22 Ağustos 2017 Salı

Orta sınıflar nereye


Ahmet Doğançayır
‘’Çalışan sınıflar’’terimi geleneksel olarak yeni üretim yöntemleriyle bağlantılı olarak bir araya gelip ücretle çalışanları tanımlar. Çoğu ekonomi teorisinde bu sınıf, doğal olarak mülk sahiplerinin karşıtı olarak tanımlanmıştır. Bu durumda küçük iş sahipleri, küçük çiftçiler, dükkân sahipleri ve meslek sahipleri hangi toplumsal sınıfa girerler? O zamanlar bu iki soruya tek bir cevap veriliyordu: Sonraları ‘’orta sınıflar’’ adını alan ‘’ortada ki sınıflar’’. Ancak kavram fazlasıyla geniş kapsamlıdır, çünkü büyük işverenden küçük dükkâncıya, başarılı meslek adamından küçük bağımsız zanaatkâra kadar uzanan bir alana yayılıyor.


Böylece yavaş, yavaş ‘’orta sınıf’’ ‘’üst ve alt’’olarak bölündü, ama üst bölüm zenginleştikçe gitgide üst burjuva sınıfla iç içe geçti. Aynı şekilde işçiler ile ‘’aşağı orta sınıfa’’ait ücretliler arasında da bir ayrım yapmak zordur. Ayrıca işin yapısı değiştikçe ve eski kullanılan anlamda ‘’el işi’’olmayan yeni ücretli işler yaratıldıkça işçi sınıfı ile aşağı orta sınıf arasında da bir geçiş gözlemleniyor. Bu zorluk ve karmaşıklıklar bugünde devam etmektedir. Bununla birlikte sorulması gereken asıl soru bu sınıflandırmanın neye yaradığı, toplum içinde ne gibi amaçlara hizmet ettiğidir. Sınıflandırmanın daha netleşmesi için yeni formüller önerenler olduğu gibi buradan yola çıkarak eski sınıf tanımlamalarının ‘’modern tecrübeye’’uyabilecek şekilde düzeltilmesini savunanlar da vardır.
Sosyalist hareket uzun zaman bu sınıfların bizzat kapitalist gelişme sonucu ortadan kalkmaya mahkûm olduklarını sandı. Rekabet, işletme ve sermayelerin gittikçe temerküzü, bunların kökünü kazıyacaktı. ‘’Orta sınıflar’’ açısından bu süreç biraz farklı hesaplanandan çok daha ağır bir şekilde gelişti. Orta sınıflar elbette, kapitalist rekabet ve temerküzün ağırlığını sırtlarında duydular, yoksullaştılar ve hayatları dayanılmaz bir hal aldı. Fakat ortadan silinip yok da olmadılar. Bu sınıfları meydana getiren insanların tümü ‘’proleter durumuna’’düşmedi. Proleterleşmediler, sadece mülksüzleştiler. ‘’Modern toplumun bağımsız bir kesimi’’ olarak kalmakta direnmek istediler. Acı çektikçe can havliyle varlıklarını sürdürme davasına daha sıkı sarıldılar. Küçük sanayici, zanaatkâr ve tüccarların varlıklarını koruduklarına ve hatta sayı olarak artmaya devam ettikleri görüldü. Ama bu sanayi ve sermayenin merkezileşmesinin yavaşladığı anlamına gelmedi. Tersine büyük işletmeler bunların artmasından daha hızlı bir şekilde gelişti büyük tekellerle rekabet bunlar için giderek çekilmez bir hal aldı. Fakat buna rağmen varlıklarını sürdürebildiler. Çünkü her geçen gün bir öncekini aratsa da bağımsız üretici durumunu işçinin durumuna değişmez. Orta sınıfları genişleten bir başka etken sınıflarını terk eden proleterlerin orta sınıflara kapağı atmasıdır.
Fakat sosyalizmin ön gördüğü gelişmelere ters düşen bir faktör daha ortaya çıkacaktır. Gelişiminin belli bir aşamasından sonra, kapitalizmin bizzat kendisinin yeni türden orta sınıflar yaratmış olmasıdır. Bunların eski türden orta sınıflardan farkı ekonomik olarak bağımlı olmalarıdır. Bağımsız küçük burjuvaların aksine bu yeni gelenler iş araçlarının pek çoğunun mülkiyetine sahip değillerdir. Bunlar gerçek anlamda birer ücretli sayılmazlar. Fakat gelir kaynakları yine de aylıklardan, hizmet karşılığı alınan para ve komisyonlardan oluşur. Modern işletme şeflerinin, işlerinden bir kısmını, mühendis, desinatör, teknisyen, müessese doktoru ve avukatı ya da diğer çeşitli memurlar gibi aylıkla çalışanlara bıraktı. Öbür yanda büyük tekeller kendi pazarlarını bizzat kendileri düzenlemekte, kendilerine bağımlı bir satıcılar, acenteler, garajcılar, tamirciler vs. ordusu meydana getirmektedir. Küçük zanaatkâr ve küçük tüccarın, bağımsız çalışmaktan vazgeçip dolaylı ücretli haline gelmeyi göze almadıkça ayakta kalabilmesine imkân yoktur. Böylece küçük tüccar çok şubeli bir şirketin vekili, zanaatkâr da el emeği ile çalışan adam durumuna gelmektedir. İktisadi bakımdan tamamen bağımlı durumda olmalarına rağmen, yeni orta sınıf insanları ‘’proleter durumuna’’ düşmüş değillerdir. Bunların yaptığı iş özel uzmanlık gerektirmekte, ellerine geçen para aylık ya da ücret şeklinde ödense bile, ekonomik süreçte oynadıkları yönetici rol, bunların pek çoğunu kapitalist sınıfa yaklaştırmaktadır. Ayrıca bu sosyal kategorinin son derece geniş bir kesimi kendini hâlâ proletaryanın üstünde görmeye devam ediyor.
Siyasal alanı belirleyen orta sınıflar           
Şimdi çoğu insan kendini ‘’orta sınıf’’ ya da ‘’işçi sınıfı’’statüsüne sokuyor. Ancak belirtmemiz gerekir ki bu iki sınıf birbirinin alternatifi değildir. ‘’Ortanın’’alternatifi ‘’üst’’veya ‘’alttır’’. Çalışanın alternatifi ise serbest meslek sahibi ya da mülk sahibidir. İnsanlara çalışan sınıfa ait olup olmadıkları sorulduğunda çoğu bunu onaylar, ancak alt sınıfa ait olup olmadıkları sorulduğu zaman ‘’evet’’ diyenlerin sayısı azalır. Bununla birlikte ‘’orta’’kelimesi çalışan sınıfın ‘’aşağı’’(alt)sınıf olduğunu ima eder. Ve dolayısıyla birçok ücretli işçinin sunulan açık ya da örtük tanıma göre ‘’aşağı’’sayılmaktansa, kendilerini ‘’orta sınıf’’olarak görmek istemeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Ama aynı şekilde ‘’orta sınıf’’olarak adlandırılanlar da ‘’çalışan sınıf’’dışına konmaya kızarlar. Kişisel düzeyde aile statüsü sistemine yakınlık duyan orta sınıf toplumsal ideal olarak yukarısı belirsiz,  ancak aşağısı kesin çizgilerle belirlenmiş bir sınıf sistemi benimsemiştir. Yeni orta sınıf guruplarının itişi duyulan bu temel sınıf sisteminin toplumsal anlamı olabilmesi için her zaman daha ‘’aşağı’’bir sınıfa ihtiyaç vardır. Orta sınıfların temeldeki gerçek dışılığın ve aynı zamanda da belirsizliğinin açıklaması budur.
Süregelen geleneksel yorumlar ekonomik değil(çünkü ekonomik olarak işçi sınıfı, orta sınıf ayrımını çizmek zordur.) hayat tarzı ve davranış şekliyle ilgilidir. Birçok insan için ‘’işçi sınıfı’’terimi yoksulluğu, kötü ev şartlarını, açıkta kalmayı çağrıştırır. Oysa ‘’orta sınıf’’harcanacak parası olan, daha iyi evlerde yaşayan ve daha düzenli ve denetlenebilir hayatı olan bir ‘’sınıftır’’. ‘’İşçi sınıfı’’insanların sürekli uzaklaştığı eski tarzdır. ‘’Orta sınıf’’ise yeni, ‘’çağdaş’’tarzdır. Bu terimlerin günümüzde toplum düzeni tanımları olarak pek geçerli olmadığını söylemek kolaysa da duygu yükleri hiç azalmamıştır. Bu duygu yükleri şimdi toplumsal sistemi onaylamak için kullanılıyor. Değinilen bazı değişimler dışında bu sistem hâlâ ekonomik sınıfların varlığı üstüne oturmaktadır. Orta sınıf mensuplarının kendilerini önemli vatandaş konumuna getiren mülk ve özgürlükten söz etmeleri acınacak bir yanılsamadır. Orta sınıfa ait olduğunu düşünenlerin kaçının evi, mobilyası ya da arabası gerçekten kendisinindir? Maaşlılarla, ücretliler sonunda artık kaçamayacakları bir faiz sistemine sokulmaları anlamında burada eşittir. Çoğu artık aynı kendileri gibi faiz sürecine girmiş olan geleneksel işçi sınıfı kadar yoksundur mal, mülkten. Fark edilmeyen nokta,’’ komşularının toplumsal ihtiyaçlarından önemli kazançlar elde edebilmek için bu sürecin karmaşıklığından yararlanan bir gurup insanın varlığıdır’’. Ücretli işçi ile arasındaki farktan dolayı kendisini orta sınıfa girmiş sayan maaşlı, kendisini sürekli sömüren bu sınıfı fark edemez. Sınıf ayrımını sadece sınırlı farklılık çerçevesinde değerlendiren maaşlı, yükselmeye çalışan orta sınıfın her zaman dolayısıyla tuzağa düşürüldüğü bir üst sınıfla özdeşleşme sürecinde kendi özgürlüğünün elinden alınmasına ve hatta mülk sahibi olmayanlardan biri olarak sömürülmesine izin verir. Bu durum siyasete de açıkça yansımaktadır. Bugün mevcut muhafazakâr burjuva partileri mülk sahipleriyle, yönetenlerin partileridir. Ama bu partilerin kendilerini hâlâ endişeli biçimde ‘’orta sınıf’’ olarak adlandıran, her zaman olduğu gibi üst tabakayla özdeşleşmeye, alt tabakayı olduğu yerde tutmaya uğraşanların çoğunluğunun partileri olduğu da doğrudur.
Siyasal alanı tercihleriyle en çok etkileyen kesimler orta sınıflar. Onların istikrar istekleri, tutku ve çıkarları, hırs ve statü talepleri siyasal karar mekanizmalarının oluşmasında etkisi oluyor. Uzun vadeli kredilerle ev sahibi olanlar istikrar durumunu hakları olarak görüyor. Çocuklarına satın alınarak kazandırılacak ‘’sağlam’’bir gelecek oluşturmaya çalışan ebeveynler bu istikrar arayışını meşrulaştırıyor. NEO-liberal kapitalizm’in bireylerin ekonomik olarak herhangi bir sosyal hakkının olmadığı, kişinin kendi maddi dayanaklarını yaratmadığı sürece ayakta kalamayacağını söyleyen bir yönü var. Bunun için bireyler kendi varoluş koşullarına sahip çıkmaya (zorla veya rızayla) zorlanıyor. Çünkü orta sınıfların çalıştığı sektörlerde bireylerin feda edilemeyeceğine ilişkin bir durum söz konusu değil. Bu nedenle sistemin işleyişi ve varlığını devam ettirebilmesi sadece bireylerin kendisini koruması üzerinden değil, aynı zamanda bunu korumaya devam edebilecekleri sistemi de korumalarıyla mümkün hale gelebiliyor. Orta sınıfların düzen içindeki rolleri kapitalizm’in şiddetini arttırmasıyla ‘’muhafazakârlaşıyor’’.Bu kategori ekonomik düzeyde hem burjuvaziye hem de proletaryaya yakalaşmaktadır. Hem burjuvaziye (burjuvazi tarafından ekonomik bakımdan ezilmektedir.) hem de proleterleşme korkusu ve mülkiyetine aşırı bağlılığı yüzünden proletaryaya karşıdır. Bu durum çoğu kez şu ideolojik sonuçlar doğurmaktadır: Aşırı zenginliğe ve büyük servetlere karşı bir var olan durumun korunduğu kapitalizm. Fakat her şeyden önce var olanın korunması, çünkü mülkiyetine çok bağlıdır. Bu durum çoğu kez, eşitlikçi özlemlerle, tekellere karşı ‘’fırsat eşitliğine’’doğru geri dönme özlemleriyle birleşmektedir, bir taraftan gerçek bir rekabet özlemi, öbür taraftan seçimlerde eşitlikçilik özlemi. Bu küçük burjuvazi sistem değişmeden değişiklikler olsun ister. Böylece, burada siyasal iktidarın yapısının köklü değişimine taraftar olmaksızın, bu iktidarın ‘’paylaşılmasına katılma’’özlemi de ortaya çıkmaktadır.   
Orta sınıfların burjuvazi ve proletarya arasında konumlandığı geniş alanda burjuvaziye yakın olan kısımları için tehlike şimdilik uzakta belki ama proletaryaya yakın kesiminde tehdit kendini daha fazla hissettiriyor. Bu kesimde olanlar bu tehditten uzaklaşmaya, aşağıya düşmemeye çalışıyor. İstikrar, düzenin muhafaza edilmesi durumu burada ortaya çıkıyor. Siyasi muhafazakârlık da denilen bu durum olanı korumak için düzenin devamından yana olmakla ifade edilen kültürel ve toplumsal muhafazakârlıkla bütünleşebiliyor. Dünyada ve Türkiye de orta sınıflaşmanın etkilediği bir kültürel ortam, yaşadığı tüm kriz ve proleterleşme tehditlerine rağmen devam ediyor. Bu nedenle orta sınıfların proleterleşeceğinden yola çıkarak yükselen bir dalganın beklenmesi de çare değil. Orta sınıfların düzen ve istikrara yatkınlığı ve konumunu muhafaza etmeye yönelik konumu onu ağırlıklı olarak sağ siyasal hareketlerin popülist ve merkezci çizgileriyle uyumlu bir kulvarda buluşturur. Ancak bu durum eşyanın tabiatı gereği olan, diğer siyasi pozisyonlarla buluşmasını engelleyen bir tavır değildir. Bu kesimler belirli bir konjonktürde bütün halinde ortak bir siyasi tarza sahip olsa bile fraksiyonları arasında uyumsuzlukların ortaya çıkması da muhtemeldir. ‘’Düzenli’’sınıf savaşı koşullarında veya işçi sınıfının savunma durumu ile giden keskin siyasal bunalım koşullarında ortak siyasal tavrın geniş ölçüde egemen olduğu görülmektedir. Uyumsuzluklar özellikle devrimci konjonktürler de, işçi sınıfının saldırıya geçtiği siyasal bunalım dönemlerinde ortaya çıkacaktır.
Türkiye’nin orta sınıfları ve siyaset
Osmanlı imparatorluğunda ancak 20 Y.Y başında İttihat ve Terakki tarafından sağlanan ve ekonomik hayatın Türkleştirilmesine dayanan uygulamalar Cumhuriyet tarihi boyunca devam etmiştir. Devlet, sermaye birikimini bir yandan kontrolü altında tutarken, diğer yandan ticarette etkin olan gayri Müslim kesimlerin bu sahadaki etkilerini kırmaya çalışmıştır. Cumhuriyetin kuruluş evresi burjuvazinin devlet desteğine ihtiyaç duyduğu bir dönemi ifade eder. ‘’İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle’’ olarak tanımlanan aslında burjuvazi lehine emekçi sınıfların sesinin kesildiği, devletin uygun gördüğü koşullarda var olduğu bir toplum tasarımıdır. Eğitimli sınıfların devlet yörüngesinde kalması, avukatlar, yargıçlar, yüksek bürokrasi, devlet yöneticileri, gazeteciler, mühendisler gibi kategorilerin devletin güveneceği kesimler olarak belirlenmesi bu dönemin özelliklerindendir. Zamanla bu kesimler gerçek sınıf çatışmaları ortaya çıkmaya başladığında pozisyonlarının uğradığı erozyona çeşitli şekillerde direniş göstermeye çalışacaklardır.
DP’nin serbest piyasa koşullarını yararlanılabilir hale getirmesi, ABD den alınan yardımlar, ticaret ve ticaret burjuvazisinin güçlenmesi devlet tarafında duran bu kesimlerde statü kaybına yol açmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan ilkel sermaye birikimin devlet eliyle sağlanması projesinin bu en kavgalı döneminde orta sınıfların bir bölümü siyasal hareketliliğini arttırmıştır. Menderes hükümetinin çeşitli uygulamaları kendilerini kurucu güçler arasında sayan kesimlerin siyasi iktidara açık tavır alması ve yaklaşan darbeyi destekleyen konumda bulması beklenmedik değildi. Topluma şekil verdiğini ve bu nedenle rollerinin ve bulundukları konumlarının sorgulanamayacağını düşünen orta sınıfların bu rollerinin DP iktidarı tarafından sorgulanması DP’yi darbe karşısında orta sınıf desteğinden mahrum bırakmıştır. Bürokratik konumlarından güç alan bu orta sınıf yerini ticarete dayanan yeni orta sınıfa bırakmak istememiştir. Orta sınıfların mühendis, tüccar, doktor, büyük esnaf gibi bölümlerinin, bürokratik konumlarından güç alan kesimlere duydukları tepkiyi DP’nin yerini alan AP örgütlemiştir. ANAP dönemiyle Türkiye’nin orta sınıfları eğitimden mahrum kalmış olsalar da ‘’girişimci ruhlarıyla’’yükselme şansı olanlardı. 2002de iktidara geldiği dönemden itibaren AKP iktidarının dayandığı en önemli toplumsal gücün orta sınıflar olduğu yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. Türkiye de orta sınıfların istedikleri gibi yaşama imkânlarının daraldığı muhafazakâr taşra şehirlerinden Ankara, İstanbul gibi kentlere göç eğilimi 1970lerle birlikte hızlanmıştı. Bu iç göçün sonucu Anadolu da birçok kent eğitimli orta sınıflarını kaybetmiş, yerini o kentlerin kırsal alanlarından gelenler doldurmuş kentler giderek daha muhafazakârlaşmış bir karakter kazanmıştır. Türkiye genelinde genel bir muhafazakârlaşmanın yaşanmasının bir nedeni de orta sınıflarda yaşanan bu değişimdir. Muhafazakârlaşmanın tek nedeni AKP iktidarı ya da bu iktidara yanaşmak için muhafazakâr değerlere yönelmesi değildir. Türkiye toplumu ekonomik olarak değerlerini değiştirirken, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri etkisi azaltılmayan milliyetçiliğin etkisi altında dini cemaatlerin yükselişe geçtiği, militarist zihniyetin kabul gördüğü bir kültürel değişimi dönüşümü yaşamıştır. Sağ siyasi iktidarlar buna dayanarak kendi toplumsal tabanlarını genişletebilmişlerdir. AKP’nin orta sınıflar temelindeki ‘’başarısının’’bir kaynağı da burasıdır.
Türkiye de Orta sınıflar nereye?
Orta Sınıflar, tarihsel olarak ürkek sınıflardır. Kendilerini korumak için, ne üst sınıflar gibi devlet güçlerini etkileyebildiklerinden, ne de alt sınıflar gibi (din, etnisite, hemşerilik, geniş aile, aşiret temelinde şekillenen) kuvvetli kolektif bağları ve iç dayanışmaları olduğundan, bir tehditle karşı karşıya kaldıklarında, “sistemi protesto” (bireysel ya da kolektif eylemlerle sesini yükseltme) seçeneğinden ziyade, “sistemi terk etme” (sessizleşme, eylemsizleşme, yeraltına çekilme) seçeneğine meylederler. “Sistemi terk etme” seçeneği şartlara göre çeşitli biçimler alabilir. Bu biçimler arasında başta gelenlerini şöyle sayabiliriz: kamu alanından çıkarak kendi özel hayatına çekilme; entelektüel enerjisini politika yerine ekonomiye, bilime, kültür ve sanat faaliyetlerine yöneltme; muhafazakâr taşra şehirlerinden metropollere göç etme; kendi ülkesinden daha güvenli bir hayata sahip olacağı bir başka ülkeye göç etme. Türkiye’de orta sınıfların, istedikleri gibi yaşama imkânlarının daraldığı muhafazakâr taşra şehirlerinden Ankara, İstanbul gibi metropollere göç etme eğilimi 1970’lerle birlikte hızlanmıştır. Bu iç göçün sonucu olarak Anadolu’da birçok kent eğitimli orta sınıflarını kaybetmeye başlamıştır. Göç edenlerin yerini de o kentlerin kırsal alanlarından kimselerin doldurmasıyla, birçok Anadolu kentinin demografik dokusu değişmiş, kültürel dengesi bozulmuş, kentler gitgide daha muhafazakâr, daha yoksul, daha köylü bir karakter kazanmıştır.
Türkiye’de, orta sınıflar, daha doğrusu bu sınıfların üniversiteli gençleri, 1960’lı ve 1970’li yıllarda “protesto” seçeneğini kullandılar. Bu yıllarda devlet, biri 1971’de ve 1980’de olmak üzere, iki kez bu orta sınıf eylemliliğini darbeyle bastırdı. Bu iki darbe sonrasında, özellikle de 1980’den sonra, okumuş-yazmış kesim “protesto” seçeneğinin risklerini görerek, aktiflikten pasifliğe doğru bir geçiş yaptı. 1980’lerde Turgut Özal orta sınıfları “ekonomi”ye entegre etme yoluyla ve bir tür “ekonomizm” ideolojisi içerisinde sisteme bağlamaya çalıştı. Bu ekonomist ideoloji, girişimciliği, bireyciliği, tüketimi ön plana çıkararak, orta sınıfları siyasal davalardan ve bağlanmalardan büyük ölçüde arındırdı. Daha önemlisi ise, orta sınıfları, 1970’lerde yaklaştıkları ve Ecevitçilik bayrağı altında bir toplumsal koalisyonda bir araya geldikleri yoksul kitlelerden uzaklaştırarak, varlıklı üst sınıfların ideolojik yörüngesine soktu. Orta sınıf aydınlarının, 1960’lı ve 1970’li yıllarda alt sınıflarla kurdukları koalisyonu bırakıp, 1980’li yıllardan başlayarak üst sınıflara yanaşmaya başlamaları, sadece Türkiye’de yaşanan bir olgu olmadı.
Türk orta sınıflarının geleneksel olarak merkez sol ve merkez sağ partilere oy verdiği bilinir. Geleneksel merkez sağ partilerin oy gücü 1990’lı yıllar boyunca azaldı ve Kasım 2002 seçimlerinde dibe vurdu. Merkez sol partilerden DSP de aynı süreçte yok olurken, CHP ise ılımlı sol çizgisinden saparak sert “ulusalcı” bir çizgiye kaydı. Bu durumda, siyasi arenada orta sınıfların geleneksel bir temsilcisi kalmamış oldu. AKP’nin ise, laiklik kaygısı ve dar kadrocu tutumu nedeniyle, orta sınıfların “sol-laik” eğilimli kesiminin güvenini kazanması zor görünüyor. Geleneksel orta sınıfların bu konjonktürde bir temsil krizi yaşadığından söz edilebilir. Bu temsil krizinin kısa vadede iki sonuca yol açacağı öngörülebilir. Birincisi “protesto” seçeneği kullanmak ki Nisan ve Mayıs aylarındaki geniş katılımlı mitingler bunun bir örneğiydi. İkinci muhtemel sonuç ise “sistemi terk etme” seçeneğine meyletmek. “Terk etme” seçeneği, bugünün şartlarında, seçimlerde oy kullanmamaktan, genel bir yılgınlık ve umutsuzluğa kapılmaya, komplo teorilerinin peşine takılıp başına gelen kötülüklere sebep olduğuna inanılan hayali düşmanlar aramaktan, yurtdışına göç etme planları yapmaya dek bir dizi biçim alabilir. Devraldıkları o ‘’kuvvetli’’ye uyma, onun istediği şekle adapte olma kültürünün belirlediği söz ve davranış kalıplarını hâlâ muhafaza ediyor görünmesine rağmen bu kültürün omurgasını oluşturan Türkiye orta sınıfı, tam da bu evrede o kültürle ilişkisini kaçınılmaz olarak sorgulamak ve bir tercih yapmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.
Gezi Parkı direnişi, ezberleri bozan bir gelişme oldu. Bu türden son derece karmaşık nedenlerin bir sentezi olarak patlayan tüm tarihsel isyanlar gibi, bunu da basitçe çözümleme iddiasındaki açıklamalara fazla itibar edilmemelidir. Evet, bu olay açısından da, gelişmeleri tüm yüzeyselliği ile ele alanlar bunun bir “orta sınıf isyanı” olduğu iddiasındalar. Özellikle de egemen medya birçok görüntüye, slogan ve duvar yazılarındaki mizaha, eylem tarzının barışçıllığı gibi noktalara dayanarak bu tezi çokça işledi ve anlaşılan daha da işleyecek. Elbette, bu direniş öncekilerden önemli farklar içerdiği gibi, başı çeken kesimlerin sınıfsal yapıları itibariyle de klasik bir işçi sınıfı isyanı görüntüsü çizmemektedir. Evet, olayın önemli bir boyutu “orta sınıflarla” ilgilidir. Ancak isyanın başını çeken bu “orta sınıflar” kaybeden orta sınıflardır, yani proleterleşen orta sınıflardır. Direnişin başını çeken bu toplumsal kesimler aslında işçi sınıfına yeni dâhil olmakta olan bir toplumsal tabakanın tepkilerini yansıtmaktadırlar. Bunlar gündelik hayatta karşımızda avukatlar, doktorlar, eczacılar, mühendisler, grafikerler, tasarımcılar, bilgisayarcılar, öğretmenler, öğretim üyeleri, vb. olarak durmakla birlikte, hızla kalıcı bir ara sınıf olma özelliklerini yitirerek işçi sınıfına dâhil olmaktadırlar. Çünkü bu “orta sınıflar” neoliberal politikaların sonuçlarına bağlı olarak bir yandan mesleki olarak vasıfsızlaştırılmakta, dolayısıyla işlerine yabancılaşmaktadır. Diğer yandan ise düz ücretli emekçi kategorisine güvencesizlik koşullarında dâhil olmakta ve tarihsel refah düzeylerini kalıcı olarak yitirmektedirler. Yani bu “kaybetme” durumu sadece krize bağlı olan geçici bir durum değil, kalıcı bir sınıfsal pozisyon değişimidir. İçinden geçtiğimiz tarihsel dönemin isyan hareketlerini tetikleyen kritik olguların başında sayılmalıdır “orta sınıfların proleterleştirilmesi”.  Mısır ve Tunus’taki isyan dalgalarında başı çeken işsiz üniversite mezunu gençlerin oynadığı rol de bu tarihselliği yansıtmaktaydı, onların hemen öncesinde eğitimin metalaştırılmasına karşı 2011’de patlayan Avrupa üniversite gençliğinin protesto hareketleri de.
Bu “orta sınıf” tepkilerinin bir tarihsel dalga olarak yaşanmasının altındaki temel faktör, 1980-90’larda dünya çapında yaşanan kapitalistleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan yapay ekonomik genişlemenin bazı sektörleri hızla şişirmesiyle birlikte genişleyen “küçük burjuvaların, orta sınıfların”, 1999’dan başlayarak ama belirgin olarak 2009 küresel krizinin ardından muazzam bir “kaybedenler” kitlesine dönüşmesidir. Bu kaybeden kitleler hızla yoksullaşmakta, mülksüzleşmekte ve proleterleşmektedir.  Bu kesimler, ebeveynleri tarafından daha iyi bir refah seviyesinde yaşayacakları umudu içinde egemen tüketim kalıplarına uygun olarak yetiştirilmiş, iyi eğitimli gençlerdir. Ancak bunlar hala genellikle ebeveynlerinin maddi desteği ile günlük yaşamlarını idame ettirebilmekte, henüz proleter olduklarını kabullenmemekte, bu gidişten hızla kurtulabilmek için en kestirme tepkilere yönelebilmektedirler. Günümüz Türkiye’sinin kentli “orta sınıflarının” sola, sosyal demokrasiye ve özellikle de ulusalcılığa yönelmesinin altında bu faktörler yatmaktadır. Bunlar büyük ölçüde proleter bilinç kalıplarıyla düşünmemekte ve davranmamaktadır. Esas olarak en hızlı, en kestirme günlük tepkilerle yetinmektedirler.
Sürecin temelinde yatan bu sınıfsal nesnellikler elbette düz bir biçimde siyasal bir görünüm kazanmamaktadır. Olayın siyasal bir görünüm kazanması daha dolaylı bir hal alabilmektedir. Örneğin Türkiye’de bu genel proleterleşme sürecine yönelik tepkiler laiklik üzerinden bir tepkiye dönüşmektedir.  Zira ülkemizde neoliberal politikalar “ılımlı İslamcı AKP” eliyle uygulanmaktadır. AKP bir yandan kendi orta sınıfını yaratırken diğer yandan geleneksel “orta sınıfları”  ve genç “orta sınıf” adaylarını tasfiye ederek kaybedenlerin safına ittirmektedir. Yani AKP kadrolaşması aynı zamanda bu yükselen yeni orta sınıfın temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de “orta sınıf proleterleşmesi” oldukça özgün bir biçimde yaşanmakta, yükselen dar bir İslamcı orta sınıf kitlesine karşın, kaybeden geniş bir diğer laik orta sınıf kitlesi mevcuttur ve bunlar İslamcılık-laiklik eksenleri üzerinden kutuplaşmaktadır.
Elbette, neo liberal politikalar ekseninde yoksullaşan, güvencesizliğe mahkûm edilen ve İslamcı sosyal ağlar içinde yer almaya sıcak bakmayan ya da yer alamayan yeni işçi kitleleri sürecin öncülüğü denmese de kitleselleşmesinin temel dinamiklerinden birisidir. Ayrıca genel olarak kendilerini dışlanmış ve tehdit altında hisseden Alevilerin ve özel olarak da Suriye olayları nedeniyle Arap Alevilerinin sıcak tepkileri,  yaşanan patlamanın içindeki sınıf boyuta eklenmiş kimlik eksenli tepkiler olarak not edilmelidir. Ve tabii her siyasal topluluk içindeki kadınların bu mücadeledeki öncü rolleri ve genel olarak da kadınların kitlesel katılımları dikkat çekicidir ve baskıcı muhafazakârlaşma eğilimleri karşısında belirgin bir savunma ve özgürlük refleksidir.
Zaten tüm bu gibi sınıf ve kimlik eksenli kaygılar bir arada harmanlanarak adeta açık diktatöryal bir niteliğe bürünen rejim karşısında bir özgürlük mücadelesi olarak biçimlenmiştir. Bu özgürlük mücadelesi kendisini gerek siyasal, gerek toplumsal gerekse de ekonomik baskı altında hisseden çok geniş, çok farklı kesimlerin desteğini yanına almıştır. Kaldı ki, sorunun patladığı konu da tipiktir, kentsel dönüşüm ve rant politikalarına yönelik birikmiş tepkinin dışa vurumudur. Yani günümüz Türkiye’sindeki neoliberal politikaların motor sektörüne yöneliktir. Kısacası, sorun baştan aşağı proleter eksenli bir sınıfsal özellik taşımakta, tepkiler dincilikle iç içe geçen neoliberalizme karşıdır ve asla statik bir “orta sınıf” tepkisi olarak ele alınamaz.
Bu toplumsal patlamanın sonuçları konusunda ise süreç tamamlanmadan kapsamlı şeyler söylemek için erkendir.  Buna rağmen sonuç ne olursa olsun, belirgin olan şey, 1980 sonrasından bu yana sürmekte olan ve siyasetin sadece egemen politikalar ekseninde şekillendirilmesinin sonuna gelinmiş olmasıdır. Yani artık tek kale maç devri bitti ve yeni işçi sınıfı hareketinin yeniden oluşum seyrine bağlı olarak siyasete müdahil olacağı yeni bir düzlem başladı. İkinci olarak da egemenlerin son on yıldır elde ettikleri politik “istikrar” görüntüsünün orta vadede bir daha geri gelmemek üzere sonlanmış olmasıdır.

Hiç yorum yok: