8 Eylül 2010 Çarşamba

REFERANDUM

Hakkı Yükselen

Aslında sosyalist solun birçok unsuru, her ne kadar kendi konumlarını bazen abartılı bir özgüvenle ilan etse de, gerçekte bu konumlanışı karşı tarafta yer alan AKP, CHP, MHP, TSK, TUSİAD, MUSİAD, TUSKON, Cemaat, Ergenekon, darbeciler, Kürtler vs. güçlerle, yani negatif nedenlerle izah ediyor. Belli ki kimse bulunduğu yerden tam manasıyla memnun değil; en azından herkes küçük de olsa bir kayıt koyuyor! “Yetmez, ama...!” diyerek, “Kendi hayırımız!” veya “Başka bir hayır mümkün!” diyerek, bu arada da kendini aynı “kampta” bulunan diğerlerinden az veya çok ayırma ihtiyacını duyarak.

En azından “evetçiler”le “hayırcılar”ın durumu bu! Ancak bu durum “boykotçu” arkadaşların otomatikman en devrimci politik tutumu aldıkları ve “huzur” içinde oldukları anlamına gelmiyor. Çünkü aynı “kendisi olabilme” sorunu ve endişesi onlar içinde geçerli. En azından bir kısmı, kendilerini ilkelerin ardına saklanarak apolitik tutumlarını örtmeye çalışanlardan ayırmaya çalışıyor. Boykotçuların, tutumlarını izah ederken kullandıkları argümanlar ne olursa olsun, aslında bir kısmının “hayır”cı, bir kısmının da “evet”çi olduğu açık. Mesela boykotun ana gövdesini oluşturan Kürt ulusal hareketi kadrosunun ve kitlesinin büyük çoğunluğunun birtakım “sağlam demokratik vaatler” karşılığında en azından yakın zamana kadar “evet” diyebileceği biliniyordu. Ebedi ve ezeli boykotçuları, yani politikaya gerçek bir ilgisizlik duyanları saymazsak, “Boykot”un diğer kanadında ise başka şartlar altında rahatlıkla “hayır” diyebilecek bir kısım sosyalist var.

Devrimci sosyalizm açısından sıkı bir eleştiriyi gerektirse de, sosyalist bir önderliğe sahip olmayan bir ulusal hareketin önceliklerinin sınıfsal değil ulusal olması ve kendi ulusal çıkarlarına uygun pazarlık ve anlaşma imkânlarını ıskalamamaya çalışması (Bazen yanlış bir biçimde de olsa.); ezen ulus egemenleri arasındaki çelişkileri değerlendirmesi açısından anlaşılabilir bir durum. Ancak devletin tasfiye politikası, Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin anayasa değişikliğinde yer almaması ve bir nevi “ikili iktidar” anlamına gelecek “demokratik özerklik” ilanı ihtimali (Ki, pazarlık ve sadece tehdit konusu haline getirilmediği takdirde Kürt hareketinin “boykot” tavrını haklı kılabilecek tek devrimci gerekçedir.) önemli bir kısmını istemeyerek de olsa “evet” yerine “boykot”a götürecek.

Boykotçu sosyalistlere gelince, onlar da “normal şartlar” (bir bakıma “ideal” şartlar) altında tereddütsüz “hayır” diyecekleri bir anayasa değişikliğini, memleketin fiili durumu, burjuvazi içi çatışmada yer almama, var olan kamplaşmanın gerici niteliği, bağımsız bir emek alternatifinin yaratılması, önümüzdeki seçimler, CHP kuyrukçusu durumuna düşmeme, Kılıçdaroğlu’nun baştan çıkarıcılığı, Kürtlerin de boykota gitmesi, üçüncü bir cephenin kurulma imkânı, hükümete yönelik bir ABD-İsrail operasyonuna alet olmama, temiz kalma vb. çok sayıda nedenle boykot ediyorlar.

Oysa “normal şartlarda” mesela devrimci sosyalistlerin, 12 Eylül’den ve Özal’dan bu yana serbest piyasacılığın en acımasız ve tavizsiz uygulayıcısı olan; sendika, grev ve çalışma hayatına yönelik politikalarıyla işçi sınıfı mücadelesini fiilen imkânsız hale getiren, işçi eylemlerine karşı orantısız bir şiddete başvurmaktan çekinmeyen, bütün toplumu kuşatan, özelleştirmenin önündeki son yasal engelleri de kaldıran, Kürt ulusal hareketini tasfiye etmeyi hedefleyen, yürütmenin daha da güçlendiği otoriter bir başkanlık-yarı başkanlık sistemini inşa etmeyi amaçlayan işçi sınıfı düşmanı bir hükümetin, konumunu güçlendirmeyi hedefleyen anayasa değişikliği önerisine tereddütsüz “hayır” demesi gerekirdi. Kısacası bu kavga “bizim kavgamız”, şartlar da “normal şartlar” olsaydı, yani hükümete karşı mücadelenin sosyalistler açısından “ideal” ortamı oluşsaydı, bambaşka bir tutum almaları mümkündü.

Ancak belli ki ve kavga başkalarının kavgası, şartlar da “normal” veya “ideal” değil!

Sermayenin İç Mücadelesi

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Türkiye’deki sermaye içi mücadeleyi, tek bir boyutunu vurgulayarak, Batıcı laik- İslamcı sermayelerin kavgasına indirgemek geçmişte DP, AP, ANAP ve şimdi de AKP tarafından yapılanları, yapılmak istenenleri anlamamak; kimi sosyalistlerin “burjuva demokratik devriminin” işareti saydıkları meşhur TUSİAD raporlarının içerdiği talepleri kavrayamamak demektir. Politik olarak burjuvazinin “doğrudan” iktidarını hedefleyen ve “zamanın ruhuna” uygun biçimler alan ve asla devlet-sivil toplum çatışması anlamına gelmeyen bu mücadele, burjuva askeri-bürokratik vesayete karşı açık-gizli, kimi da zaman “sinsice” bir çizgi izlemiştir. Tek bir örnek bile yeter. Demirel, yüzde 52 küsur oyla kazandığı 1965 seçimlerinden başlayıp devrildiği 12 Mart Muhtırası’na kadar süren ilk iktidar döneminin neredeyse tamamını, kendisini sürekli silahla tehdit eden TSK’ya ve elini kolunu bağlayan yüksek yargıya karşı mücadele ederek geçirmiştir; hem de çok bildik suçlamalara maruz kalarak ve elbette “demokrasi” ve “millet iradesi” adına!

Söz konusu olan çok boyutlu, çok yönlü, değişen ittifaklarla şekillenen, politik temsil ilişkilerinin dönem dönem değiştiği karmaşık bir süreçtir.

Bütün bu “sınıf içi” mücadelelerin 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat dönemlerinde, toplumun diğer kesimlerini ve özellikle de emekçi sınıfları nasıl etkilediği açıktır.

Neyin Mücadelesi?

Yine çok açıktır ki, bizim dışımızda bir toplumsal mücadele yoktur, buna burjuvazinin iç mücadeleleri de dahildir. Unutulmaması gereken, burjuvazinin iç egemenlik kavgası, esas olarak emeğin sömürüsünden en büyük payı kimin alacağı, işçi sınıfını ezen hiyerarşinin tepesinde kimin oturacağı ile ilgilidir. Buna burjuva siyasi partilerinin büyük sermayeyi temsil mücadelesini, burjuvazinin politik mülkiyet kavgasını da ekleyebiliriz.

Bütün bunların sonuçları, doğrudan doğruya işçi ve emekçilerin bugünleri ve yarınları ile ilgilidir. AKP sadece İslami burjuvazinin değil, bütün burjuva düzeninin partisidir ve asıl mücadelesi bütün selefleri gibi işçi sınıfına karşıdır. Bunu defalarca kanıtlamıştır. Burjuvazi içi kavga toplumsal sonuçları itibariyle bizi yakından ilgilendiren, “taraftar” olarak yer almadığımız, ancak “tarafı” olduğumuz bir kavgadır.

Normal Şartlar Altında!

Mücadelenin “normal” ya da “ideal” şartlarına gelince. Önümüzdeki dönemde sorunlar, (çok uzun süredir olduğu gibi) TEKEL eylemi ve benzeri durumlar dışında, karşımıza büyük ihtimalle sınıfsal bir saflık, temizlik, soyutluk ve teorik mükemmellik düzeyinde çıkmayacaktır.

Burjuvazi içi çatışma iniş çıkışlar, geçici uzlaşma ve parlamalarla bir süre daha devam edecek ve henüz kestiremediğimiz bu süre içinde olayları en azından biçimsel olarak belirleyecektir. Böyle bir kavgada yerimiz olup olmadığı sorusu da sıklıkla karşımıza çıkacaktır.

Karşımıza çıkan somut sorunlar ve çatışma konuları, bazı istisnai durumlar dışında, büyük ihtimalle işçi mücadelelerinin, sosyalizmin ve devrimci mücadelenin sorunlarıyla “doğrudan” ilgili olmayacaktır. Üstelik çoğu zaman en mükemmel ve ideal halleriyle değil, bütün “çirkinlik” somutluk, hatta sıradanlıklarıyla karşımıza çıkacaklardır. Bu nedenle, ortalama insanlarca fark edilmeleri ya bir felaketin ardından ya da olaylar tarihe mal olduktan sonra mümkün olacaktır. Devrimci sosyalistlerin, mücadelelerini işçi sınıfı mücadelesi ile birleştirmeleri ve sınıfa siyasi bir bilinç ve gerçek bir program taşımaları ancak “Dolaylı” gibi görünen gelişmeleri fark etmeleri, gündeme almaları, kitlelerin bilinç düzeylerini doğru değerlendirmeleri ve egemen sınıflar arasındaki çatlaklardan faydalanmayı bilmeleriyle mümkündür.

“Hayır” Diyememek!

Ancak dünüyle, bugünüyle ve yarınıyla “hayır” denmesi gereken bir hükümetin sahte bir “demokratikleştirme” girişimine, “hayırcılar” arasında çok sayıda tescilli gericinin yer alması, bu hükümetin muhtemel alternatifinin CHP ve MHP olması (Belki; çünkü ne gibi kombinasyonlar çıkabileceğini o zaman göreceğiz!), emperyalist bir komplo kokusu duyulması, Kürtlerin “hayır” dememesi veya boykotun muhtemel bir (3.) cephenin tek yolu olabileceği gibi nedenlerle “hayır” dememek, diyememek bana doğru bir politik tavır olarak görünmüyor. Bu tür gerekçeler her yerden çıksa bile, Fransa’da Le Pen’cilerin ve çeşitli milliyetçi grupların da hayır oyu verdiği neoliberal Avrupa Birliği Anayasası’na “hayır” demekten çekinmeyen; Irak işgaline Saddam’la Amerika’nın savaşı gözüyle bakmadan Irak halkından yana taraf olmayı bilen; devrimci Marksistler içinden çıkmamalıdır.

Burada sorun, işçi sınıfının çıkarlarına aykırı olan ve tüm gerekçe ve sonuçlarıyla birlikte kesinlikle reddedilmesi gereken neoliberal, serbest piyasacı, kamu düşmanı bir gücün ortaya koyduğu anayasa anlayışının (sözünü ettiğim şey “paketle” sınırlı değil) bazı nedenlerle boykot edilmesi, yani somut gerçekliğe uzak durulmasıdır.

Somut Durumlar…

Eğer tutumumuzu “somut durumun somut tahlili”ne oturtuyorsak, o zaman var olan somut gerçekliği esas almalıyız. Bugün iktidarda olan CHP, MHP veya bilmem ne partisi değil, AKP’dir. Anayasa değişikliği ve referandum onun meydan okumasıdır. Bu parti, bu memlekette bugüne kadar görülmemiş bir “sivil” toplumsal (sadece politik değil) güç temelinde hüküm sürmektedir. Öznel amacı, var olan gücünü, kendi çizgisinin adeta “ebedi” iktidarını sağlayacak ölçüde etkili kılmak olsa da, nesnel olarak bütün büyük sermayeye hizmet etmektedir. (“Eserinin” kalıcılığı AKP iktidardan düştükten sonra da görülecektir.) AKP, bugüne kadar hiçbir burjuva partisinin sahip olmadığı bir güçle toplumun gözeneklerine nüfuz etmiştir. Çeşitli “sosyal ve ekonomik programlar” ve cemaat dayanışması yoluyla çok sayıda işçi, emekçi ve yoksulu da (hem de sendikaları ve diğer örgütleriyle birlikte) etkisi altına almıştır. AKP, bilinen nedenlerle, hiçbir burjuva partisinin (Buna MHP de dahil.) sahip olmadığı bir toplumsal, ekonomik ve politik örgütlenme yeteneğine ve sistem içinde diğerlerine nazaran “orantısız ve ezici bir güce” sahiptir. Bu nedenle AKP bugün için öncelikle mücadele edilmesi gereken sınıf düşmanıdır. Bu tespit “Cumhuriyet Mitingleri”ne, “Ergenekon” türü oluşumlara, ulusalcı-milliyetçi-Atatürkçü güçlere katılmamızı veya CHP ye oy vermemizi gerektirmez, (Hatta bunlardan kesinlikle uzak durmamızı, yanlışlıkla bile yaklaşmamamızı zorunlu kılar.) aksine gerçekten sınıf temelli bir mücadele anlayışını ve Kürt ulusal hareketiyle ilkeli bir ittifakı gerektirir.

Çatlaklar!

İşçi sınıfı hareketi ve sosyalistlerin bugünkü durumunda mücadelenin belirli bir güç kazanması, birçok görevin yerine getirilmesi ve doğru strateji ve isabetli taktiklerin yanı sıra, sistem içi “çatlakların” büyümesine, büyütülmesine de bağlıdır. Bu çatlaklar, çatışan burjuva güçlerden birinin aşırı güçlü olduğu durumlarda oluşmaz, çatışma yer yer sürüyor olsa da bunun adı hegemonyadır ve ortada gerçek bir iktidar alternatifi yoktur. Yararlanılabilecek genişlikteki çatlaklar, ancak çatışmalı bir güç dengelenmesi veya karşılıklı bir güç yetersizliği durumunda ortaya çıkabilir. Bu ise büyük güç sahibinin bu gücü ciddi oranda kaybetmeye başlaması, ancak sistem içi karşıtlarının güçlenseler de iktidarı alabilecek bir güce ulaşamaması ile mümkündür. Bu çatlakların varlığı işçi sınıfı hareketi ve sosyalistler açısından elbette otomatik bir başarıyı getirmez, hatta çoğu zaman darbeciler de dahil çeşitli burjuva güçler sosyalistlerden daha “uyanık” davranırlar. Ancak bu ihtimal dahi, sosyalistlerin bugün önde gelen görevlerinin AKP’nin “yenilmez” gibi görünen gücünün kırılması olduğu gerçeğini değiştirmez. (Aksi durumda işçi sınıfı iktidarı veya bir ikili iktidar durumuna kadar “daha beterinden” sakınmak için AKP ile “idare” etmemiz gerekecektir!) Bu gerçek her şeyden önce önümüzdeki çok kritik seçimlerin sonuçlarını ve rejimin gidişatını etkileyecek, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ve başkanlık sistemi niyetlerinin kaderini de belirleyecektir.

Kürt Hareketi ve Cephe

Kürt ulusal hareketiyle ittifak meselesine gelince. Bu, aynı zamanda bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını bütün sonuçlarıyla kayıtsız şartsız destekleme temelinde yerine getirilmesi gereken enternasyonalist bir görevdir. Ancak kendiliğinden bütün dertlerimizin dermanı değildir. İttifaklar “güçler” arasında yapılır. Kürt ulusal hareketinin sınıfsal niteliği nedeniyle sahip olduğu “geniş” ve “doğal” manevra alanı (hatta pazarlık payı) sosyalistler için söz konusu değildir. İşçi sınıfının durumu ve sosyalistlerin gücü hesaba katıldığında önümüzdeki seçimlerde mümkün olanın en iyi ihtimalle esas olarak Kürt kitlelerin gücü ve sayısı üzerinden yürüyebilecek bir seçim bloğu olduğu anlaşılır. (Elbette kurulmalıdır.) İttifak yapan güçler arasındaki bariz güç eşitsizliği, bazı sosyalist adaylar milletvekili seçilse bile ittifakın gerçek bir ittifak olmasını engeller. Bu şartlar altında boykotun sonucu yeni bir cephenin, mesela bir “Üçüncü Cephe”nin kurulması değil, bir kısım sosyalistin (Tabii, siyasi amaçları olanların) bugün Kürt hareketinin fiilen oluşturduğu üçüncü güce bir nevi “ilişmesi” olabilir Bu durumda, gerçekten ihtiyaç duyulan, sınıf öz örgütlenmeleri ve kitle örgütleri temelinde kurulabilecek, ezilen ulusun gerçekten saygı ve güven duyacağı bir birleşik emek cephesi sorunu çözülmüş olmayacaktır.

Sonrası…

Referandum, bir anayasa değişikliği oylamasıyla sınırlı olmaktan çıkalı çok oldu. Oylama, burjuva politik güçlerin ve kitlelerin gözünde AKP iktidarının dünü, bugünü ve yarınına ilişkin bir güven oylamasından başka bir anlam taşımıyor. AKP’nin seçimleri alıp bir kere daha iktidar olması, önümüzdeki dönemde bir dizi başka referandum anlamına gelecektir! Bu durumda sosyalistlerin daha şimdiden “başkanlık sistemi”ne ilişkin muhtemel bir referandumdaki tutumları üzerine düşünmeye başlamalarında fayda var! Malum, burjuvazinin çıkarlarına ilişkin her “kazanım”, biz oy versek de vermesek de, AKP’den sonra da başımıza bela olmaya devam edecektir…

Hiç yorum yok: