri” dedi, çok şakacı, seni yatağa işetmeye çalıştı ama başaramadı. Burası eskiden askeriye içinde disiplin suçu işleyen subaylar için yapılmış, çok rahat bir yer, adeta ormanın içinde bir kamp gibi, şimdi burada çoğunlukla Maraş Katliamı sırsında yakalanıp getirilenleri var dedi. Maraş’tan getirilenler, halktan adamlar, içlerinde tip tip adamlar var, tanıdıkça seveceksin. İçlerinde en ilginç olanlardan biri de bu Hasan Urum oğlu. Çok zengin bir ailenin çocuğuymuş, babasının fabrikası, çiftliği falan varmış, çok da seviliyor, cezaevinde yatmak zor geldiği için, herkese acayip şakalar yapıyor, dikkatli ol” dedi.
Birlikte yaralandığım İbrahim Kılıç adını kullandığımız arkadaşla benim henüz yaralarımız iyileşmemişti, üstelik bu sakat hayatımıza henüz alışamamıştık, bu dönemimizde Cemal abi ile Adem bize çok yardımcı oldular. Kollarımız yara olduğu için, yemek yiyemiyorduk, su içemiyorduk, üstümüze başımızı giyinip soyunamıyorduk, bu günlerimizde bize çok destek oldular. Bunu anlatamam ama halimizi düşünen anlar.
Koğuşta Kadirliden gelen, TKP’nin, gençlik derneği olan İGD taraftarı Mustafa Yıldırım diye, harbiden kabadayı bir arkadaş vardı. Mustafa’ya daha çok Yıldırım diyorduk. Birgün koğuşun yemek hanesinde, Yıldırım ile Cemal abi yanında Adem gibi birkaç Dev –Yolcu daha tartışıyorlardı, ben de onları dinliyordum. Yıldırım birden bire ayağa kalktı, “ulan teker teker gelin, hepinizin anasını avradını sikerim” dedi. Adem’gil Yıldırıma saldıracaklardı ki, Cemal abi, hemen ortaya fırlayıp, durun, durun kimse karışmasın, burada arzayi bir durum var, herkes dışarı çıksın diye Adem’gili dışarı çıkarttı. Yemek hanede üçümüz kaldık. Yıldırım’da bu duruma şaşırdı, şimdi beni dövmeyecek misiniz dedi. Cemal abi “yahu niye seni dövelim, otur da konuşalım ne oldu, niye böyle yaptın” dedi. Mustafa Yıldırım, onu döveceklerini sanmış, kendi kendine, onlardan sopa yemeden bunlara küfredeyim demiş. Cemal abi, Yıldırım’a “siyasal tartışmalar böyle hararetli olur, bir kişinin üzerine çullanıp, onu yalnızlatım, onu dövmek, bizim raconumuzda yoktur” dedi. Bu racon sözü bizim geçmişimizin geride kalan bir yanını anlatan ilginç bir tabirdi.
Cemal Altunbulduk’un, Adana’da büyüyüp yetiştiği dönemde, Adana’da “külhanbeyi, Adana delikanlılarının kültürü” hâkimdi. Ahmet Arif’in bir şiiri de yurdumun birçok mahpushanelerinde Çukurova yiğidi mahpustur dediği bibi, Adana’da bunların kültürü egemendi. Bizim büyüdüğümüz dönemde, Adana’nın meşhur külhanbeyleri vardı, biz bu kültür içinde onlardan, etkilenerek büyümüştük. Üzerimizde bunların izleri vardı. Adana külhanbeylerinin raconunda, bir kişinin üzerine birkaç kişinin çullanması, yazmazdı. Kavgada mert olmak, bileği ile yüreğine güvenmek, kavga sırasında, vurup düşürdüğün adamın, tekrar kalkmasını beklemek, dövüştüğün kişi kavgayı bırakıp giderse, arkasından bağırıp çağırmamak, küfretmemek, mahallenin kızına gelinine, gencine kol kanat olmak delikanlılığın raconuydu. Cemal abi bu kültürel ortam içinde büyümüştü. Biz öğrenciyken, o çalışıp para kazandığı için onun parası oluyordu, amcasının çocukları falan ondan para isterse, o onlara haçlık veriyordu ama asla bunu geri istemiyordu. Cemal abi, Adana külhanbeylerine has ağır başlı biriydi, onun kadına, kıza baktığını, bu türden muhabbetler ettiğini, hiç gören olmamıştır; çünkü yapmazdı. Anlayacağız Cemal Altunbuduk, nevi şahsına münhasır biriydi. Bu yüzden, halkla çok çabuk dostlukları kurup geliştirebiliyordu. Nedenlerini bilemem ama Camial abi çevremizde essahtan seviliyordu.
Bir gün, ranzada uzanmış, yeni sakat halimde ahvalimin nice olacağını düşünüyordum, yanıma geldi, “gel Hasan Urumoğlu, yine bir muziplik yapacak galiba, gidip sessizce onları izleyelim bakalım” dedi; Cemal abi ile birlikte yemek haneye gittik. Biz yemek haneye varınca, Hasan Urumoğlu şöyle bir açıklama yaptı. Arkadaşlar memlekette bizim Hüseyin ağayı nişanlamışlar, bu hafta görüşe, Hüseyin arkadaşımızın, nişanlısı ile ailesi gelecekmiş. Ben de, Hüseyin’in tek taşak olduğunu duymuştum, kız tarafı bana sorarsa bu konuda ne deyim diye kendine sordum. O da bu yalan dedi. Hüseyin ağa ile iddiaya girdik, eğer tek taşak değilse, ben ona bir takım elbise alacağım, yok eğer tek taşaksa o bana bir ayakkabı alacak. Şimdi siz ehli hukuk olacaksınız, bakıp göreceğiz dedi.
Hasan Urumoğlu’nun Hüseyin aga dediği, Hüseyin otuzlu yaşlarda, çerçicilik yaparak geçimini sağlayan bir adammış, Maraş katliamı sırasında tutuklayıp hapse atmışlardı, çok saf bir damdı. Neyse. Hüseyin ağa kemeri çözdü, ehli hukuk olan kişiler gelip, tek tek bakıyorlar, her bakan “tek” diyor.
En son Kürt Ali geldi. Kürt Ali tikleri olan, ilginç bir adamdı, karşısındaki adam ne yaparsa o da onu yapıyordu. Bazen Hasan Urumoğlu, Kürt Ali’nin karşısına gelip, “ınınınınnn” deyip, bir dansözün soyunduğu gibi kıvrak hareketle yaparak soyunur gibi yapmaya, başlıyordu. Hasan Urumoğlu, böyle yapmaya başlayınca, Kürt Ali hem bir yandan yapma Hasan kurbanın olayım, diye yalvarıyor, bir yandan da Hasan Urumoğlunun yaptıklarını yapıp soyunmaya başlıyordu. Hasan Urumoğlu’da Kürt Ali’yi biraz yavuncuttuktan sora işi bırakıyordu. O, Kürt Ali, kendine has tavırlarıyla geldi, Hüseyin’in önüne çömeldi, “çek lan şu kuşu da, birde ben bakayım bakalım, kuşun kaç yumurtası var deyip bakmaya başladı. Kürt Ali, önce Hasan Urumoğlu’na döndü, onun gözüne bakarak, ulan şurada bir tene daha var, çift gibi gibi görünüyor ama emin olamadım dedi. Hasan Urumoğluda iyiya işte emin olmak için iyice bak uzatma artık” dedi. Kürt Ali biraz baktıktan sonra, Hüseyin’e bakıp “ulan oğlum işte yok tek taşaksın” deyip çıktı. Kürt Ali, böyle deyince, Hüseyin ağa, birden bire deliye döner gibi oldu, hemen kapıya doğru fırlayıp, bahçeye çıktı. Bahçede tel örgünün karşısında, askeri komutan oturuyordu, onu görüp, bağırdı, “komutanım, komutanım gel de bi bak, tek mi çift mi?” dedi. Maraşlılar kopup Hüseyin’i içeri getirdiler ama biraz sonra, komutan askeri toplayıp koğuşu bastı. Kimdi ulan o bana sikini gösteren, onu bana vereceksiniz, ben ona bunun ne demek olduğunu göstereceğim … dedi. İşte, siz o zaman Hasan Urumoğlunun, komutana nasıl yalvarıp, yakardığını bir görecektiniz. Sonunda Hasan Urumoğlu, zor bela da olsa durumu komutana anlatabildi. Komutan durumu anlayınca, o da duruma gülmeye başladı. Bundan sonra herkes, Hüseyin ağayı görünce, herkes birbirine, “komutanım tek mi çift mi” diye soruyorlardı. Komutanım çift mi tek mi tekerlemesi buradan kaldı. Maraşlılar böyle kendilerine has, hayat dolu insanlardı.
**
Adana köprü köyündeki, askeri garnizon içine, subaylar için yapılan koğuşta bir süre kaldıktan sonra, siyası suçtan tutuklu olanların bulunduğu asıl bölüme gittik. Burada 300 kişiye yakın, sol- siyası tutuklu kalıyordu. Buraya gelince, Cemal Altunbulduk Devrimci Yolcuların kaldığı koğuşa gitti. Cemal abi buraya geldikten sonra fazla kalmadı, kısa bir zaman sora da tahliye oldu.
Ben birinci koğuşta boş yer varmış oraya gittim. Benim geldiğim birinci koğuşta, daha çok PKK’lilerle TDY’liler kalıyordu. TDY (Türkiye Devriminin Yolu) davasından, Cuma Cihan, Recep Sarıaslan, Ömer Kesim, Ali Öztürk’ün adları aklımda kalmış. PKK davasında Hayrı Durmuş ile Kemal Pir aklımda kaldı.
O koğuşa varana kadar, Kemal Pir’in kim olduğunu bilmiyordum. Kemal Pir’i TDY’li arkadaşlarla muhabbetimiz sırasında tanıyıp, kim olduğunu öğrendim; Kemal Pir ile kısa zamanda çokça muhabbet eden bir ikili olduk. Benim onu sevip saydığım gibi o da beni sevip sayıyordu.
PKK’yi kuran ilk çekirdek kadro içinde yer alan Kemal Pir, Karadenizli, esmer, inceden, uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. Kürt değildi, Kürtçe de bilmezdi. Kemal Pir’le devrimcilik sürecini uzun uzu konuşmuştuk. Ankara’da devrimci gençlerin kurduğu dernek faaliyetleri içinde Nasuh Mitap’la tanıştığını, kendisinin en temel bilgilerini ondan alıp, ondan öğrendiğini söylemişti. Nasuh’u sık sık anar, ondan çok şey öğrendik, ona çok şey borçluyuz der, ondan hep saygıyla sevgiyle söz ederdi.
O zamanlar bizlerle, ulusalcı dediğimiz, Kürdistanlı sosyalistlerle arasında ki temel tartışma konumuz, Kürdistan da ki sosyalistlerin, Türkiyeli sosyalistlerle ayrı mı yoksa birlikte mi örgütlenmeleri sorunuydu. Bunu Kemal’e sormuştum, Kamal Pir’de, “eğer Kürdistan ayrı bir ülkeyse ki bizce öyledir, öyleyse Kürdistan’da ki sosyalistler de kendi ülkelerinde ayrı örgütlenmelidirler diye düşünüp, Kürdistan’a geldik” derdi. Kendisinin Kürt olmadığı halde, enternasyonalist bir tutumum alarak, Kürdistan Devrimci hareketini örgütlemeye çalışan arkadaşlarla birlikte tutum aldığını söylemişti öz olarak.
İçinde bulundukları gurup içinde, Kemal Pir’e büyük bir saygı, büyük bir sevgi vardı. Bu dönemde, ben 23, Kemal Pir’se 27 yaşındaydı. Cezaevine, Urfa’dan, Siverek’ten bizlerden çok yaşlı insanlar geliyordu. Urfa’dan, Siverek’ten gelen, bizlerden çok yaşlı olan bu insanlar, koğuşa gelince Kemal Pir’in elini öpmeye çalışıyorlardı, bazen de elini öpüyorlardı. Bu çok garibime gittiği için bir gün bunu Kemal Pir’e sordum. “Kemal, dikkat ediyorum 35 – 40 yaşında insanlar gelip senin elini öpüyor, ne yapıyorsunuz böyle, halkın üzerinde feodal bir otorite mi kurmaya çalışıyorsunuz” dedim. Kemal düşündü, “Rıza bunları senin yanında yaşayınca, eriyip akıyorum ama ne yaparsın ki Kürt kültürü böyle; ağa ya da şıh ölünce, yerine genç biri de geçse, ondan çok çok yaşlılar gelip onun eline, dizine niyaz ediyorlar. Bak dedi, bugün gelip elimi öpen o adama var ya, o adama elimi öptürmeseydim eğer, o adam, Kemal beni değerli bulmadığı için, elini bile öptürmedi diye düşünüp mutsuz olacaktı” dedi. Galiba bu biraz da işinize geliyor dedim; düşündü, “şimdilik bize bir zararı yok” dedi.
**
Koğuşa geldiğimden ne kadar bir zaman geçmişti bilmiyorum, Kemal Pir, birgün yanıma geldi, Rıza seninle konuşmamız gereken önemli bir konu var, gel de sakin bir yerde bunu konuşalım dedi. Koğuşun bahçesinde bir köşeye çekip konuştuk. Dedi ki Kemal Pir, “Rıza yârin ya da bir gün bizi buradan Urfa’ya ya da Diyarbakır’a götürecekler, sana bir tembihim, senden bir isteğim var” dedi. “Bu cezaevi daha yeni, ilerde devlet içinize ajanlar falan sokup sizi birbirinize düşürür. Bunun için bütün bir siyası koğuşu, mahkûmlar sendikası gibi bir örgütlenme çatısı altında örgütlemek gerekir. Bir sendikayı düşün, nasıl fabrikada çalışan bütün işçiler, fabrikada örgütlü olan sendikanın üyesi oluyorlarsa, sizde mahkûmlar sendikası gibi örgütleyeceğiniz komiteye, devletinin siyası suçlu görüp cezaevine attığı herkesi üye edin. Şu görüşten, bu yapıdan diye hiçbir ayrım yapmayın, devletin siyasi suçlu diye buraya attığı herkesi siyası koğuş komitesinin içine alın. Biz gittikten sonra, bizim arkadaşlarımız içinde, bu konuda siyasi koğuşa öncülük edecek, bu konuda inisiyatif alacak yetkin bir arkadaşımız kalmıyor ama arkadaşlarımız çok yiğit insanlardır, ben konuştum, sıkı sıkıya tembih ettim, senin öl dediğin yerde ölecekler, öldür dediğin yerde öldürecekler, yalnız ki sen bir adım at, inisiyatif koy” dedi. Bu konuşmamızdan sonra, birkaç gün sürmedi Kemal Pir gili, başka bir cezaevine sevk ettiler.
Kemal Pir, üzerime böyle bir sorumluluk yükleyip gittikten hemen sonra gidip, bunu, Devrimci yolun sorumlusu olan, o zaman orada Ali Yavuz diye tanınan Veli Eskili ile konuştum. Sonra bu konuyu İsmail Şahin’le Haldun Çelik’le de beraberce konuşup bunun doğru bir adım olacağına karar verdik. Veli Eskiliden şunu istedim, ben bu işi yapacaksam, benim eskiden buyana ilişkim olan Adem Kütük gibi arkadaşlardan, yardım isteyip, onlara emir vermeme izin vereceksin dedim; Ali Yavuz da gülerek, “tamam komutan dedi, eski yetkilerine sahipsin”.
Bunun üzerine, bütün siyası gurupların temsilcilerini bir toplantıya çağırıp, durumu izah edip konuştum. Siyası koğuşu yönetip, cezaevi idaresi karşısında siyası koğuşu temsil edecek bir komite kurduk. İlk etapta komitede dört kişi vardık; PKK’den bir kişi, Devrimci Yoldan Yusuf Cin, bağımsızlardan Zekeriya Turan Bayburt, birde ben. Önce, bizi temsilen, cezaevi idaresiyle görüşmeye, Zekeriya Turan Bayburt’u gönderdik. Zekeriya cezaevi idaresi ile bir defa görüşmeye gidip geldikten sonra bu işi yapamayacağını söyleyip çekildi; o zaman bu işi benim yapmama karar verdik.
Hayatımda ilk defa böyle diplomatik bir iş için, siyası tutukluları temsilen, devletin temsilcili bir komutanın karşısına çakacaktım. O zamanlar, Askeri cezaevinin müdürü, Halil Dayıoğlu adında bir binbaşıydı. Halil Dayıoğlu, Kıbrıs çıkartması sırasında, esir alınan kişileri tutuklu olarak getirildiğinde de askeri hapishanenin cezaevi müdürlüğünü yapmış bir kişiydi. Kapıdaki nöbetçilere, siyası tutukluların seçtiği komite başkanı olarak, komutanla görüşmek istediğimi söyledim, beni askerlerin nezaretinde müdüriyete götürdüler. Askeri cezaevi müdürlüğüne girdim, geniş bir odanın içinde, büyükçe bir masanın arkasında, cezaevi müdürüm Binbaşı Halil Dayıoğlu son derece görkemli bir şekilde oturuyordu.
Komutan merhaba, ben siyası tutukluları temsilen, hem sizinle tanışmak hem de sorunlarımızı arz etmek için, arkadaşım Yusuf Cin ile beraber makamınıza geldim, adım Ali Rıza Aydın, bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum dedim. Neymiş bu sorunlarınız, söyle bakalım dedi. Oradaki sandalyeleri göstererek, izin verirseniz oturabilir miyim dedim. Siz burada esirsiniz, bende devleti temsil ediyorum, ne söylemek istiyorsan, ayakta söyle dedi. Komutanım biz esir olmuş olabiliriz ama her şeyden evvel insanız, ayrıca sizin gibi saygın Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları olan insanların çocuklarıyız, bizi insan olarak kabul edip, boşta duran sandalyelere oturun demezseniz, görüşemeyiz ki dedim. Biraz düşündü, oturun bakalım dedi. Sandalyelere oturduk. Oturunca, komutanım biz buraya, sizinle tanışmak için geldik, sorunlarımız oldukça bunları gelip size arz edeceğiz, misafire çay ikram etmek Türk halkının bir geleneğidir, birde çayınızı içip gideceğiz dedim. Zile bastı, kapıdaki asker, içeri girip, serçe topuk çakarak emredersiniz komutanım dedi, Halil Dayıoğlu bize çay söyledi, çayımızı içip, teşekkürlerimizi bildirerek, izin isteyip çıktık. Böylece siyası koğuşun temsilcisi olduğumuzu, deklere etmiş olduk.
Birkaç gün sora da, Halil Dayıoğlu, siyası tutukluların temsilcileri olarak bizi makamına çağırdı. Dedi ki, arkadaşlarınıza tembih edin, kaçmaya, buradaki huzuru bozmaya yeltenen olursa, hepinize karşı tavrım çok sert olur bunu bilesiniz dedi. Halil Dayıoğluna dedim ki, komutanım size karşı hem açık hem de çok dürüst olacağım, siz de söylüyorsunuz, biz burada esiriz, biz buraya gönüllü gelmedik, bundan dolayı da fırsatını bulursak kaçarız, bu konuda sorumluluk kabul etmem, biz kaçmaya çalışcağız, sizde buna engel olmaya çalışacaksınız; durum bu dedim.
Komitemizin hem koğuş içinde arkadaşlarımız nezdinde, hem de idare karşısında saygınlığımız artmıştı. İlginç şeylerle karşılaşıyordum. Örneğin birgün Özgür adında çok genç bir çocuk vardı, Ali Rıza abi Hasan amca beni tokatladı, şikâyetçiyim diye bana geldi, onunla konuşurum deyip gönderdim. Özgür’ün şikâyetçi olduğu Hasan amca, bir hayli yaşlı, Narlıca mahallesinde faşistler ile kavga edip onları yaralamaktan gelmiş, kabadayı tavırları olan biriydi. Hasan amcanın yanına varıp, “Hasan abi, Özgür senden şikayetçi oldu, çocuğu tokatlamışın, çocuğun yaşındaki birini dövmek sana yakışıyor mu dedim. Hasan amca, o kendine has, kabadayı tavrıyla, bak dedi “Rıza kardeş, bilirsin seni severim, ben buraya faşistlerle kavga edip onları yaralamaktan, geldim, o Özgür denen çocuk, boyuna posuna bakmadan bana faşist dedi, bende ona bir-iki şaplak attım, şimdi sana biri faşist dese sen ne yaparsın Rıza gardaş” dedi. Yahu Hasan abi” dedim, özgür “sana niye faşist desin, hiç öyle şey olur mu?” dedim. “İnanmıyorsan çağır sor gardaş” dedi. Oradan geçen bir arkadaşa dedim ki nerdeyse bul Özgür buraya gelsin dedim. Özgür geldi. Özgür gelince Özgür’e dedim ki, sen Hasan amcaya faşist demişin öyle mi, niye böyle dedin dedim. Özgür de dedi ki, “Rıza abi, ben hasan amcaya faşist demedim anti -faşist dedim” dedi. Bunu duyunca, Hasan amca yine dellendi, bak dedi Rıza gardaş bak, bu çocuk yine şaplağı yiyecek, ulan antisine goyum, faşist faşisttir, bana faşist dersen şaplağı yersin; ulan ben buraya faşistleri dövmekten gelmişim, bacak kadar çocuk gelip bana faşist diyecek olmaz böyle şey” dedi. Baktım ki durum ciddi, Özgüre kızdım, bir daha Hasan amcanla konuşurken, dikkatli ol, şimdi git, ben seninle konuşurum dedim.
**
Biz siyasi koğuşun komitesi olarak, siyası kısıma yeni gelen herkesle, konuşup onu uygun bir yere yerleştirmeye başladık. Bir gün Antep’te tutuklanan, Emeğin Birliği gurubundanız diyen, iki arkadaş gelmişti, birinin adı Bayramdı, “onlar, Rıza arkadaş seninle yalnız görüşmemiz gereken bir husus var” dediler. Peki dedim. Onlarla komite başkanı olarak yalnız görüşmeye başladık. Bana dediler ki, biz Emeğin Birliği gurubundanız derken doğru söylemedik, biz aslında Tekoşinciyiz. PKK’liler, bizi nerde yakalasa, orada öldürüyorlar, öğrenirlerse burada da bizi öldürürler, can güvenliğimiz tehlikede, bizi koruyun, bunu sana özel olarak söylemek istedik” dediler. Ulaaa! Hayatımda ilk defa, böylesi ilginç bir sorunla karşılaşıyordum. Bayram’a dedim ki, siz Kurtuluşçulardan (KSD), ayrılmıştınız. Kurtuluşçuların kaldığı koğuş, PKK’lilerin koğuşuna uzak, Emeğin Birlikçileri de onlarla aynı koğuşta kalıyorlar, sizi onların koğuşa vereyim, Kurtuluşçularla da durumu özel olarak konuşalım, onlarda tamam dediler.
Bu amaçla Kurtuluşçuların kaldığı koğuşa gidince, Celal Ortak’ı daha yakından tanımaya başladım. Koğuşa vardığımızda, onlar bağdaş kurup oturmuşlar, Celal Ortak keyifle bir şeyler anlatıyordu. Bizim geldiğimizi görünce, bizi de muhabbete buyur ettiler, onların sohbetlerine katıldık.
Celal Ortak Kadirlide Ülkü Ocaklarına gidip gelen bir militanmış. Ülkü Ocaklarında ki bir sohbet sırasında demiş ki, “ula gardaşım, Deniz Gezmiş komünisti Moministi ama adam harbiden delikanlı bir adamdı, adamda mangal gibi yürek vardı” demiş. Bu Kadirlinin ülkücü camiasında “Celal Ortak, Deniz Gezmişi övüyormuş, komünist olacakmış” diye şağşağlanmış. Bunun üzerine, Celal Ortak, bir yerde, halkın içinde konuşurken, Ülkü ocakları başkanı gelip, “Ula Celal Ortak, sen ocakta Deniz Gezmişi mi övmüşsün öyle mi” demiş. Celal Ortak’ta, “Heee ulan, Deniz Gezmiş’i övdüm, nideceğin, ne olmuş yani” demiş. Ülkü Ocakları başkanı da, “Öyleyse bundan sonra ayağını denk al, git komünist olda göreyim” demiş. Celal Ortak’ta, buna kızıp, o kızgınlıkla “Ulan hadi bende komünist oluyorum, elinden gelenin birini ardına koyma, ne yapacaksan yap” demiş. Eee delikanlılık bu işte, delikanlının ağzından söz bir defa çıkar.
Celal Ortak, “ula gardaşım komünist oluyorum dedim, dedim ama nasıl komünist olacağım, nasıl komünist olunur bilmiyorum. Bizim mahallede, Komünist Mustafa namıyla anılan bir bakkal vardı. Ona gidip, durumu anlattım, ula gardaş ben komünist olmaya karar verdim, ban kitap ver” dedim. Bizim bakkal Mustafa’nın gömülü kitapları varmış, gidip onları çıkardık, onları okuyarak komünist olmaya başladım. Gördüm ki, benim bir sözle, ayrılıyorum ulan, deyip Devrimci yoldan ayrıldığım gibi, o da bir sözle komünist olmuştu. Celal Ortak ile konuşmak için sık sık onların koğuşa gidip gelmeye başladığım sırlarda, birde duyduk, yerel basından okuduk ki, Sümer Evleri mahallesinde, bir bildiri dağıtma yüzünden çıkan tartışmada, bir sol gurup, Devrimci Yolcuların oturduğu kahveyi taramış, üç dört kişi yaralanmış.
Bu haberin aslını, astarını öğrenmek için, hastaneye yazılıp hastaneye gittim. Askerler bizi Numune hastanesine getirdiler. Oradaki arkadaşlardan durumu öğrendim, o tartışmalara neden olan bildiriyi getirdiler, bildiriyi de alıp, hapishaneye geldim.
**
Cezaevinde bildiriyi inceledik. Bu bildirinin, Adana’yı iyi bilmeyen birileri tarafından yazıldığı belliydi. Bir defa bu bildiri, düzeni, ya da kapitalist sistemi değil, temel olarak Adana Devrimci Yol hareketini kötülemeyi amaç edinmişti, Devrimci yolcuların, Adana Kulübünü işlettiklerini, mutfak tüpü ile yağ stoklayıp, bunların karaborsacılığını yaptıklarını vs iddia ediyordu. Bu bildirinin dağıtılması, bütün Adana’da gerginliğe yol açmış.
Sonradan öğrendiğime göre, Sümer Evleri mahallesindeki kahveye bu bildiriyi dağıtmaya geldiklerinde, kahvedeki Devrimci yolcular, bu bildiriyi burada dağıtmamalarını söylemişler, bunlar konuşulurken, kahvede oturan, Deli Mustafa diye birinin, bildiriyi dağıtanlara vurmasıyla kavga çıkmış, bildiriyi dağıtanlar, kahveden ayrıldıktan bir müddet sonra gelip kahvede oturan üç dört kişiyi yaralamışlar. Burada başlayan kıvılcım, silahlı çatışmalar şekline dönüşerek, bütün Adana sathındaki taraftarlara yayılmış, sonuç olarak, içlerinde Cemal Altunbulduk’un da olduğu dört devrimci insanın ölmesine yol açmıştı. İki gurup arasındaki çatışmada ölen dört arkadaştan ikisini, Küçük Arif dediğimiz Arif ile Cemal Altunbulduk’u hem çok iyi tanırdım hem de, ikisini de çok severdim. Bizim ilk dönemlerde, sanat okulların Arif adında iki arkadaşımız vardı. Küçük Arif diye sevdiğimiz bu arkadaşım, sonra DK’lı olmuştu ama ikimizde birbirimizi çok severdik. Bu ölen arkadaşlara ne zaman aklıma gelse içim acır, bundan dolayı, bu konuyu bu kadar yazmakla yetineceğim.
Kurt katırın kıymetini bilmez derler, Cemal Altunbulduk, 05 Ağustos 1979’da SSK bahçesinde vurulduğunda, Adana’nın başka bir bölgesinde, faşistlerin yaraladığı işçilere kan bulmak için SSK hastanesine gelmiş, orada görüp vurmuşlar. Bence Cemal Altunbulduk’un öldürülmesi, bizim ruh dünyamız açısından bir dönüm noktasıdır.
Mehmet Turhan abi, Cemal Altunbulduk’la, 1978’den sonra Adana Çukobirlik fabrikasının sendikal çalışmalarında bulunmuştu. Bunu Mehmet Turhan abiye sordum. Mehmet Turhan abi, Cemal tam bir halk önderiydi, onu Rafet gil bunun için Çukobirliğe işe koymuşlardı dedi. Mehmet Turhan abi, Cemal öldürüldüğü sıralarda, Hasan Burgaç SSK Hastanesinde Devrimci Sağlık İş sendikasını örgütlüyordu, Cemal ile bende Hasan Burgaç’a yardım ediyorduk dedi. Cemal Altunbulduk, halkla kolayca kaynaşıp, bağlar kurduğu için, birçok mahalle çalışmasında ondan yardım istemişizdir.
Mehmet Turhan abi diyor ki, Cemal öldürülünce, Cemal gile gidip babası Hasan’la görüşmek istedim. Hasan beni tanırdı, kapıyı çaldım, kapıyı açınca, “gardaş biraz konuşalım diye geldim” dedim, Hasan durgunlaştı, biraz düşündü, “kusura kalma, bizi halimize bırakın” dedi, bizimle konuşmak istemedi diyor.
Hayatımda hiç unutamadığım bir andır, Cemal Altunbulduk, öldürülünce, Cemal abinin amcasının kızı Meryem abla, mahalleden bir iki kadınla görüşe geldiler. Bana dediler ki, “Rıza çocuklarımıza sebep olup, içine soktuğun başımıza gelen bu bela nedir, ne oldu, ne oluyor anlayamıyoruz, şimdi biz kime düşman diyeceğiz, şaşırdık kaldık” dediler. Hayatımda cevabını veremediğim tek soru budur.
**
12 Eylül sürecini anlatan, şöyle bir filmini çekmek isterim hep. Orhan Kemal’in “Arkadaş Islıkları” romanında olduğu gibi, ıslıklarla birbirleri ile haberleşerek anlaşan, Adana’nın külhanbeylerinden etkilenmiş birbirine ölesiye tutkun altı arkadaş sosyalist olup, sol bir örgüte girerler. Sonra bu sol örgütlerde, yukarda ayrılıklar çıkar, bunlarda birbirlerinden ayrılırlar. Sonra bu sol örgütler arasında bir iç çatışma dönemi başlar, bu mahallenin çocukları birbirlerini öldürürler. 12 Eylül gelip bu gidişata son verince, bu gençlerin ailesi buna ses çıkarmazlar.
Hem Camal Altunbulduk’u, hem de Camal Altunbulduk’un öldürülmesini, yaşanılan bu tarihsel süreçleri iyice bilince çıkarmadan anlayamayız, bunun için konuyu böyle anlata bildim.
Saygılarımla.
Rıza Aydın. 18 Eylül 2016 Kaymak köyü.
** **
CEMAL ALTUNBULDUK
KISA ÖZ GEÇMİŞİ. 1954 – 05 Ağustos 1979
Cemal Altunbulduk 1954 yılında Şarkışla’nın Kılıççı Köyünde dünyaya gelmiş.
Şarkışla’nın Alevi köyleri, kış düşüp, kar kapıyı sarınca, ev ekonomisine biraz katkı sağlamak için, Adana’ya gidip, orada göçmen işçi olarak çalışırlar. Orhan Kemal’in, “Bereketli Topraklar üzerinde” adlı romanı, Sivas’tan bereketli topraklara gelen bu göçmen işçilerin hayatını anlatır. O romanı okuduğunuzda, bu yöre insanlarının yaşantısı hakkında çok şey öğrenirsiniz.
Cemal Altunbulak’ın babası Hasan amca da, bütün bu yöre insanlarının yaptığı gibi kışları Adana’ya çalışmaya giderdi.
Adana’ya gelen bu göçmen işçiler, sabah erkenden, Adana’da “Hergele meydanı” denen meydana toplanırlar, işçi arayanlarda gelir oradan bu ameleleri işini yaptırmaya götürür. Bu insanlar daha çok, inşaat işlerinde, bağ bahçe işlerinde çalıştırılırlar. Bu iş ilişkileri içinde, tanıdıkları Adanalıların yardımıyla, devamlı çalışacakları bir iş bulmaya da çaba sarf ederlerdi.
Cemal Atunbulduk’un babası Hasan amca da Adana’ya bir gelişinde, işini yaptığı bir adamın yardımıyla Güney Sanayi Fabrikasında işe girer. Bu sürekli işinden dolayı da, eşini çocuklarını yanına alarak, Kılıççıdan göçüp, ailecek Adana’ya yerleşirler.
İşte bu yüzden Cemal Altunbulduk, ilkokula Kılıççı Köyünde başlayıp, ailesi Adana’ya göçürdüğü için, Adana Tatbikat ilkokulunda bitirir.
Cemal Altunbulduk’un babası, onu okutamayacağını düşündüğü için, ilkokuldan sonra onu bir ustanın yanına çırak olarak verir.
Cemal elinden her iş gelen bir adam olduğu için, Adana’da birçok yerde çalışır. O dönemde İskenderun’da Demirçelik Fabrikası yapılmaktadır, Cemal Altunbulduk da, İskenderun Demir Çelik fabrikasının inşaatında taşeronluk yapan bir akrabasının yanında elektrik tekniksiyen olarak işe başlar. Bu dönemde İskenderun Demir Çelik Fabrikasının inşaat işçilerini sendikalaştırmaya çalışan İsme Demir ile tanışır. Bence Cemal Altunbulduk’un hayatında İsmet Demir ile tanışması önemli bir dönemeçtir. İsmet Demir’in öncülüğünde yapılan grev başarısız olunca, Cemal Altunbulduk askere gider, 1976’da askerden gelir.
Cemal Altunbulduk, askerden gelince bir dönem, Alevilerin partisi konumunda ki Türkiye Birlik Partisine (TBP) üyesi olur.
O dönem, Cemal Altunbulduk’un kardeşi Yusuf, Devrimci Gençlik – Devrimci Yol taraftarı olan bir lise öğrencisidir. Yusuf 1977 Nisanında faşistler tarafından bıçaklanınca, Cemal, kardeşi Yusuf’un Devrimci Yolcu arkadaşları ile temasa geçer, onlarla yakınlık kurarak, bu süre içinde Devrimci Yol saflarına geçer. Bu dönemden sonra Cemal Altunbulduk’un Devrimci Yol hareketi içindeki efsanevi hayatı başlar. O işçilikten gelmiş, bir halk öncüsü olarak, Devrimci Yol hareketinin hem mahalle hem de işçi örgütlenmesi içinde aktif görevler alır. Cemal Altunbulduk’un Adana Halk Evi yönetimine girip onunla özdeşleşmesi, onun Adana’daki popülaritesini daha da artırır, onu Adana sol camiası içinde çok popüler bir sima olmasını sağlar. Böylece Cemal Adana’da kamuoyunda Devrimci Yol hareketi denince ilk akla gelen, onunla özdeşleşmiş bir adam olup çıkar.
Sol içi çatışmaların yaşandığı bir dönemde, 5 Ağustos 1979 tarihinde, Cemal Altunbulduk, Faşistlerin yaraladığı işçilere kan getirme telaşı içindeyken, onu SSK Hastanesinin bahçesinin içinde gafilce yakalayan, sol bir gurup tarafından öldürülür. Böylesi durumlar için bizim yörede, “kurt katırın kıymetini bilmez” derler.
1 Yazılmayıp sonra silinecek dip not: Bu Uğur arkadaş, 1993’de Madımak Otelinde yangında can veren Uğur Kaynardır. Bu dipnot sonra silinecek, genele yazılmayacak.
2 Beni eleştirmek için Facebook denilen yerde bu konu yazıldığı için bunu belirtmek istedim

Hiç yorum yok: