22 Ağustos 2017 Salı

6-7 Eylül Dersi: Muktedirlerin Siyasi İki Kampının Müşterek Eylemi



Ferhan Umruk

6-7 Eylül 1955 Türkiye siyasi tarihinin utanç sayfalarından biri olarak yazıldı ve halen de toplumsal olarak yüzleşilmemiş bir vak’a olarak yerinde duruyor.
Kıbrıs’ta süregiden gelişmelere bağlı olarak hükümet güdümlü basın tarafından yapılan kışkırtıcı yayınlarla yaygınlaştırılan şovenist ruh hali 6-7 Eylül’de T.C. vatandaşı Rum halkını hedef aldı.
6-7-eylc3bcl
Bu hazırlığa paralel olarak, daha sonra General Sabri Yirmibeşoğlu ‘Merdi kıpti şecaat arz ederken, sirkatin söyler’ vecizesinde olduğu gibi, Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalanıp, İstanbul ve İzmir’de Rum ve bütün gayrımüslimlerin ibadethanelerinin ev ve işyerlerinin yağma edilip, onları Türkiye’yi terk etmeye zorlayan bu operasyonun Özel Harp Dairesinin mükemmel bir işi olduğunu böbürlenerek söyledi.




6-7 Eylül pogromu Türkiye’nin siyasi gelişimini anlayabilmek bakımından prototip bir hadisedir. İktidarda olan, Prens Sabahattin’in Hürriyet ve İtilaf Partisi damarını temsil eden Demokrat partiyse, operasyonu düzenleyende, İttihat Terakki’nin döl yatağı ordudur. Bir başka deyişle muktedirlerin rakip iki ana damarı olan laik-ulusalcı kamp ile muhafazakar-islamcı kamp ‘Gavura’ karşı elbirliği ile bu kirli operasyonu düzenlemişlerdir.

Mesele, dönemin partileri İktidarda olan Demokrat Parti ve muhalefette olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin devlet partisi olmalarıdır. CHP, 1934 Trakya’da Yahudilere karşı yapılan pogromun, 1942’de varlık vergisi aracıyla gayrımüslim vatandaşları nazi kampları benzeri Aşkale’ye çalışma kamplarına göndermenin sorumlusuysa, DP’de 6-7 Eylül vandalizminin sorumlusudur.
Muktedirlerin bu iki ana siyasi akımı Sünni-Türk kimliği dışındaki tüm farklı kimlikleri Türkleştirme, sürgün ya da katliamlarla yok etme politikasında ortak hareket etmişlerdir.
Bu ortaklığın temel politikası sermayenin Türkleştirilmesi ve farklılıkların asimile edilip nüfusun homojenleştirilmesidir.
6-7 Eylül muktedirlerin rakip siyasi akımlarının niteliksel özelliklerini göstermesi bakımından önemli olmasına , bundan ötürü de, sisteme muhalif olanların ders çıkarabilme fırsatı yaratmasına karşın, bunun yeterince yerine getirildiği söylenemez. Bu bakımdan alt sınıfların ve farklı kimliklerinden dolayı ötekileştirilenlerin bu doğrultuda bir tarih bilinciyle yeterince mücehhez olmadıklarından yanılgılara sürüklenmeleri kaçınılmaz oluyor.
Örneğin Demokrat Parti’nin kuruluşuyla birlikte dönemin sosyalistleri , DP’nin demokrasiyi geliştireceğine dair beklenti içine girdiler. Bir kaç örnek vermek gerekirse, Mehmet Ali Aybar 1946 seçimlerinde DP’den Bağımsız Bursa adayı oldu. Hikmet Kıvılcımlı Demokrat Parti’yi destekler bir tutum geliştirdi. Sonuç DP iktidarında 1951 TKP tevkifatıyla komünist hareketin felç olması, 1954’te de Hikmet Kıvılcımlı’nın kurduğu Vatan Partisi’ni kapatılmasıdır.
Tarih bilincinden söz ettik ama yakın tarih ve bugün,tarih bilincini taşıması gereken sosyalist harekette böylesi yanılgıların tekerrür etmesine engel olmuyor. AKP’nin demokrasi motoru olacağına dair beklentiler kimi sosyalistlerde zuhur edebiliyor. Hatta reel kitlesel bir hareket olmanın niteliksel özelliğine sahip Kürt hareketi, AKP ile çözüm sürecinin sekteye uğramaması için Cemil Bayık’ın daha sonra yaptığı özeleştiriyle de su yüzüne çıktığı gibi Gezi direnişiyle gerçek demokratik dinamiği ortaya çıkan hareketten uzak durabiliyor.
Şimdi en iyisi sözü, zamanın ruhunun tesiriyle, aydınlar tarafından muteber addedilmeyen ancak görüleceği gibi hakikati tüm çıplaklığıyla serdeden biraz uzun bir alıntıyla Lenin’e bırakalım: “ en muhafazakâr bir yazarın, “bakanları atayan” adamın tanıklığına başvurabilirim; Prens Meşçerski’nin sözünü ediyorum. Grajdanin adlı dergisinde sözlerini aktardığı “Kievli bir Rus”, bakın ne diyor:
“İçinde yaşadığımız ortam bizi boğmaktadır: nereye gidilirse gidilsin, işittiğimiz, suikastçı fısıldaşmalarıdır, her yerde kana susamışlık, her yerde muhbirliğin pis kokusu, her yerde nefret, her yerde yakınmalar, her yerde iniltiler…”[22*]
Rusya’da ciğerlere çekilen siyasal hava. Böyle bir hava içinde, hukuktan, hukuk devletinden, anayasadan ve başka liberal safdilliklerden sözetmek, bunların hayalini kurmak gülünçtür; ya da daha doğrusu, eğer bir facia olmasaydı gülünç olurdu!
Ülkemizde yaşayan herkes, fazla bilinçli ve dikkatli olmasa da, bu durumun acısını her geçen gün çekmektedir. Ama herkeste bu pogrom havasının anlamını takdir edecek yüreklilik olamaz. Bu hava bizim ülkemizde niçin hüküm sürmektedir? Nasil hüküm sürebiliyor? Hüküm sürebiliyor, çünkü, ülkemiz gerçekte, ustaca gizlenemeyen bir iç savaş durumundadır. Bu gerçeği kabul etmek, bazıları için hiç de hoş olmayan bir şeydir, bazıları da gerçeğin üzerine perde örtmek çabasındadırlar. Libarellerimiz -kadetlerimiz gibi ilericiler-, bu örtüyü, sözde “anayasacı” teori paçavralarıyla imal etmekten özel bir zevk duyarlar. Ama ben o görüşteyim ki, halkın temsilcileri için Devlet Dumasının kürsüsünden “yüksek perdeden yalanlar” va’zetmek kadar tiksindirici (sayfa 131) ve canice bir davranış olamaz.
Hükümetin, Yahudilere ve öteki “ayrı ırktan olanlara” -hükümetin kullandığı bu terimi hoşgörünüz- karşı siyasetinin, gerçeğe cepheden baktığımızda ve ülkenin kötü kamufle edilmiş bir iç savaşın sahnesi olduğu yadsınamaz gerçeğini teslim ettiğimizde, bütünüyle anlaşılır, doğal ve kaçınılmaz bir siyaset olduğu görülecektir. Hükümet, ülkeyi yönetmiyor, savaşıyor.” *
5 Eylül 2013
*Ulusal Politika Üzerine 6 (19) nisan 1914 Lenin

Hiç yorum yok: