4 Ekim 2010 Pazartesi

Referandum ve Ayrışma


Orhan Koçak

Referandumun öncesi ve sonrasında sol içinde “ayrışıyoruz, ayrıştık, bu da iyi oldu!” şeklinde tepkilerin yaygınlaştığı görüldü. Ayrıştığı varsayılan iki veya üç (?) taraftan da geliyordu bu tepkiler. “Evet mi hayır mı boykot mu” bahsinde bir ayrışmanın yaşandığı inkâr edilemez. Herkesin içi çok rahat mıdır kullandığı oy konusunda, bunu bilemem. Ama bir ayrışma varsa eğer, bunu ilan etmek için bu referandumu mu beklemek gerekiyordu? Başından beri, en azından 1990’lardan beri zaten ayrı hareket etmiyor muydu bu bağrışan taraflar? Kendileri de bilmiyor muydu tam böyle “ayrışacaklarını”? Ne var ki yükselen seslerin tizliği, haykırma ihtiyacı, tarafların, en azından bir kısmının, kendi aldıkları tavır konusunda aslında çok da rahat ve güvenli olmadıkları izlenimini veriyor. Öte yandan, ayrışmanın görünürdeki kesinliği, solda çeşitli kampların ortak paydası olan bir zavallılığın da üstünü örtmemeli. Marjinal kalmakla, “cirmi kadar yer yakmakla” sınırlı değil bu zavallılık. Ve zaten pek de marjinal kaldıkları söylenemez: her biri önemli oy yüzdelerinin parçaları oldular. Ve galiba hepsi de eklendikleri bu yüzde 58’lerle, 42’lerle vb övünüyorlar.

Zavallılık kısmen bu övünmenin kofluğuyla ilgili. Böyle bir eklenme sayesinde kendi konumunun zaaflarından sıyrılabileceğini sanmakla ilgili. Alınan tavırların (sadece “hayır” ve “boykot” oyunun değil, “evet” oyunun da) aktif değil, reaktif bir tavır olmasıyla ilgili. Bu noktaya döneceğim. Ama önce, referandum ve rakamlar konusunu da aşan bir zihinsizleşmeye dikkat çekmek istiyorum.

Tarafların sözcüleri birbirlerinin tavrını yanlış anlamakta, yanlış yorumlamakta ısrarlı göründüler (burada, şöyle ya da böyle solun parçası olan taraflardan söz ediyoruz). Bunların hepsi de yıllardan beri okuyup yazan (galiba daha çok ikincisi) ve 50’sini, 60’ını geçkin kişiler olduğuna göre, bireysel bir zekâsızlıktan söz etmenin fazla anlamı olmaz. Eskinin tatlı deyimiyle “objektif” bir çarpıtma zorunluluğuna, genel bir yanlış anlama ihtiyacına işaret etmek daha doğru olacak. Her birini, en az yirmi, otuz yıldır süren bir düşünme, inanma ve tavır alma süreci getirdi bu noktaya. Bu sürecin çeşitli noktalarında, “objektif” bir tarihsel gerçeklik de kazanmış bazı konumlarla özdeşleştiler. Bir kısmı “sosyalist sistemle”, onun çıkarlarıyla özdeşleşti – ve “duvarın” yıkılışından sonra da ya bu çöküşün inkârına bağladı kendini, ya da her türlü yeni duruma şüpheyle, sıkıntıyla, korkuyla bakan bir kımıltısızlığa yerleşti (TKP’li Metin Çulhaoğlu’nun bir süredir Birgün’de çıkan yazıları, bu “defansif” tavrın açık sözlü ifadesidir). Aralarında benim de yer aldığım çok daha küçük bir topluluk, “sosyalist sistemin” varolan gerçekliğiyle değil de “özüyle”, onu kurduğu varsayılan düşünsel iradeyle (“devrimci Marksizm”) özdeşleşmek istemişti; iradenin tarihsel sonucunu yine bu iradenin bozulmamış niyeti açısından eleştirmeye çabalıyordu (ama bu asalak varoluşun dışında özerk bir gerçeklik kazanamadığını ve duvarın kendi üzerine de çöktüğünü kabul etmekte güçlük çekiyor şimdi). Bir başka akım 70’li yıllarda dünya sosyalizmi içindeki bölünmelerin dışında kalmak (“Ho Şi Minh tavrı”) ve kendine daha “yerli” bir temel bulmak istemişti: uzun bir süre CHP’nin çevresinde ve içinde çalışarak bunu kısmen sağladı da. Ama “yerlilikle” özdeşleşmenin sonuçta ulusallıkla da özdeşleşmek anlamına gelebileceğini ya hâlâ anlamak istemiyor, ya da başından beri buna razı. (Bunların CHP ile ilişkisi, “devrimci Marksistlerin” reel-sosyalizmle ilişkisine benzetilebilir mi, tam emin değilim.) Yerel/ulusal dinamiklerden güç ve düşünsel motivasyon devşirmeye yönelen daha dağınık bir oluşum da vardı 70’lerden beri. Ama CHP’ye herhangi bir “ilerletici” misyon atfetmeyen bir yaklaşımdı bu; tam tersine, Kemalizmi “sivil toplumun” (ve hiç değilse bazıları için, “saf” bir sınıf mücadelesinin) açılmasının önündeki asıl engel olarak görüyordu. Dağınıklığına ve çapının darlığına rağmen sol içinden şiddetli bir tepki görmesi (özellikle 80’lerden sonra) bazı “yaralara” dokunmuş olduğunu gösterir.

Herkesin bildiği (ama her birinin de herhalde farklı terimlerle tarif edeceği) bu bölünmelere bir kez daha değinmemin sebebi, bu oluşumların belli bir programa, bir tarih okuma biçimine angaje olurken aynı zamanda belli “objektif” körlükler de edinmiş olduklarını vurgulamaktır. O programların kendi çıkarları, kendi devamlılık istekleri oluşmuştur: programı zora sokacak verileri “okumayı” reddetmektedirler. Karşılıklı yanlış anlama mecburiyeti buradan doğuyordur. Değindiğim sonuncu tavrın bazı tezahürlerinden başlayayım.

Ahmet Altan’ın ve Taraf gazetesinin “sol” sayılmadığını, hatta solun büyük kısmı tarafından asıl tehlikeli düşman sayıldığını bilmiyor değilim. Günlük gazetesinde Veysi Sarısözen’in Altan’a ve Taraf’a yönelttiği çok da sert olmayan eleştiriler son derece haklıdır. Özellikle referandumdan sonra bu gazetenin PKK’nin “sınır dışına çekildiğini” ilan etmesindeki işgüzarlık, telaş ve acelecilik, değindiğim çarpık okumanın mükemmel bir tezahürüdür: Kürt sorununu değil, ancak AKP’nin Kürt sorununu okuma biçimini okuyabiliyor Altan’ın programı; onu hafifçe daha özgürlükçü terimlere tercüme etmekle kalıyor. Altan’a bu çerçevede başvuruyorsam eğer, “sivil toplum” perspektifinin içindeki bir zaafı, bir tür zorunlu kayma ve çarpılmayı iyi örneklediği içindir, yoksa asıl tehlikeli düşman filan olduğundan değil. Tam da “PKK çekiliyor, demek referandum iyi oldu!” diye heyecanlandığı bir makalesinde (26 Eylül 2010) şöyle yazmış Altan: “Yeni bir Türkiye kuruyoruz. Seksen yıl tahakküm kuran ordu ve yargı, geriye, ait oldukları alana itiliyor. Onlar bundan sonra savunma hukukla uğraşacaklar, birer ideolojik aygıt olmaktan çıkacaklar.” Kim kuruyor veya 100-150 yıl önce farklı mıydı sorularını bir yana bırakalım, ama ordunun ve yargının “özlük alanları”, mesleki alanları, ideoloji dışı mıdır? Nötr, tarafsız bir alan mıdır? Bu kurumların sadece orada bulunmakla, kendi asli işlerini yapmakla bile asıl ideolojik işlevlerini yerine getirdikleri ne çabuk unutuluyor. “Geriye itilmeleri” iyidir, teşhir edilmeleri daha da iyidir – ama kaldırılmadıkları sürece her zaman orada olup iş görmeye (çatışmayı kimi zaman gizleyip kimi zaman da bastırmaya) devam edeceklerini görmek için mutlaka Althusser’in “devletin ideolojik aygıtlarına” dair yazılarını okumuş olmak mı gerekiyor?

Belki sadece okumuş olmak değil, unutmamış olmak da gerekiyor. Bir vakitler, 70’li yılların ikinci yarısında, en azından adamcağız karısını boğana kadar, Althusser’in düşüncelerinden de bir siyasal müdahale etkeni çıkarmaya yönelmiş bir oluşumun sözcülerinden Ömer Laçiner’in “evet-hayır” okumasındaki bir zaafa bakalım şimdi. Laçiner, vaktiyle M. Ali Aybar’ca öne sürülen “horlama” kavramına başvurduğu bir Birikim başyazısında (Ağustos-Eylül 2010) sosyalistlerin bir bölüğünün hayır oyu vermesinin bir sebebini şöyle anlatmış: “Kanımca bu noktada en önemli faktörlerden biri de, Türkiye sosyalist hareketinin bu ‘hayır’cı kesiminin, devletçi-bürokrat zümrenin avama –ve onun önde gelenleri olarak bezirganlardan türeme otantik Türkiye burjuvazisine– karşı duyduğu horlama duygusunu paylaşıyor olmasıdır. AKP’nin omurgasını oluşturan kesimi ‘burjuvazi’ diye adlandırmaktan imtina etmeye çalışmaları, bu kavramı onlara layık görmemelerinin bir sonucu gibidir.” Şu halde Laçiner’in programı, “sosyalistlerin” en azından bir kısmının, AKP’yi ve “omurgasını” tam da burjuva diye adlandırdıkları için o taraftan gelen herhangi bir “açılıma” onay veremeyeceği gerçeğini okuyamıyor. Bir kısmında “horlama” sözüyle açıklanacak bir tutum olabilir bu; sahiden TÜSİAD’ı MÜSİAD’a tercih ediyor olabilirler. Ama bir kısmını da “T” ile “M” arasındaki bu fark, tam da bu çekişme ihtimali, huzursuz ediyor olabilir: ikisini aynı kefeye koyma ihtiyacını duyuyor olabilirler. Bunca yıldan sonra, İdris Küçükömer’in karşıtlıklarının bir üstüne çıkıp, bu ihtiyacın kendisinin nasıl doğduğu, hangi zaaflardan türediği üzerinde durmak gerekmez mi? Böyle bir çaba, kapitalizmin genel ve yerel krizlerine rağmen süregidiyor olduğu gerçeğiyle uğraşmayı gerektirir: “otantik Türkiye burjuvazisi” fikrinin kapitalizme dünya ölçeğinde (Çin, Hindistan, Vietnam) yeni bir yaşama alanı açılmasıyla bir ilişkisinin olup olmadığı düşüncesi üzerinde çalışmayı gerektirir. “Otantik burjuvazi” gibi bir kavram öne süren bir sosyalist perspektifin, kendi önermesinin ürünü olarak ortaya çıkan şu türden bir kaygıyı ciddiye alması beklenir: “sahtesinin” miadı doldu, şimdi de “sahicisinin” faaliyetlerine mi katlanacağız? (Şüphesiz, bu kaygının onu dondurmasına, eleştirellikle ilgisi olmayan bir düşünsel kısırlığa hapsetmesine de izin vermemelidir.)

Yüzde 42’ye eklenen solcuların yanlış okuma ihtiyacına gelirsek… Referandumda “evet” oyu verecek herkesi “AKP destekçisi liboş” diye nitelerken görmeyi reddettikleri yaklaşım şuydu: “Kürt Açılımı” bahsinde AKP’nin sığındığı bahaneleri (ordu, yargı) elinden almak. Onu biryanda kendi geriliğiyle öte yanda Kürt halkının talepleri arasında bir tercih yapmaya, en azından bazı tavizlere zorlamak. Referandumdan önce en berrak biçimiyle Ahmet İnsel’in ortaya koyduğu bu yaklaşım “hayırcı” solun programı tarafından okunamıyordu. Bu reddin içerdiği düşünsel ve ahlaki çarpılmayı en iyi saptayanlardan biri, Radikal’de (25 Eylül 2010) Erkan Goloğlu’ydu (şair Akif Kurtuluş). Ondan aktarıyorum: “Referandumda hayır veren arkadaşlarımdan önemli bir kesiminde, kesif bir karamsarlık hakim. Bunlara ben, ‘Bir Şey Çıkmazcılar’ diyorum. ‘Evren’e suç duyurusuna katılalım tamam ama bir şey çıkmaz.’…Bir Şey Çıkmazcılar’ın bir kısmında ise bence daha yadırgatıcı bir hava var. Daha ortada referandum lafları yokken, 2009 yazında ‘Kürt Açılımı’ndan söz edilirken, bu arkadaşlarım, beni şaşırtacak ölçüde açılıma karşıydılar. Hatta yer yer milliyetçi feveranlarını bile duydum. Şaşırtıcıydı, çünkü hemen hepsi, yani aslında hepimiz diyeyim, halkların kardeşliği ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı laflarıyla büyümüştük. Bu açılımı AKP’nin yapamayacağına ilişkin esasen hiç de haksız sayılmayacak endişeler, AKP’nin bunu yapmaması gerektiğine dair umut ve beklentiye terk etti yerini. Habur’dan girişlerin ardından başlayan KCK operasyonu, açılıma kilit vurunca, bu arkadaşlarım sevinçlerini bile saklamadı. Hemen hepsi, AKP’nin Kürt meselesini yüzüne gözüne bulaştırmasından büyük bir memnuniyet duydu.”

Aktif değil, reaktif tavır derken kastettiğim tam da buydu. Enerjisini hasetten alıyordur böyle bir tavır: Kedinin uzanamadığı ciğere murdar demesi gibi, Goloğlu’nun hayırcı “arkadaşları” da kendi dışlarında gelişen her kımıltıya, her hareket ihtimaline, korku ve öfkeyle bakmaktadırlar. Ama her şey Goloğlu’nun tesbit ettiği bu kaymadan (yapamaz’dan yapmamalı’ya) ibaret de değil. Hayırcı solun içinde başından beri Kürt isyanına düşmanca yaklaşan güçlü bir “damar” da var. Yine Çulhaoğlu’ndan alacağım örneğimi (Birgün, 1 Ekim 2010). Referandumun ardından CHP’nin Kürt meselesinde eski katı inkârcılığını terk etmeye başlayacağı emarelerinden telaşa kapılan Çulhaoğlu şöyle yazmış: “AKP, referandumdaki hayırcıları CHP eliyle yumuşatma hesapları içindedir… Bu ülkede, AKP ile CHP el ele verdiğinde Kürt sorununun kalıcı biçimde çözülebileceğine, en yeni Anayasa ile ülkeye ileri demokrasi geleceğine inananlar bile vardır… Ama başkaları da vardır: Bu tür kozları yutmayacak olanlar… Bu ülkede, Kürt sorunundan, ‘ileri demokrasi’ özlemlerinden veya Anayasanın içeriğinden hareketle ülke ölçeğinde bir toplumsal muhalefet yaratmak mümkün değildir. Yapılması gereken, ülkeye musallat olan işbirlikçiliği, emek düşmanlığını, şovenizmi ve gericiliği başlıca hedef olarak karşısına alan bir toplumsal muhalefetin inşasıdır.” Şecaat arzederken… Kürt sorunundan “hareket etmeksizin” şovenizme karşı “ülke çapında” bir “toplumsal muhalefeti” nasıl “inşa” edeceksiniz? Batı sahillerini incitmemek için Doğu’nun sesini biraz kısmasını mı rica edeceksiniz? Eski TKP’nin de sık sık yaptığı gibi?

Boykotçulara gelince… Burada da reaktif tavrın izlerini görebiliriz. Boykutun farklı yorumları olduğunu biliyoruz. BDP kendi tavrının hem evet’ten hem de hayır’dan ayrı olduğunu vurgulamak için ciddi bir çaba gösterdi. İkisiyle de mesafesini korumaya çalıştı. Hatta hayırcılarla özdeşleşmeye yanaşmadığı için, ÖDP sözcüleri tarafından kınandı. Mesela Adnan Bostancıoğulu Birgün’de (20 Ağustos 2010) şöyle yazıyordu: “Bu anayasa referandumu, en basit ifadesiyle, AKP’nin başta 12 Eylül kurumları olmak üzere devletin bütün organlarında kesin bir hakimiyet kurma operasyonudur. Toplumun muhafazakârlaştırılmasına hız verilecek, neoliberal sermaye egemenliği güçlenecek, emek hareketinin yaşam alanı daha da daralacak… Referandumdan ‘evet’ çıkması halinde karşı karşıya kalacağımız bu muhtemel politik sonuçlar Kürt hareketinin umrunda değil.
Elbette kendi varoluşlarını doğrudan ilgilendiren ‘kimlik sorunu’nun her daim öncelik kazanması, Kürt hareketi açısından anlaşılabilir bir durum. Anlaşılmaz olan şu ki, bu yönde yürüttükleri mücadelede Türkiye’deki sosyalist hareketin, emekten yana güçlerin siyasi kaygılarını hiç dikkate almamaları... Oysa, yukarda bir kaç cümle ile özetlediğimiz bu kaygılar, esasen Kürt siyasetinin nasıl bir alana hapsedileceğini de tarif ediyor.
Kürt hareketinin bu tutumunun çok da yeni bir durum olduğu söylenemez. Ama son pazarlık bu ‘dikkate almama’ halinin artık hiçbir biçimde tevil edilemez bir noktaya geldiğini gösteriyor. Sınıftan kaçarak inşa edilen kimlik siyasetinin hakiki bir özgürlük mücadelesini de kapı dışarı ettiği görüldüğünde inşallah çok geç olmaz.” Bu cümleler, Kürt hareketinin en azından bu konuda ÖDP’yi ve müttefiklerini niçin “dikkate almadığını”, alamayac
ağını da gösteriyor.

BDP kendi tavrını hayır’dan da evet’ten de ayrıştırmak için epeyce çabaladı. Ama boykotçuların önemli bir bölümünün asıl kavgası “evetçilerleydi”. Niçin referandumu boykot edeceklerini açıklarken, aslında niçin evet demeyeceklerini anlatıyorlardı; “sol”un bazı kesimlerinin hayır tavrı hakkında herhangi bir şey söyledikleri görülmedi (Bkz. Radikal İki, 5 Eylül 2010). Referandumu boykot etmek, esas olarak evet dememek anlamına geliyordu bunlar için – hayır demek anlamına da gelip gelmediğini tam olarak anlatamadılar, çünkü bunu galiba kendileri de bilmiyorlardı. Böyle bir tavır da aktif değil, sadece reaktiftir: varlığınızı kendi dışınızdaki bir gelişmeye karşı gösterdiğiniz tepkiye borçlu olursunuz. Ve dolaylı yoldan, o gelişmenin yörüngesine girersiniz. Kendinizi ne olduğunuzla değil, ne olmadığınızla açıklamak durumunda kalırsınız. Güçsüzseniz böyle bir durum zaten bir parça kaçınılmazdır; ama bunu bir mecburiyet olarak görmek yerine bir tercih haline getirmeye de kalkıştığınızda kendi güçsüzlüğünüzün asıl sorumlusu haline gelmeye başlarsınız. Bakalım, on yıllardır süren o “Üçüncü Cephe” açma çabaları nereye varacak.

Hiç yorum yok: