8 Ağustos 2010 Pazar

LİNÇ KÜLTÜRÜ VE FAŞİZM

Ahmet Doğançayır

Türkiye de genel olarak milliyetçi refleks olarak kabul gören tepkilerin şiddete dökülmesi, linçlere yol açması devlet geleneğinde var olan bir uygulamadır. ‘’Milletin haklı tepkisi’’ olarak yorumlanan böylesi tepkilere meşruluk tanınması, hoş görülmesini 6–7 Eylül olaylarında,1960–80 döneminde komünist olarak damgalanan her şeye uygulanan şiddetin korunup kollanmasında görürüz. Son yıllarda benzer şekilde çok sayıda linç girişiminin yerel ve merkezi devlet görevlileri tarafından ‘’vatandaşlarımız haklı tepkilerini göstermişlerdir.’’ sözleriyle yorumlanmasında da gördük. Uzun bir süredir bir devlet politikası olarak ‘’zararlı’’, ‘’tehlikeli’’ sayılan hareketlere, kişilere, gruplara karşı ‘milliyetçi refleksi’ seferber etmek düzenleyici bir tedbir olarak iş görüyor. Devletin şiddet tekelini bir süreliğine erteleyip sorunu gerekirse millete bırakacağını göstermesi açık bir tehdit olarak kullanılıyor. Bu hem sorun sayılan kişi ve guruplara karşı bir tehdit, hem de icabında diplomasi masasına sürülen bir koz olarak kullanılıyor. ‘’milletin tepkisini kontrol edemeyiz’’gibi edilen sözler de bu tehdidi sadece dile getirmekle kalmıyor alttan alta onu teşvik ediyor. Daha önemlisi bu yöntemin karşılıklı onaya dayanarak üretilmesidir. Reflekse, hassasiyetlere seslenen kampanyalar öfke ve saldırganlığı serbest kalan toplulukların kitle hareketliliği içinde kimlik bulma ve bunu milliyetçilik ortamı içinde eritmelerine katkıda bulunuyor. Bayraklı protestolar toplumsal ilişkilerdeki çelişkilerin ve bundan doğan umutsuzluğun, kaygıların üstünü örtüyor. Kınama ve protesto gösterileri, hukuki ve sosyal kontrolden bağımsız olduğunu düşünen insanları ‘’düşman’’ değil ‘’kendilerinden’’ olmasını sağlayan bir linç gurubuna dönüştürüyor. Bu şekilde kolaylıkla linç topluluğuna dönüşebilecek kalabalıklar kendine düşman ararlar. Zaten faşizmin ‘’kitleyle’’ buluşmasını sağlayan da budur. Düşman aramak!
Hemen bütün sosyalleşme yapılarının krizde olduğu, üstelik insanların büyük kısmının canının burnunda olduğu bir toplumda kalabalıkların kendilerini içinde güçlü hissedip milli kimlikle meşrulaştırdıkları reflekslerini dışa vurmaları birileri için gaz alma aracı olarak değerlendirilirken, kimileri için yeni imkânların araştırıldığı bir alışkanlık olacaktır.
Milliyetçi reflekslerin meşruluğuna ve kollama mekanizmalarına dayanarak örgütlenen, bunun üzerinden siyaset kuran grupların varlığını unutmamalıyız. MHP ve BBP in temsil ettikleri bu çizgi rejimin bir ‘’idare etme’’ aracı olarak başvurduğu bu refleksi siyasal güç olarak kullanıyor. Onun yeniden üretilmesini, sağlıyor. Bu potansiyeli kontrol altında tutabilecekleri tehdidini sergiliyor.
Milliyetçi refleks ve faşizm
Türklüğü ölçme aracı haline gelen ‘yurtseverlik’ duygusu her ne kadar bozulmamış ezberlerin kulaklarına hoşluklar çağrıştırıyorsa da ‘iç ve dış mihraklar’ Ve ‘şer odakları’ karşısında cepheler açmaktadır. Vatanı sevmek davranışı devletin ve toplumun her an saldırıya uğrayacağı, taciz edileceği ve bölüneceği gibi bir korku psikolojisini harekete geçirerek toplumu bir linç ortamına sürüklemektedir. Her türden milliyetçilik ezilenin kurtarılması için üretilen bir dille popülerleştiriliyor ve üzerinden getiri elde edilen meta ya dönüyor. Faşizm ve onun türevleri bu yolla gündelik hayatımıza giriyor ve onu şekillendiriyor. Ortaya çıkan ve yaşanmak zorunda kalınan yıkımın yaraları milliyetçi, muhafazakâr, dinci, militarist ve kapitalist duygu durumları ile sarılmaya çalışılıyor. Artık ‘insan ölebilir veya öldürebilir, her şey vatan için’ düşünceleri ile kitle psikolojisi işletilerek milliyetçileşmenin yarattığı parçalanma kabul edilebilir kılınıyor. Yoksulluğun yıkımından uzaklaşmak isteyen ezilen kesimler kendilerini bu hale getirenleri ‘kurtarıcı-vatansever-dini bütün insanlar’ kabul ediyorlar ve dindarlık, milliyetçilik ve militarizm tek sığınılacak alan oluyor.
Bu ülkede ‘yurtseverliğin’ iyi bir şey olduğu, suç ve belaların ise aşırıya kaçmaktan kaynaklandığı söylendi. Ancak ‘yurtseverlik’ bir kez yüce bir değer sayıldıktan, hatta kutsallaştırıldıktan sonra daha fazla ‘yurtseverliğin’ daha iyi ve en fazlanın da en iyisi olduğu söylemi meşruiyet, hâkimiyet kazanır. Sorun milliyetçilikle, faşizmle değil ‘yurtseverliği’ her şeyin önüne koymakla başlıyor. İnsanlar baskıyla yozlaşır. Yozlaşma arttıkça kaba kuvvete teslim olması kolaylaşır vicdanlarının sesini susturabilmek için baskıcının tarafına geçip kurban aramaya başlarlar.
Böyle bir durumda yani eski insani değerler sisteminin ve sosyalleşme kanallarının dağıldığı üstelik giderek ağırlaşan ekonomik sorunlarla boğuşan tek başınalık, yalnızlık duygusunu yaşayan insanlara seslenecek bir faşist hareket onlara saldırgan bir ulus organizmasının parçaları olma çağrısı yaptığında etrafında koşup gelecek yığınla insan bulabilecektir.
Faşist hareketin ülkede ki bu ruh halini kullanması için ortamlar bulabilme imkânları oluşmuştur. Ortada aldatıldığı kandırıldığı şüphesini taşıyan insanlar değil iyi bir seçim yaptığını düşünen ve ya buna inanan insanlar vardır. Bu düşünce ve inanca dayanıldıklarını ciddiye alıp gereğince sarsmadıkça değiştirmenin imkânı yoktur.
Faşist harekete yönelmiş kitlelere ilişkin olarak “aldatılıyorsunuz” “kullanılıyorsunuz” şeklinde yapılan ideolojik mücadelenin sözü edilebilir hiçbir etki yaratmaması aksine ters tepki yaratıp o insanların konumlarını daha da katılaştırması bundandır.
Milliyetçi refleks etkin olabilmek için mutlaka cevap vermesi gereken bir ihtiyaca karşılık düşer. Bu ihtiyaç birilerinden veya bir ulusun üstün oldukları hissiyle doyurulabilir. Normal işleyişin halen sahip oldukları üstünlük duygunun zedeleyeceğini vaktiyle aşağı saydıklarını eşitleri haline getirebileceğini sezen toplulukların halen hâkim kimlik olan ulusa ait olmayı ön plana çıkarmaları ve buna tutunmaları faşizmin kuralıdır. Bugün Kürtlere eşit hak doğrultusunda adım atılması ve ya bu sonuca dolaylı olarak götürebileceği varsayılan iç-dış politik düzenlemeler gündeme geldiğinde anti Kürt tepkinin arttığı ve açık ırkçı nefret ifadeleri taşıyan düzeye vardığı görülüyor. Mevcut sistemin kapı bekçiliği yapan medyanın da bu linç ortamından beslendiğini ve onu beslediğini görmek gerekir.
1970li yılların sonlarına doğru antikomünizmi anti Alevilikle kaynaştıran Sünniliğin Alevilere karşı tarihsel geleneksel önyargılarını ve egemen konumunu koruma refleksini harekete geçiren bu etnik kışkırtmanın aktörleri MHP’nin uzantısı AP ve MSP himayesindeki ülkü ocaklı faşist militanlardı. Tertiplenen kışkırtmalarda sadece MHP seçmeni ve kendisine milliyetçi diye niteleyen kitle değil kendisine muhafazakâr, dindar hatta liberal diyen kitleler sünnilik ve anti-komünizm adına saldırıya geçebiliyordu. Şimdi ise kısmen antiemperyalizm görüntüsüne ihtiyaç duymakla birlikte doğrudan Türk milliyetçiliği bayrağı altında toplanan cephenin hedefinde Kürtler yer almaktadır. Metropollere göç etmiş milyonlarca çoğu Sünni Kürt buralarda yerleşik çoğunluk Sünni-Türk nüfusun boy hedefi haline gelmiştir. Bu durum faşist hareketin benzer refleksler ile harekete geçebilecek yığınlarla buluşmasına kitleselleşmesine yol açabilecektir. Karşısında güçlü bir direnişle karşılaşmaması ise ona gereken güveni kazandıracaktır. Vaktiyle MHP yönlendiriciliğindeki faşist çetelerin özellikle sağ kitleleri Maraş ve Çorum da ki gibi kitlesel katliamlara sürüklemesine benzer bir senaryonun bu kez geleneksel ülkücü faşist milliyetçiliğin özellikle kritik kentlerdeki kitlesel gücünü çok geniş kapsamlı kitlesel katliamlara çatışmalara sürükleme biçiminde devreye sokabileceğini hatta kimi kentlerde soktuğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak böylesi saldırıların tüm ülke alanını kapsaması ve yayılmasıyla oluşacak meydan savaşı “kurumlar arası savaşı” gereksiz bir formalite derecesine indirecektir.
Bugün halkın önemli bir kısmının bilerek isteyerek ırkçı davranış ve fikirleri sahiplendiğini, linç hareketlerinin birkaç faşistin kışkırtmasıyla gerçekleşmediğini görmemiz gerekiyor. Bugün “Amerika defol bu vatan bizim” diyenler, cezaevlerindeki muameleleri dile getirenler hemen Kürt ve PKK lı olarak tanımlanıyor. “Amerika defol bu memleket bizim” gibi kapitalizmin dinamiklerini bir yana koyan devletin rolünü, sınıf çelişkisini ikinci plana iten silikleştiren sloganlar milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacaktır.
Solun sorunu
Bu çerçevede sıkça tartışılan mahalle baskısı denen olayın sadece İslam’dan kaynaklandığını düşünmek gerçek bir toplumsal baskı yaratan bu ortamdan kurtuluşu biraz daha ertelemek anlamına gelecektir. Soyut bir anti-emperyalizm sömürüsü ve cumhuriyet elden gidiyor feryatları üzerinden oluşturulan milliyetçi toplamın MHP ve BBP gibi faşist partilerin güçlenmesine önayak olacağını görmek gerekiyor. Çünkü onlar kantarın topuzunun bu şekilde kaçmasını günün pratik gerekliliği olarak görüyorlar. Geçmişteki saldırgan görüntüsünden çok farklı bir usluluk halinde yayılmaya çalışan ve bundan da sonuçlar alan faşist hareket ne düşüncesini değiştirmiş ne de kuzu postuna girmiştir. Solun bu noktada durumunu netleştirmesi gerekir. Solun derdi devletin/sistemin sorunları çözmesini beklemek ve devlet/sistemin akıl hocalığı geleneğine geri dönmek mi? Yoksa devleti/sistemi karşısına almak mı?
Şu gerçeği bir kez daha belirtelim Burjuva sınıfları ilgilendiren hiçbir zaman ana yurdun savunulması olmamıştır. Onu pazarların, hammadde kaynaklarının, etki alanlarının ve mülkiyetlerinin savunulması ilgilendirir. Burjuvazi anayurdu ana yurdu savunmak için savunmaz. O özel mülkiyet haklarını, kârlarını savunur. Bu kutsal değerler tehlikeye girdiğinde anında yurtseverliği rafa kaldırır. Resmi yurtseverlik sömürücü sınıfların çıkarlarının maskesidir. Ezilen sınıfların ve sınıf bilinçli işçilerin bu maskeyi yırtıp atması gerekir. Onlar burjuva anayurdu değil, kendi topraklarında ki zulüm ve baskıya karşı mücadele eder tüm dünyanın emekçilerinin kurtuluşu mücadelesini başat kılarlar
Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.
Bugün milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık gibi kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hat yeterince oluşturulur ve mevcut kapitalist sosyo-ekonomik toplumsal sistem yok edilirse ancak o zaman dinsel ve milli kavramların yarattığı her türden ayrımcılığı, dışlama ve yok sayma politikalarını, ‘’mahalle baskılarını’’ ortadan kaldırmak ve toplumsallaşmış insanı yaratmak mümkün olur.

Hiç yorum yok: