27 Haziran 2011 Pazartesi

‘İçsel Işık’:Vicdan

Oşin Çiringel

İnsanoğlu henüz ‘vicdan’lı olamadı. Vicdanına ulaşabilseydi eğer ‘tarih öncesi çağ’ı çoktan geride bırakmış olurdu. Çünkü vicdan, insanlık tarihinin temel özelliği olan ‘vahşet’i sonlandırabilecek biricik içsel değerdir.



Bilim ve teknolojideki baş döndürücü ilerlemelere karşın vicdan ‘vahşet’i geriletemedi. 21. yüzyılın eşiğindeyiz ve hâlâ insanlar birbirlerini boğazlıyor ve koşullar elverdiğinde de birer ‘vahşet işçisi’ne dönüşebiliyorlar.


Neden?



Uygarlık geliştikçe vahşet neden yok olmuyor, saldırganlık içgüdüsü neden körelmiyor, vicdan neden hakim iç değere dönüşemiyor? Yoksa vicdan uygarlığın bir fonksiyonu değil mi? Değilse eğer, insan olmanın ve asıl yaşamın anlamı ne?



Uygarlık serüvenimiz ne yazık ki vicdanımızda kökten bir dönüşüme neden olamadı, bu nedenle de vicdan bilince çıkamadı, hep arızi bir iç değer olarak kaldı. Ruhumuzun derinliğinde sessiz ve genellikle dingin duran vicdanımız, günümüzde ancak çok güçlü etkilerle devinebilmekte, bilince çıkabilmektedir.



Vicdanı, insanın davranışlarının, amaçlarının ve karakterinin ahlâki açıdan değerlendirildiği bir ‘psikokültürel yapı’ olarak tanımlayanlar, bu yapının genellikle kültür ve eğitimle biçimlendiğini öne sürmektedirler. Bu sav, vicdana iki temel özellik atfetmektedir: Özelliklerden ilki, vicdanın öncelikle etik bir değer olarak kabul edilmesidir. İkincisi ise vicdanın bir kültür ve eğitim işi olduğudur.



Önce ilkinden başlayalım: Vicdan, gerçekten de etik bir değer midir? Eğer vicdan etik bir değerse, bu, onun aynı zamanda bir türev-değer olduğu anlamına gelmez mi? Oysa vicdanın, etiğin de ötesinde ve onu aşan bir kapsayıcılığı ve derinliği vardır. Bu nedenle de vicdanı etiğin değil, tersine etiği vicdanın bir türevi gibi görmek daha doğrudur.



Vicdanı, etikten daha derin kılan gerçek, etiğin esas olarak sosyo-ekonomik ve kültürel bir temelden kaynaklanması, vicdanın ise ‘iç’ten, ‘yürek’ten, ‘içsel ışık’tan besleniyor olmasıdır.



Etik gerçeklik, çağdan çağa, dönemden döneme, toplumdan topluma ve bireyden bireye farklılıklar göstermesine karşın, vicdan tıpkı güneş gibi sürekli ışımakta ve tüm dünyaya hep aynı ışını yaymaktadır.



Vicdan tıpkı bir soy metale, örneğin ‘altın’a benzer. Altın, içinde bulunduğu maddi ortamdan nasıl etkilenmez, örneğin paslanmaz ve bozuşmazsa vicdan da insanı kuşatan ve belirleyen toplumsal, ulusal, siyasal, ekonomik, etnik ve dinsel gerçekliklerden etkilenmez, ‘öz’ünü korur, koşullar ne olursa olsun, hep ‘içsel ışık’ olarak kalır. Vicdanın bir tek rengi vardır, o da tüm renklerin içinde eriyip yok olduğu ‘beyaz’dır. Bu nedenle de vicdan, insanları tek bir ortak paydada birleştiren biricik manevi değerdir.



Öte yandan, vicdanın bir kültür ve eğitim işi olduğu savı da gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü bu sav, içten içe vicdanın, kültür ve eğitimle biçimlendiğini öne sürmektedir. Ne var ki, tarih bize, vicdanın bir kültür ve eğitim işi olmadığını göstermektedir. Çünkü, bu sav doğru olsaydı eğer, gelişmiş ülkelerin ve bu ülke insanlarının vicdan açısından da gelişmiş olmaları gerekirdi. Bir başka deyişle, bu sav doğru olsaydı eğer, örneğin ABD en barışçı ülke, Amerikalı da en vicdanlı insan olurdu.



Oysa durum hiç de böyle değildir. 1950’li yıllardan beri giderek güçlenen ve günümüzde artık dünyanın tek süpergücü olan ABD, barışçı bir ülke değil, tersine, dilediği ülkeyi dilediği an bombalayacak kadar pervasız ve savaşkan bir ülkedir. Öte yandan bir Amerikalı’nın da vicdan açısından diğer insanlardan hiçbir üstünlüğü yoktur; koşullar elverdiğinde o da kolaylıkla bir ‘vahşet işçisi’ne dönüşebilmektedir.



Yakın geçmiş, ABD’nin ve Amerikalı’nın bu yüzünü yansıtan sayısız örneklerle doludur. Kızılderili soykırımı ve Vietnam savaşı henüz unutulmadı. Hiç kuşkusuz en çarpıcı örnek ‘nötron bombası’dır. Bu bombayla ‘vahşet’ yeni bir boyut kazanmıştır. Çünkü bu bomba çocukları öldürüyor, oyuncaklarına dokunmuyor! Vicdan bunun neresinde? Kapitalizmin en yüksek aşaması: Can çıksın, mal kalsın!



Vicdanın bir kültür ve eğitim işi olduğu savı öylesine tutarsızdır ki, örneğin bu sava göre bir bilim adamının en vicdanlı, Anadolu’nun ya da Afrika’nın gözlerden ırak bir köşesinde yaşayan ve okuma yazması olmayan bir çobanın ise vicdandan en yoksun insan sayılması gerekir. Bu, doğru olabilir mi?



Vicdanı en iyi, ‘ego’ karşısındaki içeriğiyle tanımlayabiliriz ancak. Çünkü, vicdan hemen her zaman insanın ‘çarpıtılmış ben’liği olan ‘ego’ya zıt, onu dengeleyen iç değerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıracak ve yabancılaştıracak olan ‘ego’ kaynaklı her eylem, her fikir, her tutum vicdan engeliyle karşılaşır.



İnsanın en soylu değeri olan vicdan, içimizdeki ‘adalet sarayı’dır. Bu sarayda ne yargıç, ne avukat, ne anayasa, ne yasa, ne jandarma, ne de mübaşir vardır. Bu sarayda bütün bunlar ‘tek’ ve ‘bir’dir. Bu sarayda salt ‘özyargılama’ya tanık olunur. Eğer yargılama sonunda ‘öz’ suçlu bulunursa, suçun içeriği ve boyutu ne olursa olsun hep aynı ceza yaşanır: Vicdan azabı!



İnsan, her şeyden kaçabilir, ama kendinden, kendi vicdanından asla!



——————–



Not: Bir Hıristiyan mezhebi olan Quakerlar vicdanın, ‘içsel Işık’ın (Inner Light) algılanmasında rol oynadığını vurgulamaktadırlar.

Hiç yorum yok: