5 Eylül 2010 Pazar

‘TÜRK’ SOSYALİST’İN BOYKOT TAVRINA KARŞI HIRÇINLAŞANLAR

Ferhan Umruk

Yazıya bu başlığı koyarken huzursuzluk duydum, zira bir sosyalistin kendini etnik kimliğiyle tanımlamasının eşyanın tabiatına aykırı olduğunu düşünürüm. Kuşkusuz sosyalist düşünceye sahip olan bir insan bu hayalinin sadece kendi bulunduğu coğrafyada değil ancak tüm dünyada gerçekleşmesi mümkün olan bir tasavvur olduğunu kuramsal olarak kavrayamamış olsa bile, dramatik 20. yüzyıl tarihinin tecrübesinden artık öğrenmiş olmalıdır. O halde Attila İlhan’ın kulağını çınlatalım onun iddia etmiş olduğu gibi sosyalizm Türk’e mündemiç olamayacağı gibi, yani ‘Türk’ sosyalizmi olamayacağı gibi, ‘İngiliz’ sosyalizmi veyahut ‘Kürt’ sosyalizmi, vb. mümkün değildir.

Başlığa Türk kelimesini koyarken onu tırnak içine almamın sebebi bundan ibarettir. Yazının bundan sonrasında sosyalist olarak kullanılan kelime ‘Türk’ sosyalistlerini ifade edeceğinden bu tırnaklı kelimeyi kullanmayacağım.

Sosyalizm evrensel bir dünya görüşü olduğuna göre sosyalist’in de buna uygun olarak karşılaşılan her somut duruma bu pencereden bakarak siyasi tavır alması gerekiyor. Ancak kısa süre sonra yapılacak olan referanduma ilişkin olarak sosyalist hareketin evet, hayır ve boykot olarak bölünmüş olması irdelenmeye değer bir durum olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.

Üç Tarzı Taktik

Ben daha önce referandumla ilgili tutumumu açıklayarak gerekçeleriyle birlikte boykotu desteklediğimi belirtmiştim. Ancak sorunun yani sosyalistlerin üç farklı tutuma yönelmiş olmalarının ve bu tutumların doğruluğunun tartışılmasının ötesinde değerlendirilmesinin gerekli olduğu kanaatindeyim. Zira bu farklı tutumlara sahip sosyalistlerin her cenahta bulunanlarının hatta boykot tavrı benimseyen kimilerinin dahi siyasi taktik sınırlarının ötesinde bir zihniyet sorunuyla malul olduğunu düşünmekteyim.

Sosyalistler anayasa değişiklikleriyle ilgili referandumdaki tutumlarının taktik düzeyde evet-hayır pozisyonunu almalarının gerekçelerini geçtiğimiz süre zarfında detaylı bir biçimde dile getirmiş bulunuyorlar. Evet diyen sosyalistler bu tutumun gerekçesi olarak bu değişikliklerin yetmeyeceğini ama askeri vesayetin geriletileceğini düşünürek savunmaktalar. Hayır diyen sosyalist çevreler ise anayasa değişikliğinin kabul edilmesinin, AKP’nin güç kazanması ve ardından başkanlık sisteminin gündeme geleceğini varsayarak ‘sivil vesayet’ in egemen olacağını ifade etmekteler.

Sorun bu çerçevede ele alındığında yapılan tartışma ve tutum belirlemelerin sistem içi bir niteliğe sahip olduğu açıktır, zaten bu tartışmanın özneleri de referandumun şu veya bu şekilde sonuçlanmasının sistem değişikliğine yol açacağı iddiasında bulunmuyorlar. Kuşkusuz sosyalistler siyasi tutumlarını, her somut durumda sistem içi olsa bile var olan seçenekler içinde kitlelerin kazanımlarının hangi seçenek dahilinde ilerletebileceğini dikkate alarak belirlerler. Buna eklenecek önemli bir faktör de sosyalistlerin bu seçeneklerin öncülüğünü üstlenebilecek siyasi güce sahip olup olmadıklarıdır. Günümüz koşullarında yapılan bu tartışma da evet-hayır ikileminde odaklanan sosyalistler sistemin iki siyasi aktörü AKP ve CHP-MHP çevresinde konsolide olmak zorunda kalmaktalar. Bu fiili bir durumdur, kuşkusuz sosyalist hareketin zaafiyetine işaret etmektedir.

Evet-hayır olarak bölünmüş sosyalistlerin taktik düzlemdeki bu farklılıkları referandumun sonuçlarının sistemin gidişatı bakımından niteliksel bir dönüşüme veya iddia edildiği gibi şu veya bu yönde ileride yapılacak niteliksel dönüşümlere yol açması spekülatif yorumlardan ibaret olduğundan çok da önemli görünmüyor.

Bir Referandum İronisi

Burada bir hatırlatma yapmak gerekiyor, biraz sonra değineceğim Murat Belge’nin boykot tavrı alan sosyalistlere yönelik hoyrat eleştisi bu hatırlatmayı da elzem kılmaktadır. 1987’de 12 Eylül cuntasının siyasetten men ettiği sistemin siyasi yasaklıların siyaset yapma haklarının verilip verilmemesinin referanduma sunulmasında Murat Belge’nin de içinde bulunduğu cenah demokrasinin gelişmesi argümanıyla siyasi yasakların kaldırılmasına destek oldular. Tamam oldular ama, 12 Eylül’ün esas mağdurları olan devrimciler siyasi yasaklı kalmaya devam ettiler, herhalde daha önemli olan da temel hakların referanduma sunulması gibi bir garabete suskun kalmaktı. Sistemin siyasi aktörleriyle sınırlı bir değişimin demokrasiyi geliştireceği iddiası ise tam anlamıyla fiyaskoyla sonuçlandı. Siyasi yasakları kalkan Demirel’de Ecevit’te 28 Şubat askeri müdahalesinin siyasi figüranı rolüne soyundular. Bu durum da yakın tarihin bir ironisi olarak kayıtlara geçti.

Hudutlar ve Enternasyonalizm

Evet-hayır bloklaşmasına dahil olan sosyalistlerin bu taktiklerinin doğru olup olmaması temel öneme sahip değil. Temel öneme sahip olan sistemin siyasi aktörlerinin çatışması dışında reel bir siyasi aktör olan Kürt hareketini dikkate almamaları veya bu bloklaşmanın esas olduğu ve Kürt hareketinin boykot tutumunun tali bir önem taşıdığını dışa vuran siyaset tarzlarıdır.

Bana kalırsa boykotu savunanlar içerisinde de başka bir biçimde Fırat’ın batısındaki Türk’ün ayrı Fırat’ın doğusundaki Kürt’ün ayrı tutum almasını meşrulaştıran hatta buna kapı açan sosyalistler de oldu. Veysi Sarısözen’in referandum sürecinin başında ortaya attığı tez olan sosyalistlerin evet-hayır pozisyonu alanlara Fırat’ın doğusunda boykotu destekleme çağrısı, var olan durumu kabullenme ve hudutlara dayalı mücadele, adını koyarsak entenasyonalizmi değil milli sosyalizmler zihniyetiyle örtüşmeyi önermekteydi. Bu çağrının elde ettiği tek başarı, eğer başarı kabul edilirse ‘yetmez ama evet’ pozisyonu alan DSİP’in Fırat’ın doğusunda boykotu destekleme tavrını açıklaması oldu.

Sosyalistlerin Kürt hareketini görmeyen veya coğrafi algıya dayalı politik tutumlarının Türkiyenin siyasi geleceğinin kilit sorunu olan Kürt sorununun çözümüne katkısı mümkün değildir.

Bunun iki nedeni var. Birincisi Kürt nüfus yalnızca Fıratın doğusunda yaşamıyor. Türkiye’nin özellikle batısında ki metropoller yoğun bir Kürt yerleşimi haline dönüşmüş bulunuyor. Sadece bir örnek durumu açıklamaya yetiyor, İstanbul dünyadaki en büyük Kürt şehri haline geldi. Dolayısıyla sosyolojik gerçeklik sosyalistlerin politik tutumlarının bu gerçekliği kavramasını gerektiriyor. İkinci neden sosyalistlerin buluşmak istedikleri emekçi kitlelerin zihnini bulandıran, onları şovenizme gericiliğe sürükleyen bu savaş sona ermedikçe istenilen amaca ulaşılamayacağı gerçeğidir.

Sosyalistler bakımından referandumda farklı tutum alan ve evet-hayır ikileminde buluşanların niteliksel olarak benzer zihniyetle hareket ettiklerini tespit etmek gerekiyor. Onlar Kürt hareketini varoldukları coğrafyanın dışında gördükleri gibi Kürtlerin temel demokratik taleplerinin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sosyal, kültürel, etnik tüm ezilenlerin taleplerinin önünün açılması ile alakasını görmezden geliyorlar. Böylelikle her sorunun ayrı yerde kompartımanlaşmasına neden oldukları gibi, ezilenlerin mücadelesinin ortaklaşmasına da katkıda bulunmamış oluyorlar.

Neden Hırçınlaşıyorlar?

Bu tartışmaların eriştiği düzey bakımından en dikkat çekici olanı ise laik-ulusalcı odağa karşı AKP’yi destekleyen veya hayırhah tutum alan liberal, sol-liberal yazarların boykotu destekleyen sosyalistlere karşı hırçınlaşarak sürdürdükleri saldırgan tutumdur. Onlar ‘Türk’ sosyalist’in Kürtleri desteklemesini zihniyet dünyalarına sığdıramadıklarını açığa vurmuş oldular. Bu bir bakıma sistem içi siyasete tıkanmış olanların başına gelmesi kaçınılmaz olan bir durum olarak da değerlendirilmelidir. Dün dillerine pelesenk olan laik-ulusalcı kesime yakıştırdıkları ‘Beyaz Türk’ tarifi destekledikleri odağın güç kazanması ile birlikte bumerang etkisiyle kendilerine yapışmaya başlamış bulunuyor. ‘Türk’ sosyalistin Kürt hareketinin politik tutumunu desteklemesini hafzalaları almıyor, doğal olarak da sistemin ‘Türk’ siyasi aktörlerinden birinin yanında yer almayı da gönül rahatlığıyla içlerine sindiriyorlar.

Bu sözünü ettiğim söylemi dile getirenlerden biri Emre Aköz, yazısının başlığında ki küçümseyici uslup zaten ezilenlerin mücadelesine yaklaşımını ele veriyor, başlık şöyle ‘ BDP ‘Evet’e dönerse ‘’Kürtçü ve boykotçu solcular ne yapacak’ yazısının devamında ‘Bunlar kendilerini Kürt hareketine endekslemiş durumda; ‘Madem BDP (ve elbette PKK) boykot yanlısı bizde boykotçuyuz...’ Artık üst sınıflar çatışmasında taraf olanların güç kazandığında mağdurun uslubundan muzafferin kibirine nasıl sıçradığını net olarak görmek zamanıdır. Söylem düne kadar ‘Askeri vesayet rejimine’ karşı mağdurun diliyken hızla muzafferin diline dönüşmüş bulunuyor. Ne denebilir? Bu zihniyete göre Güney Afrika’da apartheid rejime karşı siyahların mücadelesine kendisini endekslemiş! beyazlar da, ABD’de ırk ayrımına karşı siyahlarla birlikte olan beyazlarda makbul değillerdi.

Bir de Türk liberallerin toplumsal süreci okumalarındaki zaafın altı çizilmeli. Onlar Şerif Mardin’in siyaseti merkez ve çevre ayrımı üzerinden yaptığı analizin takipçiliğini yaparak, sınıf mücadelesinin belirleyici niteliğini dikkate almıyorlar. Sınıf mücadelesini dikkate almayınca da beklentileri olan BDP’nin evet’e dönmesinin engelinin bizatihi AKP olduğunu anlayamıyorlar. AKP’nin burjuva sınıfsal karakterini dikkate alsalar onun temsil ettiği anadolu muhafazakarlığının yarattığı burjuvazinin milliyetçi zihniyetinin kentli burjuvazi ve bürokrasinin milliyetçiliğinden aşağı kalır olmadığını görebilirlerdi. Bugüne kadar AKP’nin cumhuriyetin paradigması olan uluslaşmanın Türk-Sünni kimliğinde homojenleşme doğrultusunu değiştirecek somut bir adımı görülmedi. Yalnızca söyleme dolanan bir süründürme politikasından söz edilebilir.

Boykot tavrını alan sosyalisti kemalistlikle suçlayanlar kervanına katılanlardan biri de Murat Belge oldu. Konuyla ilgili yazılarında demokrasiye ve Avrupa Birliği standartlarına yaklaştıracak olan anayasa değişikliklerine evet dememenin anlamsızlığına değinip, şu ifadelerde bulunuyor;’ Kemalist darbeciyle Bolu’ya yolculuk yapmakta bir sakınca görmeyenler, sivil iktidarın 12 Eylül Anayasası’nda ciddi gedik açacak değişikliğini onaylamak üzere mahallelerindeki sandığa gitmeyi çok görüyorlar.Bu da, kimin kiminle akraba olduğunu çok net bir biçimde gösteren bir tablo.’ Bu sözler ne yazık ki ucuz polemiğin ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Murat Belge’de Kürt hareketinin boykotunda anlaşılır gerekçeler bulurken aynı Emre Aköz gibi sosyalist’in boykotunu anlayamamakta olduğunu da ifade ediyor. O farklı olarak doğrudan endekslenmekten söz etmemekle beraber 12 Eylül anayasasına açılacak gediğe boykotla katkı sağlamamanın zımnen endekslenme olacağını belirtmiş oluyor. Bu tutumların gösterdiği bir şey var, artık liberal, sol-liberal aydınlar sistemin siyasetinin içine gömülerek, bu problematiğin sınırlarında davranma vasatına sürüklenmiş görünüyorlar. Anayasa değişikliğinde Kürt halkının hiçbir demokratik talebine yer verilmemiş olmasının karşısında Kürt hareketinin boykot tavrını destekleyen sosyalistleri genetik mühendisliğine soyunarak toptancı bir biçimde kemalistlikle suçlamak da Murat Belge’ye nasip olacakmış demek ki.

Roller Değişebilir

Türkiye sosyo-politiğinin kilit sorunu olan Kürt meselesinin çözümü yaşadığımız momentte ne bu anayasa değişikliğine hayır diyerek varolan anayasayı korumakla ne de evet diyerek milliyetçi söylemini yükselten Başbakan Erdoğan’ın 2011’den sonra vaat ettiği yeni anayasayla mümkündür. Görülen odur ki dün demokrasi söylemini üstlenen CHP yerini AKP’ye bırakmıştı, bugün demokrasi söylemini üstlenen AKP’de yerini CHP’ye bırakacak gözüküyor. Bu böyledir, sistemin siyasi aktörleri alt sınıflar, ezilenler üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için zaman zaman da rol değişimine ihtiyaç duyarlar.

Egemenlerin hegemonyasını kırmanın, geriletmenin, demokratik hakları elde etmenin yolu ezilenlerin kendi özgüçlerine dayanarak yapacakları mücadeleden geçiyor.

Tarih Bilinci

Bu noktada tarih bilinci ezilenlerin yol göstericisi olmalıdır. Egemen sınıfların resmi tarihine karşı mağlupların kendi tarihlerine sahip çıkması, unutmaması gerekiyor. Hrant Dink Kürt hareketine seslenerek onları uyarır Ermenilerin yaşadıkları felaketin nedenlerine dikkat çekerdi. O daha çok büyük devletlerin oynadıkları rolün olumsuzluğuna işaret etmek için uyarılarda bulundu. Hrant’ın doğru yöntemini izleyip ezilenlerin penceresinden Ermenilerin yaşadıklarını tam 1 asır önce analiz eden Troçki’nin Türkiye’nin (Osmanlı'nın) parçalanması ve Ermeni sorunu makalesinde yazdıklarına bakalım; ‘Türkiye anayasası Ermeni ahaliye yeni umutlar verdi. Gerçi onlar için sadece durumun iyileşeceğine dair verilen vaatten başka elde edecekleri bir şey olmamasına rağmen, Ermenilerin, Abdülhamit mutlakıyetini kırmayı başaranlara (jöntürklere.çv) verdiği söze inançları güçlüydü. Öyle ki, hatta onbinlerce kurbana mal olmuş Adana olaylarını bile unuttular...en nüfuzlu Ermeni partisi olan Daşnaktsyutun bile Jön Türklerin İttihat ve Tarakki Partisi'yle formal bir anlaşmaya giderek anayasal rejimi ve yerel yönetim prensibinin uygulanmasını destekledi. Bu tutsaydı, bu gelişmenin ulusal kültürel otonomiye kadar gitmesi bekleniyordu...

Fakat, Türkiye’de her zaman olduğu gibi, ademimerkeziyetçilik kağıt üzerinde kaldı, verilen sözler boş laflardan başka bir işe yaramadı. Anayasanın sadece bir kılıf değişikliği olduğu, özün ise eskisi gibi kaldığı herkesçe görüldü. Sözü verilen hiçbir reformun hayata geçirilmemesi bir yana, geçen yıldan başlayarak sistematik bir şekilde Ermeni vilayetlerinde katliamlar başladı.’

Ezilenlerin tarihinin bize ilettiği notlar bunlardır. Bugün ne Kılıçdaroğlu’nun hayır çıkarsa yeni anayasa sözü, ne Erdoğan’ın evet çıkarsa yeni anayasa sözü ezilenlere bir yanıt teşkil ediyor. Bütün bu gerçekler, ezilenlerin egemenlerden bağımsız siyasi örgütlü gücünün varlığının ve somut kazanımlarının izlenmesi gerekli tek yol olduğunu gösteriyor.

Ferhan Umruk

ferhanumruk@yahoo.com

Hiç yorum yok: