İslami Hareket ve Sosyalizm

Ahmet Doğançayır
İslami hareketin atakları, mevcut toplumu oluşturan dinsel ya da başka ideolojik yapılarla sınırlı değil gibi görülüyor. Çoğu zaman mevcut sistemin ekonomik temellerine ve eşitsizliğe yönelttiği eleştirilerine bulduğu dayanaklar, inandırıcılığı  olmasa da, İslam’ın yazılı öncüllerinden kaynaklandığı iddia ediliyor. Bu yanılsamalar,  bütün toplumsal hareketlerin ilk ortaya çıktıkları anda almak zorunda kaldıkları tutumdan kaynaklanıyor.
Eşitlik Hurafeleri
Dinler ortaya çıktıklarında eşitsizlik ve yoksulluğun ortadan kaldırılması sloganları ile yola çıkmalarına karşın, aslında mevcut üretim biçimlerinin ya da egemen sınıflar ile çatışmaya giren diğer çıkar guruplarının iktidardan daha fazla pay istemeleri sonucu gelişip güçlenebilen hareketler oldular. Güçlenip toplumsal hayatı ve iktidarı belirlemeye başladıkları dönemeçte ise Hıristiyanlık yeni toplumsal ilişkiler ve yeni sömürü biçimleri oluştururken, İslamiyet eski sömürü ilişkilerini aynen sürdürmekle kalmayıp daha da yoğunlaştırmaya girişti ve her iki din de vaat ettikleri toplumsal yapıyı ‘’öteki dünyaya’’, ‘’cennet’e’’ havale ettiler. Kuran’ın mevcut toplumsal yapıyı kökten değiştirmeyip ondan kalan kimi gelenekleri yeni dinle buluşturmasının nedeni budur. Topluluğun ekonomik yaşamı değişmişse bu maddesel olayların etkisiyle olmuştur. İslam, göçebe ekonomini şehir ekonomisine dönüştürerek, kabile hayatını ve ekonomisini çözücü rol oynamış, şehir merkezli bir toplumsal hayatı merkeze almıştır. Şehirli yaşamın en önemli gelir kaynağı olan ticaretin dinde önemli yerinin olmasının nedeni de budur. Bu yeni koşullar altında da ‘’dindarca ve ahlâklı’’ bir yaşam yeni görevleri gerektiriyordu. Bu görevler yeni ekonomik yapılara uygun olarak tanımlandılar ve tanrı ya da elçisi tarafından kutsallaştırıldılar.
Günümüzün hüküm süren bütün dinlerinin, sahtekâr hocaların, ikiyüzlü softaların at koşturdurduğu kapıyı açık bırakmasının sebebi, dinlerin mevcut dünyanın sömürü ilişkilerine, yozlaşmalarına ve dayanılmaz iki yüzlülüklerine karşı bu dünyanın ötesinde bir çözüm öneriyor olması ve kapitalizmin koşullarının sersemleştirip pasifleştirdiği geniş yoksul kitlelerin böyle bir sahte çözüme hâlâ ihtiyaç duyuyor olmalarıdır. Mevcut kapitalist ilişkilerin belirlediği, mülkiyet ve sömürü ilişkilerinin dinsel bir perde ile gizlenmesinin istikrarlı bir biçimde ve kitlelerin büyük bir bölümünü kucaklayarak yapılabilmesi her zaman mümkün olmamaktadır. Bu nedenle egemen sınıflar gelişen toplumsal olgulara ve konjonktüre bağlı olarak sık, sık yeni biçimler denemekte, yeni taktikler uygulamaktadır.
Siyasal islamın, islami toplum hayalinde, toplumsal ve sınıfsal farklılaşmanın varlığı inkar edilir, bu gerçeği dile getirmek, haram ya da komplo olarak reddedilir. Sorun, yetkililerin yolsuzluk ve adaletsizlikleri ile onların ahlâki eksikliğine bağlanır. Bunlar ikaz ve nasihat ile giderilebilecektir. Oysa dışlanan şeyler günah olarak değil, sosyolojik ve psikolojik gerçeklik olarak geri gelir. Bu geri dönüş hiç de kabileci ve köylü geçmişin kalıntılarından kaynaklanmaz, aksine kapitalist toplumdaki geleneksel ekonomik, sınıfsal ilişkilerin ve iktidar biçimlerinin yeniden oluşumudur.
Yoksulların İslam’a bağlanmaları imanla teşvik edilir. Aslında, bu bağlılık pek çok ruhu özgün dinsel değerlere yöneltebiliyorsa bu bir iman göstergesi olmaktan önce, temelde toplumsal bir olaydır ve bir sınıf olayıdır. Kapitalist toplumda her koyun kendi bacağından asılır. Kapitalizm tek başına bıraktığı insana kahramanlık kapılarını kapatıyor. Geniş aile yapılarını parçalıyor. Bir şeyleri değiştirmek istediğinde başkalarıyla birlikte hareket etmek zorunluluk haline dönüşüyor. Kapitalizm toplumda geleneksel dayanışma ağlarını dağıtıp bunun yerine devleti koymaya çalıştı. Kâr’ın maksimize edilmesi doğrultusunda, sosyal devlet anlayışından uzaklaşıldıkça, emekçiler ve yoksullar için gelecek endişesi derinleşiyor. Kapitalist devlet sosyal harcamaları kıstıkça, İslami cemaatler geleneksel dayanışma ağlarını canlandırarak özellikle yoksulların sempatisini kazanmayı bildiler. Ancak yoksullar yalnızca ruhani retoriğe dayalı dini motivasyonla harekete geçirilemezler. Her şeyden önce, onların yaşama koşullarında düzeltme sağlayabilecek perspektifler sunmak gerekecektir. Dolayısıyla din, ister harekete geçirici olsun, ister olmasın ideoloji olarak sınıflar mücadelesinin dışında bir bağlamda düşünülemez. Allaha yapılan yakarmalar, müslümanın ruhuna, ümmetin ya da ulusun geleneksel dayanışmasına yapılan çağrılar, aslında üst sınıfların çıkarlarına yönelik olan bu eylemi maskeleme işlevi görür. İslamcı hareketler dinsel motifler etrafında topladıkları kitlelere politik ve ekonomik konularda somut hedef göstermiyorlar. Çünkü, kitlelerin eşitlik ve özgürlük talepleri somut olarak dile getirildiğinde, ister istemez kapitalizm eleştirisini, dindarların sürüklendiği anti-komünizmi karşıya almayı, devletin şiddetini göğüslemeyi, egemen sınıfların  mali desteklerini geri çevirmeyi göze almayı gerekli kılacaktır. Bunu yapabileceklerini gösteren herhangi bir ipucu bulunmuyor.
İslami Hareketin Açmazları
İslam ulusal kimlik öğesi olarak yabancıya karşı mücadelelerde bayrak görevi yapmıştır. Ancak bunu dogmalara ya da imana değinmeksizin sadece ulusal kimliğe dayalı olarak basit ve sürükleyici bir slogana indirgeyerek yaptığı görülüyor. Düşmanlar, İslam ile ilişkili olarak olumlu davranışlar içinde bulunsalar bile klasik İslam deyimi olarak ‘’Allahın düşmanları ‘’ olarak görülüyorlar. İslam’ın gerçek ruhuna ilk zamanların saf İslam’ına sadık olduğunu öne sürerek ‘’Allahın düşmanı’’ olarak niteledikleri müslüman olmayan halklara karşı mücadele yürüttüklerini iddia eden İslamcı hareketler aslında dine karşı dini çıkaran hareketlerdir. Sünni İslamcı hareketler Kuzey-Güney zıtlaşmasının tümüyle dinsel bir yorumunu yapıyor. Yeni haçlılar teması emperyalizmin yerini alıyor. Üretimin kapitalist örgütlenişi üzerinde yükselen sisteme karşı olmayan Siyasi İslam’ın antiemperyalizm’i de sahtedir. Çünkü Orta Doğu’daki İslamcı sermayenin belirli kesimlerinin çıkarları dönemsel olarak çelişik görünse de son noktada uluslar arası sermayenin çıkarları ile denk düşmek ve çakışmak zorundadır. Bu yüzden anti-emperyalist söylem lafta kalmakta ve hem önlenebilir hem de geçici olmaktadır. Tam da bu özellikleri yüzünden geçmişten kalma bir dizi vebale sahiptir.
Bugün İslamcı hareketler, iktidar biçimlerini, stratejik taleplerini ve milliyetçiliklerini de, devraldıkları devletlerin çizdiği sınırlara hapsolmuş durumdadırlar. Müslüman ümmetine sahip çıkan bütün devletler, milliyetçilik ilkesini koruyorlar. İslamcılar bir siyasal açılma gördükleri her durumda, iktidar pratiği ve seçim ittifaklarıyla ulusal siyaset oyununun bir parçası haline geliyorlar. Eğer Cezayir de FIS iktidara gelseydi Tunus’a ve Fas’a karşı husumet ideolojik terimlerle yeniden yorumlanmaktan öteye gitmeyecekti. İslamcılık ne milliyetçilikleri, ne de etnik sorunları aşmayı beceremedi. Cezayir de FIS tarafından da savunulan Araplaştırma Berberilerin aleyhinde gerçekleşiyor. Afganistan da Peştunlarla Peştun olmayanlar arasında eski hesaplar varlığını sürdürüyor. Müslüman kardeşlerin farklı kolları 1990-91 körfez savaşında kendi ülkelerinin stratejik konumuna göre tavır aldılar, bugün de bu tutum geçerliliğini sürdürüyor.
İslamcılığa özgü bir siyasi model olmadığı gibi, ekonomidede alternatif bir model yoktur.  Ekonomik planda bütün burjuva kapitalist hükümetlerde görülen alternatif, İslami rejimlerde de yeniden karşımıza çıkıyor. Karaborsayla dengelenen bir ‘’devletçilik’’ ya da İslami bankalar perdesi arkasında IMF’nin reçetelerini izleyen liberal  yeni muhafazakârlık bu rejimlerin karakteristik özelliğidir.  İslam ekonomisinin Müslüman ülkelerin ekonomilerini daha eşitlikçi, daha üretken, daha yenilikçi kıldığı yolunda hiçbir kanıt yoktur. İslam dünyası devletin her kademesinde yolsuzluğun ve iş ilişkilerinde sahtekârlığın hüküm sürdüğü bir ortamda varlığını sürdürüyor. Kapitalist ekonomide tüm ekonomik ve sosyal yaşamı yöneten kapitalist üretim ilişkileridir. Ancak İslamcılar tarafından ekonomik kurum hiçbir zaman kendi sıfatıyla ifade edilmemiştir. Her şey bireysel ahlâk’a dayandırılır. Ne var ki kapitalist ekonomi, tek tek bireylerin motivasyonları ve amaçları ne olursa olsun aktörleri ve eylemlerini piyasada eriten, fakat kurumlar tarafından (devletler, borsalar, şirketler)düzenlenen mekanizmalara dayanır. Yaşananlar gösteriyor ki  ‘’ahlâk’’ yok olduğunda tersi ortaya çıkıyor. İktidarın kötüye kullanılması, vurgunculuk ve yozlaşma. İşte ‘’İslamileştirilmiş’’ Ekonomik sistemin sonuçları bunlardır.
Günümüzün bütün İslamcı hareketleri yeni bir toplum modeli öneremiyorlar. Bu hareketler, partiler ve ayrıcalıklı kayırılmış şebekeler tarafından ele geçirilmiş batı devlet modellerinin başarısızlığından dem vuruyorlar. Hiçbir zaman yaşanmamış İslami otantikliğe geri dönüş efsanesinin çevresinde seferber olup, başarılamamış modernleşmenin yarattığı toplumsal yıkımın yarattığı umutsuzluğu devşiriyorlar. Siyasal İslam, bu modernleşmenin dışladığı toplumsal kesimleri bütünleştirici bir etken olarak ortaya çıkıyor. Ama siyasi yoldan gerçekleşen bu bütünleşme yeni bir toplum modelinin taşıyıcısı değildir. İslamcı hareketler bu süreç içinde geleneksel ilişki ağlarını modernizm lehine kendileri ile birlikte dönüştürdüler. Gelenekçi İslamcılar şikâyetçi oldukları radikalizm den uzaklaştıkça ve ona cephe aldıkça devletle ve sistemle daha fazla uzlaştılar. İslami dinsel liberalizm,  İslamcı hareketi ya siyasetten uzaklaştırıyor ya da İslami referanstan  uzaklaşan siyaset sınıfının bir parçası haline dönüştürüyor.
İktidara gelen Siyasi İslam,  yukarıdan aşağıya İslamileştirme siyasetlerini sistemleştirmeyi hedefler. Parola şeriattır, ancak bu İslamileştirmenin hedefi özel hukuk ve ceza hukuku olacak, ekonomiye dokunmayacak ve eski rejimlerden miras alınan siyasal modele, esas olarak tek parti modeline kaldığı yerden devam edilecektir. Adalet ve eşit toplumsal bölüşüm hayali bunu uygulamaya koyanların ahlâklı olmaları ön koşuluna dayandırılmaktadır. Fakat İslamcı partilerin kitle hareketine dönüşümü ve iktidar deneyleri ‘’Temiz ahlâklı insanların’’ ya yozlaşmanın girdabına girdiklerini ya da ayrıcalıklı kesimler lehine dışlandıklarını göstermiştir.
İslamileşme saf müslüman uygarlığa bir geri dönüş değildir, müminin her hareketinde peygamberin ‘’ahlaki modelini’’ gerçekleştirmeye çalışacağı boş bir sahnenin kurulmasıdır. Bu boş sahnede bir araya gelinecek tek yer aile olacaktır. Aile tek keyif yeri, o da sadece erkek için. Kentsel alanlar boşluğun alanıdır. Bu alan da sadece toplum ahlakını denetleme ve dinsel ibadeti dayatma ile görevlendirilmiş din milisleri tarafından denetlenmektedir. İslamcı toplum her iki cinsiyetin, birlikte yaşama ve toplumsallaşma açısından her türlü ortak alanı reddeder. Bu da kadınların eve hapsedilmesinin uygulanmaya konulmasıyla sağlanır.
Kimi İslam’ın sol yorumunu yapmaya çalışanların öne sürdükleri gibi zenginliğin, ayrıcalıkların gerçek İslam’ı bozduğu iddia edilerek, baş kaldırıldığında (sadece ilk İslam’ın yeniden oluşturulması hedeflendiği öne sürülse)  bu yeni bir İslam’ın kurulmasıyla ilişkili olmak durumundadır. Bu da yeni ilahiyatın keşfedilmesini  ve buna aykırı şu ya da bu ibadete ve inanca ilişkin söylemin geçersizliğini ilan etmeye ve bunlara saldırmaya hazır müminlerin varlığını gerektirir. Bunların etrafında toplanacağı yeni bir ilahiyat oluşturulması gerekecektir.
Kimi mücadelelerinden yola çıkarak İslamcı hareketlerde sosyalist öğelerin var olduğunu iddia etmek hayal kurmaktır. Kapitalist sistemde üretim araçlarının sahipleri sofuluk örnekleri oluştururken, dinsel kadroların çoğunluğu İslam’ın özel mülkiyeti onayladığını ilan ederken (ki haklıdırlar)  nasıl olurda İslam’ın özel mülkiyetin kaldırılmasından, üretim araçlarının kolektifleştirilmesinden bahsetmesi ve bunu ilan etmesi beklenebilir. Siyasi İslam tarafından İslam inançlarına ve uygulamalarına açıkça bağlı olan ve itibar gören kapitalistlerin İslam düşmanı olarak ilan edilmeleri nasıl mümkün olur? Siyasal İslam günümüzde kendini ne kadar yoksulların ve anti-emperyalizmin sözcüsü gibi göstermeye çalışırsa çalışsın, sonuçta karşı olduğunu söylediği güçlerin çıkarları doğrultusunda biçimlenen ve biçimlenecek olan bir tarihsel görüntüdür ve görüntüden öte gidemeyecek, gerçek bir tarihsel güç olamayacaktır. Dinler de sonuçta tarihsel hareketi yalnızca yavaşlatabilecek olan bir etkendir, durdurabilecek bir etken değildir. Atalet ve kadercilik anlayışıyla kapitalizm içindeki egemen rüzgârlara göre ya yeni biçimler aramak zorunda kalacak ya da yeniden arka planda kalıp uzlaşma yolunu tutacaktır.
Aslında bir üst yapı kurumu olan ve mevcut toplumdaki egemen ekonomik ilişkilerin evriminin bir dönemine denk düşen bugünkü Siyasi İslamın, egemen ilişkilerdeki değişimlerin karşısında dayanma gücünün olmadığını bilmek ve egemen ilişkilerin devrimci dönüşümü için, bugün İslami hareketin tabanını oluşturan kitlelerin bu yanılsamadan kurtulması gerekiyor. İnsanların kendi tarihlerini kendilerinin yapabileceği sosyalist toplumda vahiylere, hurafelere, peygamberlere ve koruyucu tanrılara kısaca özgür irademizle onaylamadığımız toplumsal kurum ve yapılara ihtiyacımız olmayacaktır.
Sosyalistler ve İslam
Bugün sol hareketin bazı kesimleri İslami hareketin olduğu varsayılan‘’anti sistem’’ dinamiklerinde olası bir ittifak umudu görüyorlar.  Aslında sınıf mücadelesini her zaman dönemsel olarak bir sınıfsal katmana karşı başka bir sınıfsal katmanla( Örneğin ‘’işbirlikçi burjuvaziye ‘’ karşı ‘’ulusal burjuvazi ile birlikte) ittifak yaparak mücadele etmekle özdeş sanan kesimlerin tarihsel yanılgılarının bir uzantısı ve doğrusal mantıklarının bir sonucudur bu. Her ne kadar İran devriminde olduğu gibi örnekler böylesi ittifakların ölümcül tehlikeler doğurduğunu gösterse de bu çevreler aynı ham hayalin peşinden gitmeye devam ediyorlar. İslamcı hareketle ittifak umutlarının bir başka nedeni de 12 Eylül sonrasında sol hareketin bazı kesimlerinde görülen ideolojik liberalizm ve sınıf özünden kopartılarak ele alınan demokrasi anlayışlarıdır. Demokrasi herkesin sesinin gücü oranında çıktığı ve elbette bazılarının seslerini hiç duyuramadığı sözde çok sesliliğe indirgenmiş, sınıfsal dinamikler tarihsel perspektifler göz ardı edilmiş hedef olarak tazkdim ediliyor.
İslami harekete karşı doğru bir tavır geliştirmeyi önemli ölçüde sekteye uğratan bir diğer anlayışta bu harekete, dinamiklerini anlamaya çalışmaksızın uzlaşmaz, kestirmeci anlayışlarla yaklaşan sol sekter yaklaşımlardır. Ortaya çıktığından bu yana bürokratik, stalinist bir şekillenme içindeki bu akımın kendi söylemlerine harfiyen uyan kesimlerin dışında hiç kimseyle ilişki kurmaya ve politika yapmaya niyetli görünmediği göz önüne alındığında, bu tavırları kolayca anlaşılabilir. Bu akımlar bu güne kadar laiklik adına dincilik karşıtlığında sol çevreleri peşine takabilmiş olan Kemalizm’in de ekmeğine yağ sürmüştür. Tepeden inmeci ve elitist bir anlayışa dayanan bu çizginin geçmişteki bir örneğini tek parti döneminde bulabiliriz. Cumhuriyet döneminde kurulmuş sosyalist partilerin tümü Kemalizm’e, dinciliğe karşı mücadelesinde kayıtsız şartsız destek vermişti. Bu çizgi bir yanıyla Stalin’in devrimi aşamalara bölme anlayışına, diğer yanıyla kapıkulu geleneğine dayanıyordu. Oysa sosyalistlerin, resmi ideolojinin dinci akımlarla olan mücadele tarzını sahiplenmeleri marxist dünya görüşüyle çelişir. Sosyalistler politikalarında çifte standartlı olamazlar. Ne alaturka laisizmin ne de Siyasal İslam’ın müttefikliğine ihtiyaç duyarlar.  Sosyalist hareket, resmi ideolojiye bulaşmış geçmişiyle hesaplaşmaksızın bu konuda Kemalizmden daha ileri bir noktaya sıçrayamaz.
Doğru bir politik tavra ulaşabilmek için İslami hareketin temel özelliklerinin kavranması ve onun işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadele karşısında ki konumunun belirlenmesi gereklidir. Ülkede bir sosyal konsensüsün hâkim olduğu dönemlerde İslami hareket burjuva yönetimi içinde bir işlev görebilmekte ve resmi düzenle uzlaşmış olarak var olmakta, alt sınıflar arasında bir destek edinememektedir. Fakat ekonomik koşullar alt sınıflar ve gelenekçi küçük burjuva katmanlar üzerinde yıkıcı etkiler yapmaya başlayınca, bu kesimler hızla düzene karşı dönmekte fakat esas olarak özlemlerini geçmişe ve geçmişte kalan görece parlak dönemlerine yönelik olduğundan, geleneksel ekonomik ve sosyal örgütlenmeleri savunmakta ve bu yönelimde kendisini Siyasi İslam da ifade etmektedir.
Yakın tarihe bir bakış bize gösterecektir ki, İslami hareket işçi hareketinin gerilemeye başladığı, toplumsal muhalefetin sosyalist söylemle ifade edilmesinin olanaksızlaştığı bir dönemde gelişmeye başlamıştır.  Yani iki hareket arasında bir ters orantı vardır. Bu karşıtlık mücadelenin temposunun arttığı bir noktada iki hareketi yan yana duramaz hale getirecektir.
Çok değişik biçimde yönetilen dinsel çevrelerce sürdürülen ilişkiler tutarlı bir devrimci eylemi engellemektedir. Gerek Hıristiyan sosyalist hareketlerin gerekse Müslüman sosyalizmi bayrağı altında toplananların evrimi bunun böyle olduğunu göstermiştir. Bu hareketler hiçbir dinsel yenilik getirmedikleri gibi Kiliselerinin ya da ümmetlerinin tüm üyelerini tanrı karşısında kardeş olarak kabul etmeye başladıklarında, egemen ezen sınıflara karşı uzlaşmaz tutum takınamıyor, bu tavırları onların toplumda ayrıcalıklı, yarı ayrıcalıklı  kesimlerle buluşmalarına yol açıyor. Toplum içinde barış ve iyi geçinme şiarı haklar için mücadele etmemek, var olan durumu kabul etmek anlamına geliyor. Kutsal kitaplarda bunu doğrulayacak metinler bulunabilir ve gerekirse bu kutsallığı seçme olgusu kitlelere çok çekici gelen Müslüman sosyalizmi gibi modern deyimler ile sunulur.
Önümüzde Siyasi İslamcı akımlarla zorlu mücadele günleri vardır. Ancak bu akımların bugün geniş kesimler arasında yaygınlaşmalarının önüne geçmenin yolu ne devlete ihbar etmek ve ‘’laik devleti’’ göreve çağırmak, ne de sosyalist demokratlığı ispatlamak adına İslamcılar ile ittifak kurmak olabilir. Sosyalistler her şeyden önce dinci akımların hızla doldurduğu alanın, kendilerinin boşalttığı alan olduğunu fark etmeli güçlerini hızla toparlamaya çalışarak yüzlerini kitle mücadelesine dönmeli, grevlerin, öğrenci hareketlerinin ve orta sınıf rahatsızlıklarının görece belirginleşmeye başladığı bu dönemde, sınıf ve kitle taleplerini hassasiyetle izlemeli ve bu taleplerin sosyalist içerikle doldurulmasına çalışmalıdırlar. Siyasi bir harekete dönüşmüş olan dinciliğe karşı mücadele ile inanç dünyası arasındaki ayırım çizgileri açık olmak zorundadır. Din kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Ama dinsel kurumlar ve görevliler siyasal yaşamın dışında bulunmalıdır. Devlet dine hiçbir biçimde müdahale etmemeli, bu tutum dinsel kurumların mali açıdan bağımsızlığını kapsamalı ve bu kurumlara ne dayanmalı, ne de onları finanse etmelidir. Dinin kişiselliği ve devlet yönetiminden bağımsızlığı laisizm olarak ifade edilir. Ancak sosyalistler kendilerini burjuva laisizmi ile sınırlandıramazlar. Dinci idealizmin zamanla çürütülmesi ve proletarya ile tüm emekçilerin dinsel dogmalar hakkında aydınlatılmasını amaçlayan bir ateizm propagandasının yürütülmesi klasik laisizmin sınırlarını aşan bir hedeftir. İnsanların üzerindeki metafizik boyunduruğun, ekonomik boyunduruktan kurtulmadıkça, sökülüp atılmayacağını akıldan çıkararak birkaç sloganla sorunun çözüme kavuşacağını düşünmek safdillik olacaktır. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadeleleriyle aydınlanmadıkça ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin onları aydınlatmak olanaksız olacaktır. Bu durumda yapılacak şey açıktır. Dinsel dogmalara karşı mücadeleyi kapitalizmi devirmeyi amaçlayan sınıf mücadelesine bağlayarak yürümek.

Hiç yorum yok: