28 Eylül 2010 Salı

Bir Mahalle Olarak Türkiye

Ahmet Doğançayır

İstanbul da Tophane semtindeki Boğazkesen caddesinde bir resim sergisi ve sanat galerisinin açılışına katılanlar 30 kişilik bir gurubun saldırısına uğradı. Olayın geçtiği Tophane İstanbul’un geleneksel mahallelerinden biridir. Gecekonduculuğun devamını temsil eden varoşlardan farklı olarak kenarda değil şehrin merkezindedir. Tophane son 10 yıldır semti ve çevre semtleri etkisi altına alan 2010 kültür başkenti adıyla yürütülen, adına kentsel dönüşüm projesi denilen aslında yeni rant kaynakları yaratmaya yönelik neo-liberal saldırıyla karşı karşıyadır. Galata kulesi çevresindeki binaların yenilenmesi ile başlayan süreç galerileri, cafeleri, lokantaları müzik holleri de beraberinde getirdi. Bununla birlikte ’’özgür yaşayan’’,liberal, sol liberal, ‘’kültür tüketen’’, iyi kazanan dışarıda yiyip içen yeni üst orta sınıfın bölgede oluşan ranttan nemalanmaya başladığı da söylenebilir. Bu kesimler eski yıkık dökük semtleri ‘’kendi tarzları ile kalkındırırken’’buralarda rant gelirlerinin yükselmesine de ön ayak oldular. Hızla çoğalan bu kesimler için Cihangir, Galatasaray ve Galata yetmedi. Tophanenin ana caddesine indiler. Sulu kulede ki gibi yıkıp yeniden yapma yerine örnekleri cihangir ve galata da gördüğümüze benzer bir süreç yaşanıyor. Oluşturulan senaryoyla birileri mahalleye taşınırken birisi de bölgeden ayrılıyor. Muhafazakâr mahalle sakinlerini saldırganlaştırdığı öne sürülen bu gelişmeler AK Partili belediyelerin tasarımı. Sadece Tophane değil bu yoğun saldırı altında kalan. Haliç AK partili belediye başkanlarının planlamasıyla butik oteller, restoranlar, galerilerle geleneksel yaşam alanları tehdit ediliyor. İnsanlar gerçek problemlerini doğrudan ifade etmek yerine günah keçileri arıyor, gelenek üzerinden rahatsızlıklarını dile getirerek ‘’içki ve mahalleye gelen yabancılar’’ gibi söylemler üretiyor. Yapılan saldırıyı bu gelişmelere ilişkin muhafazakârlığı ve gelenekselliği de içeren direnci mahalleyi sözde korumak adına durumdan vazife çıkaran gerici ve faşist gurupların öne çıkıp kullanması olarak değerlendirmek gerekir.

Bir çelişki yaşanıyor. İzlenen ve devam edecek olan politikalarla Tophane olayından dolayı iktidar partisine karşı olduklarını ifade eden kesimlerin yaşam tarzı alanları şimdilik ‘’korunamasa’’ bile genişletilirken, muhafazakâr ve geleneksel değerleri üzerinden oy deposu haline getirilen mahalle sakinlerinin yaşam alanları aynı parti tarafından saldırıya uğruyor. Tophane, Haliç ve bu projede yer alan mahalle sakinlerinin yaşam tarzlarını ‘’galerilere karşı savaş’’ile koruyamayacakları ortaya çıkıyor. Çünkü muhafazakârlık, milliyetçilik, İslamcılık vb. nedenlerle destekledikleri partiler ve başta AKP onlardan çok farklı bir mahalle düşüncesine sahip. Bunun görülmesi lazım. Bugün bütün burjuva partilerin hem fikir oldukları Neo-liberal politikanın Kent ekonomisi diye bütünüyle kentsel gelirlerin artışına odaklanması ve bu artışları egemen kapitalist sınıfların mevcut avantajlı konumlarına terk etmesi sadece bir bölüşüm politikası değil, bunun arkasındaki sınıfsal egemenlik ilişkilerindeki dengenin egemen sınıflar lehine mahallerde yeniden yaratılmaya çalışılmasıdır.

Mahalle baskısı mı? , Devlet baskısı mı?

Saldırı basın tarafından anında ‘’mahalle baskısı’’ olarak değerlendirildi. Oysa Türkiye de bugün ‘’mahalle baskısından’’ ziyade asıl mesele siyasal iktidarların geçmişte olduğu gibi bugün de kontrol ettikleri devlet aygıtları ve yerel iktidar organlarını toplumu dinsel ve milliyetçi olarak muhafazakârlaştırmak için bir baskı aracı olarak kullanmasıdır ki buna devlet baskısı demek daha doğrudur. Şerif Mardin’in ‘’AKP’nin izleyeceği politikalardan bağımsız olarak ‘’mahalle baskısının’’ artabileceği ve AKP’nin de bu artan baskıya teslim olabileceği’’ üzerine düşüncelerinden sonra mahalle baskısı olasılığı gündemin üst sıralarına taşındı. Popüler bir tartışma konusu haline geldi. Mahalle baskısı kavramının hem bir Türkiye gerçeğini işaret etmesinden, hem de ağırlıklı olarak ‘’niyet okuma’’ ve ‘’korku siyasetine’’ dayanan bir muhalefet anlayışını ifade etme kabiliyetinden kaynaklanan bir özelliği var. Bu kavramın gündelik dilde esprili bir şekilde kullanılacak kadar popülerleşmesinde bu özelliğin de bir katkısı olsa gerek.

‘’Mahalle baskısının’’ AKP eleştirilerinde dile getirilmesi demokratikleşme açısından olumlu bir gelişme olarak görülebilirdi. Ancak konunun/sorunun ele alınış biçiminin demokratik bir geleceği kurmak amacına yönelik olmaktan çok, mevcut korku siyasetini beslemeyi amaçlamak gibi bir hedefi de olduğu görülüyor. Çünkü medya önderlerinin gerçeklikle ilişki kurma biçimi onu anlama dışında belirlendiği için mahalle baskısı denilirken dile getirilen mahalle baskısından başka kaygılar olmuştur. Mahalle baskısını bugün dile getirenler onu bugüne kadar sorun haline getirmemişler ve bunun geçmişte kurumsallaşmasına katkıda bulunmuşlardı.

Türkiye de yaşanan tarihsel pratik bütün ülkeyi tek bir mahalle gibi görmüştür. Bu pratik Mahallede olduğu gibi naralar atarak ülkeye çeki düzen vermeye çalışan ‘’kabadayıları’’; bir taraftan ‘’birlikten kuvvet doğar’’ şiarını kusturacak kadar çok tekrar ederken diğer taraftan patron cemaatlerini kurmakla meşgul olan ‘’muhtarları’’; mahalle baskısının çeşitli örnekleri ortaya çıktıklarında onları normalleştiren, sorun yapmayan ve hatta destekleyen kahvehane sahip ve sakinleri; ve mahallede düzeni ‘’mahalle baskısı’’ kurarak sağlamaya çalışan ‘’mahalle bekçileri’' etrafında oluşmuştur. Mahalle baskısından endişe duyanların bunlarla ilgili bir sorunu yok.

Mahallenin aynı zamanda laik olduğu söylenir. Gerçek ise sözde laik TC devletinin aslında ayan beyan laik olmayışıdır. Resmi ideoloji Cumhuriyetle birlikte toplumun kimlik algılamasının merkezine Türk milliyetçiliğini oturtabilmek için İslam dinini gerileyişin çöküşün ve geri kalmışlığın esas nedeni olarak göstermiş ise de bunu yaparken dini uyguladığı ‘milleti yeniden inşa ‘projesinin bir aleti olarak kullanmayı zorunlu görmüştür. Dine yönelik ithamların’’tarifini ve işlevini kendisinin tayin edeceği gerçek İslam’a’’ ilişkin olmadığını, çarpıtılmış hurafelere boğulmuş diye nitelediği geleneksel İslami düşünce ve yaşam biçimini kastettiğini belirterek dinin ve İslam’ın ateist eleştirisini, İslamiyet aleyhine propagandayı ve başka dinlerin propagandasını yasaklamıştır. ’Laik’ Türk devleti elindeki bordrolu din adamları vasıtası ile topluma ve ahvale uygun görülen dini ayarlar. Bu din Sünni-Müslümanlıktır. Devletin öngördüğü bu çerçeveden sapanlar ve diğer mezhepler ve diğer dinler ve dinsizler bütünüyle baskı altındadırlar. Bu laik düzen içinde üstelik laikliğin kalelerinden olduğu iddia edilen üniversitelerde ramazan ayında oruç tutmayanlardan, uzun saçlı küpeli erkek öğrencilerden hoşlanmayan gurupların varlığı biliniyor. Bu anlayış şimdiye kadar herhangi bir siyasal medya kampanyasının ve cemaatlerin hedefi olmamıştır. Daha önemlisi komünizme karşı mücadele emirleri yayınlayan Genelkurmay başkanından ve ‘gizli’ ülkücü kamplarını kapatmayarak ‘’bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz.’’’ Diyen Başbakandan anlaşılıyor ki 1980 öncesinde sol hareketlerle mücadelesinde bu gurupların temsil ettiği ‘’baskıcı siyaseti’’kendisine ‘’yardımcı’’ saymıştı. Benzer işbirliklerinin 1990lı yıllarda ‘’kabadayılara’’ yarı resmi, resmi statü kazandırarak devam ettiğine tanık olduk. Kamu sektöründe yarı ve gayrı resmi yardımcı kuvvetlerle iş görmenin yaygınlaştığına dair geçmişte belediyelerde ‘’A takımı’’ uygulaması gibi uygulamalar mahalle kültürünün nasıl kurumsallaştırılarak sürdürüldüğüne işaret etmektedir.

Devlet’in ‘’Kamunun düzenini sağlamak’’ için resmiyet dışı iş görenler kullanması ile vatandaşın adalet arayışını resmi adalet mekanizması dışında ‘’iş görenlere’’ havale etmesi arasında bir paralellik olsa gerek. Bütün bunlar devletin bir tüzel kişilik olarak değil, bir cemaat olarak çalıştığının işareti olarak yorumlanabilir. Aksi takdirde devlet hukukuna bağlı olarak ve kanunlar ve bürokrasi ile iş görürdü.

Türkiye’de bazı toplantıların temel olarak yasaklanmadığı bunun yerine ‘’Bu toplantıya tepki var, sizi koruyamayabiliriz.’’gibi sözlerle/korkutmayla bir çeşit mahalle baskısının devreye sokulduğunu biliyoruz. Bu ülkenin Başbakanları ‘’mahalle sakinleri’’ tarafından dövülen insanları halkımızın hassasiyetlerine saygılı olmaya çağırırken aslında bu mahalle baskısını yeniden üretiyorlardı.

Bugün geçmişte yapıldığı gibi benzer saldırıların kayıtsızlıkla cesaretlendirilmesi başka semt ve şehirlerde potansiyel linç guruplarının bu tür eylemlere göz yumulacağı sonucunu çıkarıp harekete geçmelerine yol açabilir.

Diyalogla çözüm olabilir mi?

Yaşanan saldırı sonrası galeri sahipleri mahalleli ile yeterli diyalog kurmadıklarını söylediler. Mahalle gerilimleri ile çatışmalarının ortaya çıktığı her durumda sorunun "diyalog eksikliği" lafı ile çözülemeyeceği ortadır. Ayrıca bu yaklaşımın sorunu yaratan nedenleri gizlemek gibi bir yönü de var.

Yaşadığımız Globalleşme diye özetlenen dönem toplumsal ve siyasal kimliklerin kayganlaşmasını, melezleşmesini beraberinde getiriyor. Bu karmaşada dini ideoloji ile milliyetçilik öze yönelik ve bütüncül kimlikler sunarak insanlara bir değere kendini yaslama imkânı veriyor ve böylece yükseliyor. Milliyetçiliğin ‘’modernleşme’’ ile ilişkisinin muhafazakârlaşması, dinsel siyasal geleneklerle kilitlenmesine yol açıyor. Dinin evrenselci ve özgürleştirici maneviyat arayışını daralttığını, milliyetçiliğin dünyevi otorite ve diğer kaynakları mukaddesleştirerek bir baskıcı ideolojiyi kuvvetlendirdiğini görmek gerekiyor.

Bugün milliyetçi mukaddesatçı dalgaların ekonomik ve siyasal ortak paydası adaletsiz gelir dağılımı ve barbar bir kapitalist toplumsal örgütlenmeyi dayatan ‘inceltilmiş’ liberal zihniyettir. Bu zihniyet ezilen sınıfların eritilmesine hizmet edecek araçları sürekli gündemde tutmakta ve yoksullaşmayı süreklileştirmektedir. Yoksulluğun insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatı ‘sadaka ekonomisi’ ile normalleştirmekte ve neredeyse toplumun tüm alanlarına yaymaktadır. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Denize düşen yılana sarılır misali artan yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınak oluyor.

Günümüzde mahalle baskısı üzerine yorumlar yapan kendini milliyetçi, muhafazakâr ve İslamcı olarak tanımlayanların siyasal alandaki konumlarına bakıldığında sermayenin küreselleşmesinin yedeğinde olduklarını görürüz. Toplumsal dünyayı belirleyen kapı bekçileri olarak çalışan medyanın ve kapitalist ekonominin belirleyeni olan her kesimin bu süreci ‘milli duygu ekonomisi’ alanı olarak algıladığını ve bu alandan beslendiğini görmemiz gerekir.

Milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık hangi adla toplumsal alanı dolduruyor ve belirliyor olursa olsun kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hattın Sınıflar ve farklı kesimler arasındaki dengelerin sağa sola demokratik yeniden inşa tasarımları vaaz ederek değil; ekonomik, politik ve İdeolojik alanlarda herkesin kendi hesabına mücadele etmesi sonucu oluşacağını bilmek gerek.

Hiç yorum yok: