21 Eylül 2010 Salı

30 Yıl Sonra Üçe Bölünen Bir Ülke

Yıldırım ONAT


12 Eylül 1980’de cunta, 27 Mayıs 1960’ta başlayan toplumsal
mühendisliğin en kalıcı darbesini gerçekleştirdiğinde o tarihten 30 yıl sona
ideolojik-kültürel, sınıfsal ve de coğrafi olarak üçe parçaya bölünmüş bir
ülke tablosuyla karşılaşacağını tahmin edemezdi. 1960’ta başlayan
1971’de devam edip de 1980’de doruğa çıkan bu mühendislik harekatının
temelinde sanayileşmiş laik metropol kapitalizminin güçlü hegemonyası ile bu gücü parlamentoda temsil edecek kitlesel laik merkez sağ partilerin yerleştirilmesi yatıyordu. Merkez’in içinde 1960’ta laikAdnan Menderes’in tasfiyesi geçmişi ta 1925’lere giden eski bir hesabın kapatılmasıydı. 1971’de TÜSİAD’ın yani o söz ettiğim laik metropol kapitalistler birliğinin kurulması ve bununla ordunun birlikte Merkez’i oluşturup 1980 darbesini gerçekleştirmesi mühendislik projesinin önemli kilometre taşıydı.

Kaos Yılları

1980 sonrası gözü dönmüşçesine sosyalist hareketin iğdiş edilmesi, İslami hareketlere göz yumulması zaten zorlanan bir toplumsal dokuyu bir tür kaosa soktu. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan ve varlığı yok sayılan Kürtlerin önemli bir bölümü başkaldırdı. Bu kitle cuntanın kendine reva gördüğü muameleden sonra tek çözümün silah kullanmak olduğunu düşündü. Turgut Özal’ın liderliğini yaptığı laik merkez sağ AB’ye üyelik yoluyla Kürt sorununu Batı ülkelerinde olduğu gibi siyasi yöntemlerle çözmeyi masaya getirdi. Ama Özal bu girişimleri sürdürürken 1993’te kuşkulu bir şekilde öldü. 1990’larda Merkez’in asker kanadı Ergenekon gibi çetelerle flört ederek topluma terör estirme yolunu seçerken, durumun vahim olduğunu sezen TÜSİAD hem AB’ye üyeliği hatırlatırken hem de Kürt sorunu için Bask modelini öneriyordu. Ancak kaos devam etti.

Stalinizmin Hayaleti

Sosyalist sol hem ağır baskı altına alınmış olduğu için hem de 1991 sonrası dünyada Stalinizmle tam anlamıyla hesaplaşmak istemediği için sürece müdahale edemedi. Kaosta sadece kendini iyi konsolide etmiş İslami hareket 28 Şubat müdahalesine rağmen tabanını kaybetmemeyi başardı. Zaten 1997 müdahalesi, Tayyip Erdoğan’ın hapse atılması ve 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi Merkez’in düzeni İslamcılara ve Kürt hareketine bırakmamak için Batı’ya da vaatlerde bulunarak yaşama geçirdiği operasyonlardı. TÜSİAD belki hoşnut değildi sert yöntemlerden ama sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Ama ne oldu sonra? 2001 ekonomik krizi, Öcalan’ın hapiste olmasına rağmen Kürt hareketinin dağılmaması ve Erdoğan’ın 2002’de AKP’yle siyasete görkemli dönüşü...

Cayan Generaller

Merkez ne olduğunu pek de anlamadı aslında. Ordu önce muhtıra-darbe türü eski müdahale yöntemini düşündü. Erdoğan’ın hapse gönderilmesine de karşı çıkan ABD ve AB bunu istemedi. Bunun yanı sıra eratın emirlere uymama tehlikesi, bir de Kürt coğrafyasında kontrol edilemez muhtemel gelişmeler generalleri caydırdı. Aslında AKP onlar için de yeni bir durumdu. Eskiden laik meslek sağ elitlerini rahatlıkla müdahaleyle değiştirebiliyorlardı. Sonuçta kendi sürdükleri siyasi aktörlerle MGK’yı kullanarak kuklaymışçasına oynuyorlardı. Ama şimdi patronuyla işçisiyle orta sınıfıyla kendi başına bir toplum olan bir sosyolojiyle karşılaştılar. Ordu vesayetli rejimde aradığını bulamayan dindar kitle AKP’ye yönelince TÜSİAD da köşeye sıkıştı.

Laik Merkez Sağ Sona Erdi

1980-2000 arasındaki Türkiye laik merkez sağ kitle partilerinin sahneye sürülüp sonra da ordu tarafından kah engellenerek kah kendi yetersizliklerinin sonucu olarak tasfiye oldukları bir süreçtir. Aslında Batı’ya ona ait değerleri içselleştirerek yakınlaşma dinamiği de iflas etmiştir. Zaten Alman Marshall Fonu’nun son anketi de toplumdaki bu eğilimi gözler önüne serdi. Dahası Türkiye’yi Avrupa analizinin dışında incelediler. AKP de görünürde demokratik manevralarla kendini konsolide etmeyi başardı ve merkez sağ ve hatta kurumsal MHP dışındaki seçmen tabanından önemli oylar çekmeyi bildi. Sonuçta Merkez, Trakya, Ege ve Akdeniz’e çekildi. Güneydoğu dışında kalan bölgeler de AKP hegemonyası altında kaldı. AKP bir sosyolojik harekettir ama Merkez içinde yer almıyor. Merkez içinde aile kavgaları olmuştur. Bu kavgalar bazen kurban da almıştır Menderes, Özal gibi. Ama öyle bir durum ki, ordunun kısa vadeli her başarısı aslında uzun vadede Batılı laik sosyolojinin yenilgisine basamak olduğu görülüyor. Artık sözünün geçtiği daha dar bir coğrafya vardır. AKP ile öyle laik merkez sağ partilerle olduğu gibi oynayamayacaklarını da rahatça söyleyebiliriz.

Kürt Coğrafyasında İki Parti

Kürt coğrafyasında da iki hareket yani AKP ve BDP kaldı. Bu da AKP’nin ordu tarafından ezilmesi halinde bölgede AKP’yi destekleyen kitlenin BDP’ye kayması veya en azından BDP lehine tarafsız kalması anlamına geliyor. Kaosu iyi okuyan İslamcı siyasetçiler Merkez’i büyük ölçüde bunun asker kanadının toplumda yol açtığı hayal kırıklığı ve antipati sayesinde geriletti. Bundan sonrası AKP’nin kendini daha konsolide edeceği politikalara yönelmesidir. Laik merkez sağ tabanını nasıl kendine çektiyse Kürt nüfusunun yarısı üzerinde etkisini koruyan BDP’nin tabanını da kendisine çekmeyi hedefleyecek. Zaten son dönemde özelikle BDP’ye karşı belirgin sertlikteki siyasi çizgisi bu kitleyi gerçekten saflarına çekme konusundaki iştahını ortaya koydu. Bitlis ve Bingöl’de başarılı da oldu. AKP artık Merkez’in eski tarz müdahaleleriyle durdurulamaz. Hiçbir laik merkez sağ parti bir takım muvazzaf ve emekli generallere bu kadar fazla baskı uygulayamazdı. Güçlü bir “kültür savaşçısı” olan AKP yine de etki sınırları belli bir sosyolojik harekettir. Alevilere ulaşamaz. “Hayır”ın güçlü olduğu illerde kuvvetlenemez. BDP’nin güçlü olduğu yerlerde sert direnişle karşılaşır.

Yeni Tarz-ı Siyaset

CHP bile bu muazzam basınç karşısında dönüşüm geçirmek zorunda kaldı. Şimdi laik merkez sağ sona erdiği için öncekilere benzemeyen hassas bir döneme giriliyor. Kürt hareketinin demokratik özerklik talebini resmi görüş olarak ilan etmesi, CHP'de liderliğin değişmesi, TÜSİAD’ın başında en militan demokratlardan bir kişiliğin olması, AKP’nin motivasyonu tabloyu biraz daha netleştirdi. Kürt meselesinde eylemsizlik sürecinde 9 PKK’lının öldürülmesi aslında ordunun savaşı ısıtıp bu yolla faşizan milliyetçiliği canlandırma isteğine dayanıyordu. Eğer silahlı eylemler geri gelirse bu, ordunun hareket alanını geliştirecek bir zemine yol açacak. O zaman demokratik özerklik gibi devletle pazarlığın söz konusu olacağı bir proje değil, ancak kopuşun şartlarının konuşulabileceği, epey de insan kaybının yaşanacağı bir sürecin başlaması söz konusu olur. Ancak AKP de Kürt hareketini tasfiye etmek için çok agresif davranırsa o zaman Kürt hareketi tabanını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktansa silah seçeneğine yönelir. Farklı bir tablo ancak Kürt hareketinin AKP’ye karşı laik güçlerle işbirliğine girmesi için TÜSİAD’ın ve CHP’nin BDP’yle temas kurmasıyla gerçekleşebilir. Bunun için ordunun TÜSİAD’ın razı olduğu Bask modeli tipi özerklik seçeneğine en azından sessiz kalması, CHP’nin de bu modeli kabul ederek BDP ile ittifak kurması, sosyalist solun buna destek vermesi gibi gerçekleşmesi mümkün ama kolay olmayan yeni bir tarz-ı siyaset oluşması gerekiyor. Bu olduğu takdirde Türkiye’de AKP’ninkine alternatif daha kapsamlı bir demokratikleşmenin yolu açılabileceğini düşünüyorum. En azından 1970’lerde güney Avrupa ve 1980’lerde Latin Amerika’daki demokratik dönüşümlerin Ortadoğu’da bir benzeri yaşanabilir. Bence genel siyasi ortam açısından da silahların konuşmasından önce demokrasi eksenli tek proje bu görünüyor. Fakat CHP’nin BDP’ye yaklaşması milliyetçi reaksiyonlar yüzünden bu partinin parçalanarak yeni laik merkez sağ ve de milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasına yol açarsa o zaman bu, Türk toplumunun ideolojik açıdan resmi olarak tanınan bir Kürt kimliğiyle bu topraklarda birlikte yaşamak istemediği anlamına gelir. İdeolojik olduğu için de bu fikir kısa sürede değişmez. O zaman bu mesele kimlik ve güvenlik sorunu haline geleceği için Kürtler açısından silah ve kopuş dışında seçenek kalmaz.

Hiç yorum yok: