30 Aralık 2010 Perşembe

Ne Liberal’in Lafazanlığı Ne de Vatansever’in Hezeyanı...


Hakkı Yükselen
Çinliler, beddua etmek için “İlginç zamanlarda yaşayasın!” derlermiş! Her zaman çabuk fark edemesek de galiba o “ilginç zamanlardan” birindeyiz. İnsan evladı, kendi kısa ömrü içinde uzun sayılabilecek bir süre boyunca “tarihin sona erdiği” biçiminde bir liberal hurafeye inandırıldı. Ancak bu hurafe, tarihin ve toplumun merhametsiz yasaları ve elbette kapitalizmin ertelenebilir ama kaçınılmaz krizi karşısında tarihsel açıdan çok kısa sayılabilecek bir sürede yıkılıp gitti…
Şimdi çıplak maddi gerçekle karşı karşıyayız; bilinç maddi gelişmeleri geriden takip etse de!
“İnsanoğlu kuş misali, dün neredeydik bugün neredeyiz!” denir ya aynen öyle. Birkaç yıl öncesine kadar kapitalizmin nihai zaferinden, ABD’nin yeni dünya düzeninden, imparatorluk hedefinden, Büyük Ortadoğu Projesi’nden falan söz ederken krizle birlikte, ekonomisini ancak devlet müdahalesiyle ayakta tutmaya çalışan, dünyanın en borçlu ülkesi ABD’nin, zincirleme borç krizleriyle sarsılan Avrupa’nın, genel olarak da “rol modelimiz” Batı’nın hali pür melalini konuşuyoruz. Hem de hegemonya kaybı, yeni bir emperyalist kutbun ortaya çıkma ihtimali, (Batı’dan Doğu’ya) eksen değişiklikleri, odak kaymaları, yeni güç dengeleri bağlamında…
O Sırada Türkiye’de…
Tabii, bütün bu gelişmeler ve eğilimler Türkiye’yi de etkiliyor! İnsan şaşırıyor. Haydi ABD ve İsrail’e duydukları sarsılmaz inancı, zorunlu bağlılığı, “demokratik” yakınlığı ve korkuyla karışık “militarist hayranlığı” açıkça dile getirmekten çekinmeyen kayıtsız şartsız Batıcılar bir yana, çok ama çok yakın tarihimizde “Bizi bölüp parçalamak isteyen Batı emperyalizmine (elbette Siyonizme de) karşı öyle “Avrasya ittifaklarına” falan heveslenen, (İran, Rusya, Çin vb…) hatta bu uğurda hapislere falan düşen kimi asker-sivil ulusalcılarımız (Batıcılığın bir başka türüdür.) bile memleketin Batı’dan (ve elbette İsrail’den) koparılmasından fena halde endişe etmeye başladılar. Üstelik bu kesimin içinde AKP’nin bir ABD- İsrail operasyonuyla “halli” konusunda gizliden gizliye bir umut belirdiğini bile söylemek mümkün.
Her şey bunlarla da bitmiyor. Bunca yıldır ABD’nin ve uluslararası bir Yahudi komplosunun “taşeronu” ve PKK’nin işbirlikçisi olmakla suçlanan AKP, şimdi bütün muarızlarını, aralarına elbette PKK’yi de katarak, başta İsrail olmak üzere, “Türkiye’nin yükselmesine” taş koymak isteyen dış güçlerin “taşeronu” olmakla suçluyor. Hem de bu sefer Başbakan’ın ve O’nun (Her şey O’nun ya!) Dışişleri Bakanı’nın şahsında, artık “genleşme” sürecine giren “tam bağımsız ve emperyal Türkiye hayalini görmeye başlayan kimi ulusalcıların desteğiyle! (Bak. Yiğit Bulut’un yazıları.)
Nereden Nereye!
“Tam manasıyla örtüşen çıkarlardan”, “Yeni Ortadoğu’yu el birliğiyle şekillendirmekten” söz edilen bir “stratejik” hatta “model” ortaklıktan gelinen noktaya bakın! Türkiye’nin İran konusundaki direncini; İsrail ile giderek sertleşip hatta bazen sözlü ve kimi zaman da dolaylı bir fiziksel şiddete varan (Mavi Marmara) ilişkilerini; özellikle Amerikan ve Avrupa sağında yoğunlaşan Türkiye’yi defterden silme tehditlerini “danışıklı döğüştür” diyerek es geçmek mümkün mü? Kocamakta olan bir kurt olduğuna dair bazı söylentiler, hatta işaretler olsa da henüz bu dünyada iktisadi, siyasi ve askeri olarak epeyce geniş bir yer tutan büyük ve hâlâ hegemonik bir emperyalist güç karşısında gerektiğinde geri adım atmaktan kaçınmayacak olsa da (mesela füze kalkanı anlaşması) Türkiye’nin doğrudan ABD çıkarlarını eksen almayan, kendince ve işine geldiğince “bağımsız” bir rol oynama isteği olamaz mı? “Eksen kayması” hikâyeleri bir yana, AKP hükümetinin bugünkü dünya konjonktüründe daha esnek, çok yönlü ve geçmişe nazaran daha “bağımsız” dış politikalarla kendi burjuvazisinin dünya malından daha fazla nasiplenmesini sağlayacak bir “merkez ülke”, bir “bölge gücü olma hevesine kapılması gerçekten imkânsız mı? Olup bitenler Türkiye kapitalizminin iç çelişkilerini aşmaya yönelik bir çabanın dışa dönük etki, güç ve hegemonya arayışları olabilir mi; yoksa farklı bir uygarlık arayışı yolunda eksenimiz mi kayıyor?
Hem dünyada hem de Türkiye’de bir şeylerin değişmekte olduğu kesin. Ancak bazı “antiemperyalistlerimiz” de dahil “Batı’dan kopma” korkusuna kapılanlar içlerini ferah tutabilirler ; en azından temel meselelerde.
Ortadoğu Neresi!
Her şeyden önce Türkiye, Batıcı Türk laikleri ile Amerikan neo-con’larının da iddia ettiği üzere, Batı ittifakından ve Batı sisteminden kopup Ortadoğu eksenli bir başka sisteme geçmiyor. Çünkü böyle bir sistem yok.
“Ortadoğu” ve “Arap Dünyası”, “Batı” dışında, ekonomik, toplumsal, politik ve askeri anlamda geçmişteki “Doğu Bloku”, “COMECON” ve “Varşova Paktı” benzeri bir ittifak, birlik ve sistemi oluşturmuyor. Yani “Ortadoğu”, çıkarlarını Batı ile taban tabana zıt bir biçimde belirlemiş ekonomik, politik, askeri anlamda “yükselen yeni bir güç”, yepyeni bir alternatif falan değil? Ayrıca Ortadoğu’nun, maddi temelini petrol gelirlerinden alan ve yaklaşan her cismi bir “karadelik” misali içine çeken, karşı konulamaz bir ideolojik-kültürel güce, cazip bir “yaşam biçimine” sahip olduğu da söylenemez.
Öncelikle Ortadoğu, bütün tarihsel ve kültürel (geniş anlamda) farklılıklarına rağmen bazı istisnalar dışında halihazırda Batı’nın ekonomik ve siyasi egemenlik alanına dahildir. Bu alanın koordinatları, bütün gezegeni şekillendiren kapitalist dünya ekonomisi ve yine bazı istisnalar dışında emperyalizm tarafından çizilmektedir. Yani bu manada korkulacak bir şey yoktur!
Ortadoğu tarihi, kısa veya uzun bazı kesintiler dışında kimi zaman şiddetli iç ve dış çatışmalara sahne olan bir Batılılaşma, modernleşme, laikleşme ve özünde kapitalistleşme mücadelesi tarihidir (aynı Türkiye tarihi gibi.); hatta bu çaba bir dönem “Arap sosyalizmi” (Nasırcılık, Baasçılık, Kaddaficilik vb.) ve “antiemperyalizm” şeklinde, toplamda Arap milliyetçiliği olarak Batı’ya karşı mücadele biçimini alsa da! Yine çok enteresandır, bu modernleşme ve laikleşme mücadelesi, çoğu zaman, dinsel gericiliğe ve monarşilere destek veren Batılılara karşı yürütülmüştür!
Öngörülebilir bir zaman içinde, Ortadoğu’nun ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel bir güç olarak yükselişe geçeceğine dair bir emare de yoktur. Bütün bunlar bir yana, Arap dünyası bugün için, sembolik birliğini dahi işletmekten aciz, her türlü gericiliğin etkisi altında giderek çürüyüp gerileyen bir “güçten” başka bir şey değildir. Bu şartlar altında bırakın çevresi için bir ‘model’ oluşturmayı, başkalarının modellerine, kendini Batı’ya taşıyacak modellere muhtaç durumdadır. Zaten AKP’nin dış politika yönelimindeki temel amaç, Ortadoğu üzerinde sağlamak istediği kalıcı etki yoluyla bu ihtiyacı karşılamaktır. Yani eğer bir “model” sorunu varsa bu model Ortadoğu değil Türkiye olacaktır.
Başbakan’ın Gizli Ajandası!
Ancak yine de bir yerlere gitmediğimize dair güvenceler vermek bizim haddimiz değil! Çünkü, Başbakan Erdoğan’ın beyninin gizli bir köşesinde, Ortadoğu’yu “Batı’ya karşı örgütlemek isteyen Müslüman bir Chavez veya mesela ikinci bir Ahmedinecad olma fikri yatıyor olabilir! Hatta Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın gizli ajandaları, “Osmanlı, yepyeni temellerde ihya edilecek. Laiklik ilga edilip hilafet, hatta saltanat yeniden kurulacak” türü maddeleri de içerebilir!
Başbakan belki de “Ortadoğululaşma” yani “Araplaşma”, “İranlılaşma” yoluyla otoriter, hatta İslami faşist bir rejime doğru yol alma niyetindedir.
Bu nedenlerle “Endişelenmeyin, bir şey olmaz!” diyerek insanların hükümet karşısında gevşemelerine neden olmak istemem. Yani her zaman dikkatli olmakta yarar vardır. Ancak yine de iki yüzyıldan bu yana “Batılılaşan” bir memleketin, sırf “takiyeci’ bir başbakanla onun aklıevvel dışişleri bakanının kurnazlıkları yoluyla başka bir “dünya”ya, başka bir “medeniyete” geçip geçemeyeceği sorusuna cevap vermemiz gerekir?
Başbakan’ın muhtemel gizli niyetlerine gelince, kendisi Müslüman olmaya Müslümandır, ama ikinci bir Chavez veya Ahmedinecad olmaya heveslenmeyecek kadar da kapitalist akla sahiptir. Ortadoğu’dan mülhem diktatörlük heveslerine gelince. Bunun için öyle Arap ve İran çöllerine düşmeye gerek yoktur. Batı medeniyeti örnek diktatörlük biçimleri konusunda yeterince zengin bir mirasa sahiptir!
Osmanlı’nın ihyası meselesi ise iç politikaya dönük propagandif bir söylemden öteye gitmez. Bütün bunların birbirine zıt nedenlerle hem hükümet, hem de muhalefet açısından propaganda ve ajitasyon değeri olsa da gerçek manada bir analiz değeri yoktur. Birilerinin bu tür takıntılarının olması durumunda dahi, tarihsel süreçlerin zihinlerimizde değil, ekonominin, sınıf mücadelelerinin, uluslar arası rekabet, ilişki ve çatışmalarının maddi dünyasında yaşandığını unutmayalım.
Başka Bir Dünya!
“Batı”dan kopma endişesi ise, günün birinde kapitalist dünya ekonomisi içinde, bütün yönleriyle model olabilecek hegemonya adayı yeni bir emperyalist güç çıkmadığı sürece abesle iştigaldir. (Sosyalizm ihtimali dışında.)“Batılılaşma” bu ülkenin gündemine 18. yüzyıldan başlayarak girmiş ve o zamandan bu zamana tarihsel şartların elverdiği ölçüde derinleşerek, kökleşerek ve elbette çürüyerek ilerlemiştir. Başlangıçta “devletin kurtarılması” amacıyla sınırlı olsa da, giderek bütün “Doğu’da” (Başta Rusya ve Japonya) kapitalist bir dünyada var oluşun temel şartına dönüşmüştür. Bu tür süreçler, önemli tarihsel kişiliklerin veya bazı rastlantıların da etkisiyle bazen hızlanarak, bazen yavaşlayarak, maddi gerçekliklerin gerekleri doğrultusunda işler. Eğer bu zorunlulukların dışında bir “medeniyet seçimi” varsa, bunun gerçek yönünü, yukarıda da belirtildiği üzere, bir başbakanla, onun dışişleri bakanı değil, toplumsal hareketin itici gücünü oluşturan temel sınıfsal dinamikler belirler. Üstelik tarihte kimi devlet adamları, egemen sınıfın tarihsel ihtiyaçları doğrultusunda ve kendi şahsi ideolojik formasyonlarının tam aksi yönde hareket etmek durumunda kalmışlardır. Sonuçta karşımızda inkâr edilemez bir “kapitalist dünya ekonomisi” gerçeği vardır ve bu gerçek karakteri icabı “küreseldir.” Kısacası kapitalizm sınırları içinde başka bir dünya mümkün değildir.
Şu Krizin Ettikleri!
Tabii, bütün bu “yatıştırıcı” nedenler her şeyin aynı kalacağı anlamına gelmez. Elbette bir “kayma”dan söz etmek mümkün. Ancak bu “kayma” Başbakan’ın hayal dünyasından önce dünya ekonomisinin ve siyasetinin maddi dünyasında başlamış durumda. Gelecekte nasıl bir seyir izleyeceği veya ne tür süreçlerin yolunu açacağı henüz tam manasıyla bilinmese de hâlâ içinde yol almakta olduğumuz ve henüz “kaç dipli” olduğu bilinmeyen dünya ekonomik kriziyle birlikte dünyanın “geleneksel” ekonomik ve siyasi eksenlerinde “doğu”ya doğru bir güç ve odak kaymasından giderek daha sık söz edilmektedir. Yeni dönemin “yıldızları” geçmişte kendi farklı tarihsel şartları nedeniyle diğer azgelişmiş çoğunluktan farklı bir sosyoekonomik gelişme seyri izlemiş olan bir dizi ülkedir. (BRIC, G-7 dışındaki G-20 üyeleri.) Elbette henüz kesin bir sonuçtan ziyade, geri dönüş ihtimallerini içerse de bugün için giderek güçlenen bir eğilimden söz edebiliriz. Zaten ABD’nin başarısızlığa uğrayan son “imparatorluk” denemesini de, bir eğilim olarak daha öncelere dayanan ve 2008 kriziyle birlikte daha aleni bir görüntü kazanan hegemonya zayıflamasına bağlamak gerekir. Gerileme eğilimini “Batı” açısından tersine çevireceği düşünülen “küreselleşme”, sistemi uluslararası planda ağır bir krize sokarken bir dizi ülkenin de “yükselişine” neden olmuş görünüyor. Bu durum başta ABD olmak üzere “geleneksel” Batı’ya küreselleşmenin bir “cilvesi” olarak da değerlendirilebilir!
“Bağımsız Türkiye!”
Bize gelince, Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın “eksen kaymaları” daha çok uluslararası bir eksen kayması eğiliminin yaratabileceği fırsatlardan istifade amaçlıdır. Mesela “iyi gününde” bir ABD’nin kayıtsız şartsız desteklediği bir İsrail’e “posta koymak” pek akıl kârı değildir; bunu herkes bilir! Ancak ABD’nin bu zor zamanlarında kendisi için de bir “sorun”a dönüşmeye başlayan İsrail’e karşı haşin davranışlarda bulunmak o kadar büyük bir cesaret ve “bağımsızlık ruhu” gerektirmez. (Ancak yine de tehlikelidir!) Elbette bunun bir “numara” olduğu da söylenebilir. Ancak hükümetin İran politikası da hesaba katıldığında Amerikan “demokratları” ve Avrupa “solundaki” görece örtük tepkilerin yanı sıra özellikle Amerikan Cumhuriyetçi çevrelerinde ve Batı sağında Türkiye’nin İslamcı hükümetinin sistemden koptuğuna ve bu nedenle cezalandırılması gerektiğine dair bir görüş ve öfke söz konusudur.
Unutulmaması gereken husus, Türkiye’nin yeni politikalarını aslında uzun vadede ABD ve Batı açısından yararlı bulan bir eğilimin de varlığıdır. Mesela bir zamanların CIA Türkiye istasyon şefi Graham Fuller, Türkiye ile ABD arasında uzun süredir bir çıkarlar ayrışmasının yaşandığını öne sürdükten sonra, Türkiye’nin doğrudan Amerikan çıkarlarına bağımlı politikalarla Ortadoğu’da hiçbir etki sağlayamayacağını, bu etkinin ancak kendi çıkarlarını merkeze alan bağımsız politikalarla mümkün olduğunu belirtmektedir. Fuller’a göre bu çizgi sanılanın aksine uzun vadede ABD çıkarlarına da uygundur. Zaten Davutoğlu da eksen kaymasıyla ilgili endişeli sorulara verdiği cevaplarda mealen, yeni konjonktürde hedeflerinin doğu ile batıyı, kuzey ile güneyi birleştiren bir “merkez ülke” haline gelmek olduğunu; ülkenin “Osmanlı” geçmişinin bu manada önemli bir avantaj sağladığını; gerileyen Batı’nın da Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu, bu nedenle Türkiye’yi anlaması gerektiğini; Ortadoğu’ya muhafazakâr bir demokrasiyi ve serbest pazar ekonomisini taşımayı ve bir “Türkiye modeli” oluşturmayı hedeflediklerini anlatmaktadır. Yani hazret, yeni dönemde avlarını yine Batı ile paylaşacaklarını, ancak bundan böyle avdan daha büyük parça talep edeceklerini belirtmektedir. Bu ise dünya ekonomik hiyerarşisi içinde daha yüksek bir konum ve buna bağlı olarak görece “bağımsız” bir dış politika hedefi anlamına gelmektedir. En azından Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın kafasında…
Elbette hayal etmeden hiçbir şey yapmak mümkün değildir; ancak hayallerle maddi gerçeklik arasındaki bağlantıyı doğru kurmak şartıyla. Türkiye’yi yönetenlerin ülkenin tarihsel geçmişi, sahip olduğunu düşündükleri nitelikler ve potansiyel, kendi ideolojik formasyonları ve dünyanın gidişatı üzerinden kurdukları bir gelecek tasavvurunun uygulama imkân ve sınırları nedir, bu ayrı bir konu. Ancak tarihin sonuna gelindiğine inanan bir liberal veya emperyalizm cephesinde yaprak kıpırdamadığını düşünen bir ulusalcı değilsek bu değişimin temel nitelikleri ve muhtemel sonuçları üzerine düşünmek zorundayız. Bu da konuya doğru bir perspektiften bakmayı gerektirir.
Sosyalistler…
Ancak bu noktada da, “dışımızdaki” her gelişmede olduğu üzere çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalacağımız açık. Aslında yabancısı olmadığımız bu sorunların temelinde, sadece Türkiyeli sosyalistlere has olmayan, ancak memleketimizde çok yaygın olan bir tür “antiemperyalist” bakış açısı yatmaktadır. Bu bakış neredeyse mutlak anlamda sabit, her türlü diyalektik değişimden münezzeh (adeta tanrısal) bir emperyalizm anlayışından kaynaklanır. Yani emperyalizm, mali sermayenin dünya çapındaki ekonomik, politik, askeri vs. egemenliğine dayanan; özellikle kriz dönemlerinde şiddetlenen ve kimi zaman açık çatışmalara dönüşen bir rekabetin yaşandığı; hiyerarşik, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına tâbi ve bu anlamda (yalnızca bu anlamda) karşılıklı bağımlılığa dayanan; kapitalist dünya ekonomisi bağlamında kendi iç çelişki ve krizleriyle tanımlanan bir sistem değil, bir takım şeytani işbirlikçiler vasıtası ile dört bir yanı saran, dış kaynaklı kötü bir ruhtur! Sosyalist teoriye musallat olan bütün o “milli burjuvaziyle ittifak”, “ulusalcılık”, “halk cepheciliği”, “milli demokratik devrimcilik”, “milli egemenlikçilik”, “yurtseverlik” vb. görüşler kökünü bu emperyalizm anlayışından alır. Bu nedenle sistem içi her türlü kıpırdanma veya değişim belirtisi solun genişçe bir bölümünde huzursuzluk ve bu değişimin aleniliği ölçüsünde bir günaha girme korkusu yaratır.
Bu korku çeşitli biçimlerde dile gelir. Değişim bir biçimde kabul edilse bile yukarıda belirtildiği üzere bunun daha çok bir “numara” olduğu, ilişkilerin “özü itibari ile aynı kaldığı” biçiminde ruhumuzu şeytanın iğvasına karşı korumayı amaçlayan “tövbe” makamında sözler söylemek gerekir! Bütün bu nedenlerle Marksist analizi değil, vatanseverlik propagandasını esas alan indirgemeci ve benzetmeci bir dil hükmünü sürdürür. Bu aslında, Alman sosyal demokratı Bernstain tarafından ortaya atılan orijinali reddedilse de, bir nevi “ultra emperyalizm” inancıdır!
Devrimci sosyalistler, emperyalizmin varlığına artık inanmayanlarla onun şeytani bir varlığa sahip olduğunu söyleyenlerin dışında farklı, güçlü ve devrimci bir odak yaratmak zorundadır. Neoliberal, kapitalist bir hükümete karşı mücadelemizin temelini, onun “Amerikan uşağı” olup olmaması veya çeşitli dönemlerde ABD’ye yakınlığı veya uzaklığı, dünya ekonomik hiyerarşisi içindeki yeri değil, kapitalizme ve emperyalizme karşı sınıf mücadelesi anlayışımız oluşturur. Hükümet yaptığı her şeyi, bazen “nankörce” tepkilerle karşılaşsa da burjuvazi için yapmaktadır. Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığının temel belirleyeni herhangi bir hükümetin şu veya bu politikası değil, kapitalist üretim ilişkileridir.
Devrimci sosyalizmin, liberal demokrasinin diline ihtiyacı olmadığı gibi vatanseverliğin diline de ihtiyacı yoktur
Kısacası, sınıf mücadelesi anlayışını egemen kılamazsak, bir süre sonra sol içinde birilerinin bu defa da AKP’nin “antiemperyalizminin” peşine takıldığını görebiliriz. Sakın şaşırmayalım; malum “ilginç” zamanlarda yaşıyoruz…

Hiç yorum yok: