7 Şubat 2013 Perşembe

Irkçı Söylemin Esareti


Mahmut Balpetek

12 Eylül 2012 tarihinde başlayan açlık grevlerine Abdullah Öcalan’ın Kasım 2012’de kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşmesi ve onun aracılığıyla müdahale etmesi dolayısı ile açlık grevlerini sona erdirmesi, Türkiye’de yeniden barış rüzgârlarının esmesine yol açtı.


Devamında İmralı görüşmelerinin başlaması, ardından Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanları Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk’ün İmralı görüşmelerine dâhil edilmesi gibi ardı ardına atılan karşılıklı adımlar, esen rüzgârı daha belirgin hissetmemize neden oldu. DTK Eşbaşkanlarının görüşme sonrası temkinli ve itidalli açıklamaları, yeniden gelişmesi muhtemel sürecin, akamete uğramış Habur denemesinin verdiği tecrübenin üzerinde inşa edileceği algısını hâkim kıldı. Küçümsenmeyecek medya, azımsanmayacak aydın desteği toplumda barış beklentisini “neden olmasın” noktasına evriltti.



Kendi öncülü olan SHP’nin Kürt raporundan, yaklaşık çeyrek asır sonrasında utangaçça bir biçimde de olsa Kürt sorununun çözümü için tutum almaya çalışan CHP’nin Genel Başkanı aracılığı ile sürece kredi vereceğini beyan etmesi önemli bir ilk oldu. CHP’nin, bütün sorunlu duruşu ile birlikte AKP’nin omuzlamaya cesaret edemeyebileceği ağırlıktaki bir yükü azaltmaya dönük bu tutumu ile bir dizi ilk birbirine ilmiklendi. Daha önemlisi üç Kürt kadın siyasetçinin, caniyane bir suikast sonucu Paris’te öldürülmesinin arkasından oluşan muammalı toplumsal ruh hali, cenazelerin karşılanması ve ardından Amed’deki törende toplanan yüz binlerin intikam ve savaş naralarının aksine barış talebini öne çıkarmaları, muhtemel çözüm sürecini pozitif bir çerçevenin içine yerleştirmede itenek işlevi gördü.



Yüz binlerin toplaşmasının yanı sıra tek bir olay olmadan sonlanması, Amed’in barışa tam destek verdiğinin açık ifadesiydi. Amed etkinliğinin ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “Diyarbakır’dan yükselen yüz binlerin mesajını aldık” biçimindeki açıklaması, bisikletin devrilmesini önlemek için pedalın aralıksız çevrileceğinin mesajı şeklindeydi. Bu dolayım ile barış ve demokratik çözüm için önemli bir siyasal toplumsal dinamik çevresinde konsesus oluşmuş gibiydi. Bu atmosfer, bir nebze de olsa ırkçı savaş sevicilerinin elini zayıflatmış, rüzgârı barış yönüne doğru rotalatmıştı. Bütün bu gelişmelere hatırı sayılır medya desteği eklenince bugüne değin olmadığı kadar barışın nesnel koşuları olgunlaşmış oldu. Bu tablo karşısında ırkçı savaş sevicileri geri çekilmek ve pusuya yatmak durumunda kaldılar. Bu durum, aynı zamanda ırkçı savaş sevicilerini, saldırı pozisyonundan savunma pozisyonuna çekilmelerini sağlamıştır.



Bir AKP Klasiği



21 Ocak günü Başbakan Erdoğan’ın Gaziantep’te yaptığı “Bazıları rahat durmuyor. Ya ne oluyor da yetmiyor mu? Otur oturduğun yerde. Makamsa makam, milletvekilliğiyse milletvekilliği, parlamentoya da giriyorsun, cumhurbaşkanı da oluyorsun. Ne istiyorsun? Rahat ol. Tutturmuşlar; ‘Kürt sorunu’. Ben Kürt sorunu diye bir şey tanımıyorum. Kürt kardeşimin sorununa evet, Kürtçülüğe hayır” içerikli ırkçı konuşma, pusudaki ırkçı savaş sevicileri pusudan çıkarmış ve savunma konumundan saldırıya geçmelerinin olanaklarını yaratmıştır. Zira bugün için Kürt sorunu yoktur demek, Kürtler ve diğer farklı kimlikler Türklerle eşit olmaz anlayışı ile eş anlamlıdır.



Anadilde Savunma Hakkı’nın görüşüldüğü TBMM’de CHP ve BDP arasındaki tartışmalarda CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in meclis kürsüsünde söylediği “Kürt milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızcılık diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz” sözleriyle beklenen saldırının fitili ateşledi. Zira bu saldırı hamlesi ile birlikte, CHP’nin içindeki ‘Ulusalcı’ kanadın Kürt sorunu konusunda ırkçı ve faşizan söylemlerinin dozunun gittikçe arttırarak sürdürmesinin kapısını araladı.



İkincisini tetikleyenin birinci konuşma olduğunun hakkını teslim ederek devam edecek olursak, her iki konuşmanın çok derin ortak paydaları olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu ortak paydanın birincisi tarihsel, ikincisinin ise aktüel arka plandır.



Tarihsel Arka Plan (“Tek devlet, tek bayrak, tek millet” paradigmasının farklı aforizmalarının tarihsel arka planı) “Zo diyenleri ortadan kaldırdık, şimdi sıra Lo diyenlerde” Sakallı Nurettin Paşa (1920). 1921 baharında başlayan Koçgiri İsyanı’na karşı Erzincan ve Dersim’i kapsayan Elazığ Livası’nda faaliyet gösterecek 3.ordunun başına atanan Sakallı Nurettin, görevine başlarken “Zo diyenleri ortadan kaldırdık, şimdi sıra Lo diyenlerde…”sözlerini sarf etti.



Sakallı Nurettin, Ermenileri bitirdiklerini sıranın Kürtlere geldiğini söylemektedir. Yani inkâr söz konusu değil. Ancak özgürlük ve eşitlik talep etmek ve bu doğrultuda mücadele etmeleri durumunda Ermenilere reva görülen uygulamanın Kürtler için de devreye sokulacağının tehdidi vardır. Tıpkı, Başbakanın konuşmasında “bazıları rahat durmuyor” ifadesinde olduğu gibi. Bu anlayışa göre rahat durmayanın cezası dayak olsa gerek. Yani iki görüşte de inkâr değil tehdit var.



Yine aynı anlama gelecek başka bir sözü 1930 yılında İsmet İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklara sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” şeklinde söylüyordu. Bu açıklamada da örtükte olsa başka etnik kimliklerin var olduğunun ikrarı vardır. Benzer bir açıklamayı, 9 Ekim 2012 tarihinde Başbakan Erdoğan tarafından grup toplantısında, “Anadilde eğitim, öğretim. Yok böyle bir şey. Bizim ülkemizin resmi dili Türkçe’dir. ‘Bu bir haktır’ iddiasında bulunanlara sesleniyorum; bu bir hak değildir.” diyerek yapıyor. Özetle farklı etnik kimliklerin eşit haklara sahip olmayacaklarının savunusudur. Birgül Ayman Güler’in görüşü de dayanağını bu anlayıştan almaktadır. Bütün bunları en özlü biçimde 1930 yılında Soyadını Atatürk’ün verdiği Adalet Bakanı Mehmet Esat Bozkurt, “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi ve sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların tek hakları vardır hizmetçi ve köle olma hakkı, dost düşman hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin” ifade etmişti.



Bu açıklamada inkâr yok. Kimin efendi kimin köle olacağının tarifi var. Bu görüş hem Başbakanın savunusuna hem Birgül Ayman Güler’in görüşüne esin kaynaklığı yapmaktadır.



Hem başbakanın hem de ana muhalefet partisinin sözcüsünün beyanatları, cumhuriyet tarihinin ırkçı, şoven damarının bütün özeliklerini içinde barındırıyor. Gerek Başbakanın “Kürt sorunu tanımıyorum… Anadilde eğitim, öğretim. bu bir hak değildir ” ifadesi gerek Birgül Ayman Güler’in “Kimse bize Kürtlerle Türkleri eşit gösteremez” açıklaması eşitsizlik halinin devamından yana olduklarının ifadesidir. Dolayısı ile her iki ifade de ırkçı geleneğin ayak izleri var.



Aktüel Boyut, Savaş Suçu



Çökmeye yüz tutmuş yüz yıllık bir tarih tezi ile karşı karşıyayız. Yalan ve aşağılayacı bir zihniyet üzerine inşa edilmiş bu tez, tarihin çöp sepetine doğru yol alıyorken, statükocu güçler bunun karşısında direnç göstermektedirler. Bölgede ve coğrafyamızdaki, baş döndürücü gelişmeler karşısında çaresizlik içinde türdeş salvolar boca etmektedirler.



Çökmekte olan yani gitmekte olan, tarihteki yerine gitmemek için direnirken; gelmekte olan, doğum sancılarını arkasında bırakıp ortaya çıkmakta zorlanmaktadır. Tam bir ara dönem içinde olduğumuzu söylemek abartı olmaz. Eski tez inandırıcılıktan ne kadar uzak ise gelişmekte olan da toplumun bütünü tarafından kucaklanmaktan o kadar uzak gibi görünmektedir. Bu ara dönemin en karakteristik özelliği siyasetin farklı yelpazelerinde yaşanan gel-git halleridir. Bir taraftan gelişmekte olan karşısında eriyen eskiye, total olarak sahip çıkmaktan korkarlarken öte yandan, yüz yıllık resmi tarih anlayışını bir tarafa bırakıp, gelişmekte olan anlayışın yanında durmaktan, onun doğumunu kolaylaştırmaktan korkar haldedirler. Dolayısı ile her ırkçı açıklamanın ardından “yanlış anlaşıldım” savunusu geliştirilmektedir. Bu ikili kişilik yapısı, dünyada yükselen ırkçı ideoloji ile rezonansa girerek toplumsal atmosferi germekten çok zehirlemekte, barışın gelmesini geciktirmektedir. Bu durum savaşın devamı, daha fazla kan ve gözyaşına yol açmaktadır.

Hiç yorum yok: