1 Mart 2013 Cuma

Barış, Milliyetçilik ve Günah Keçileri


Ferhan Umruk



‘‘Böylesi bir millet tanımı Türkiye’de yaşamakta olan ve dini islam olmayan Hıristiyan, Yahudi gibi dinleri benimsemiş insanları kapsamaz. Nasıl olsa Hıristiyanlar Anadolu’dan sürüldüğüne göre bu konu bir teferruat olarak mı değerlendirilmektedir? Herşeyin ayrıntıda gizli olduğunu bir an bile unutmamak gerekir. Muktedirin Türk-Kürt barışının anahtarını müslüman ortak kimliğinde dayatıp, Rum, Ermeni. Yahudi kimliğini günah keçisi olarak ötekileştirmesi yoluyla elde edileceği düşünülen bir barışın mümkün olduğu sanılıyorsa aldanılmaktadır.”




Dünyanın günümüzdeki siyasi gidişatının belirleyici parametreleri pre-modern dönemin din, mezhep ve etnik kimlik olgularına dönüşüyor ve tüm toplumların tarihi bir kabus gibi günümüz toplumlarının sırtına çöküyor.



Milliyetçinin, toplumların tarihinin milletlerin mücadelesi tarihi olduğu tarifi, siyasal dinin tarihi dinler mezhepler tarihi tarifi aktüel algı haline dönüştüğü ölçüde, insanlığın ufku dipsiz kuyunun içerisinde çırpınıyor. Zira milliyetçinin de, siyasal dinin de yaptığı tarifler, insanlığın değil kendisinin egemenlik kurması üzerinden yapılan tarifler. Bu bakımdan da ayrıştırıcı ve etnik, dini boğazlaşmaların kapısını ardına kadar açıyorlar.



Milliyetçi siyaset ile siyasal dinin birbirinin alternatifi mi, birbirini tamamlayan aktörler mi oldukları irdelenmeye değer bir olgudur. Birbirlerine rakip olduklarında bile aynı zihinsel cephanelikten beslendikleri bilinen bir vakadır.



Sadece bir hatırlatma yaparak saptamayı doğrulayalım. Bilindiği üzere Türkiye’de 60’lı yıllarda milli görüş anlayışı ve Milli Nizam Partisi’yle zuhur eden siyasi islamın siyasi programının temel ekseni her türlü kötülüğün kaynağı olan Masonların ve Yahudilerin yenilgiye uğratılmasıydı. Türkiye’nin 90’lı yılarında bu defa ulusalcı (milliyetçi) siyasi güç odağı, yani Genel Kurmay, CHP, MHP, sosyalist! ulusalcılar, Tüsiad burjuvazisi koalisyonu Yalçın Küçük gibi ideolojik kurmayların çabalarıyla isimlerden gizli Yahudileri tespit ederek Yahudi komplosunu, Generaller de Hıristiyan misyoner faaliyetlere odaklanarak, Rahşan Ecevit’in din elden gidiyor feryadını takip edip Hıristiyan komplosunun peşine düştüler. Bütün bunlar siyaseti din eksenine dayayanla, ulus eksenine dayayanın sembiyotik bir ilişki içinde olduğunu gösteriyor. Çünkü her ikisinin de dünyayı okuma biçimi insan penceresinden değil onun dini veya ulusal kimliği penceresinden oluyor. Bu iki pencere de kenetlenmiş olduklarından birbirlerinden besleniyorlar.



Yakın siyasi tarih, muktedirlerin ulusalcı-laik ve İslamcı siyaset olarak kamplaşarak sürdürdükleri iktidar mücadelesi ile belirlendi. Geçtiğimiz günlerde bir barış sürecinin başlamasıyla birlikte Başbakan Erdoğan’ın , yukarıda sözünü ettiğim bu iki odağın sembiyotik ilişkisi saptamasını yerle yeksan edecek sözleri gündeme oturdu, Mardin’de yaptığı konuşmada şunları söyledi:’ Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle çıkmasın, kimse bizim karşımıza Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız’ Erdoğan’ın bu sözleri siyaset arenasını sarstı. Her türlü bağlamından soyutlayarak ele alındığında bu sözler Einstein’ın dediği gibi insanlığın bir çocukluk hastalığı olarak nitelenecek milliyetçiliği terk ederek enternasyonalizmi şiar edinen sosyalistle Erdoğan’ı yanyana getiriyordu. Kuşkusuz Erdoğan’ın böyle bir maksadı yoktu, o, siyasette referans aldığı islamın kavimciliği reddeden ayetinden hareket ederek müslüman toplumda etnik ayrımcılığa yer olmadığını işaret ediyordu. Böylesi bir referans kaynağıyla hareket edildiğinde dinsel, mezhepsel ayrımcılığın önünün açılacağı da aşikardı.



Erdoğan özellikle CHP’nin Dersim’li Alevi Başkanı Kılıçdaroğlu’nun cengaverce yaptığı Türk milliyetçiliği saldırısı karşısında geri çekilerek, önce her türlü milliyetçiliğe değil şu tür milliyetçiliğe karşı olduğunu ifade etti;’ Biz milliyetçiliği ayaklar altına alıyoruz” derken etnik kökene kafatasçılığına dayalı bir milliyetçiliği kast ediyoruz. Biz CHP gibi ayrımcı bir milliyetçilik tanımını ayrımcılık olarak görüyoruz’ Sonra da Atatürk’ün 1920’de milli mücadelenin başlarında Çerkez, Kürt halklarını savaşa katmanın yolu olarak tercih ettiği dinsel kimliğin ortaklığı temasını kendi fikriyle örtüştürdü;’ “Efendiler, Meselenin bir daha tekrar etmemesi ricasıyla (Demek ki o da bunalmış) bir iki noktayı arz etmek isterim. Burada maksut olunan Meclis Ali’mizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Kürt değildir yalnız Çerkez değildir. Anasırı İslamdır diyor. Samimi bir mecmuadır diyor.” Erdoğan’ın referans aldığı Atatürk’ün sözlerinin bir döneme tekabül ettiği, daha sonraki dönemde, farklı etnik kimlikleri zorla Türkleştirme politikasına döndüğü aşikar bir hakikat olarak su yüzüne çıkmış bulunuyor. Ancak burada dikkate alınması gereken nokta Erdoğan’ın millet (ulus) tanımını dinsel kimlik üzerinden yapmış olmasıdır.



Böylesi bir millet tanımı Türkiye’de yaşamakta olan ve dini islam olmayan Hıristiyan, yahudi gibi dinleri benimsemiş insanları kapsamaz. Nasıl olsa Hıristiyanlar Anadolu’dan sürüldüğüne göre bu konu bir teferruat olarak mı değerlendirilmektedir? Herşeyin ayrıntıda gizli olduğunu bir an bile unutmamak gerekir. Muktedirin Türk-Kürt barışının anahtarını müslüman ortak kimliğinde dayatıp, Rum, Ermeni. Yahudi kimliğini günah keçisi olarak ötekileştirmesi yoluyla elde edileceği düşünülen bir barışın mümkün olduğu sanılıyorsa aldanılmaktadır. Yarın din birliği süratle mezhep birliğine döner. Böyle bir barış yeni savaşların habercisidir ancak. Buradan Orwel’ın 1984 romanında olduğu gibi ‘Barış savaştır’ şiarı çıkar. Bu tarzın muktedirler tarafından kullanılmasına da yabancı değiliz. Kıbrıs’ı işgal edip oradan çıkmayan Türkiye egemenleri, bu işgali ‘Barış Harekatı’ olarak yürütmüştür.



Dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de politik atmosferinin din, mezhep ve etnik kimlikler üzerinden şekillendiği bir dönemden geçiyoruz. Verili koşullar böyle olduğunda muktedirin de ezilenin de zihin dünyası benzer faktörler üzerine şekillenmeye başlıyor. Son İmralı görüşmesinde Abdullah Öcalan’ın şu sözleri bu durumun açık bir örneğidir:’ Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar. Aslında Sırrı Sakık’ın Kafkaslardan geldiler sözü doğruydu ama açıklayamadı. Kürtler kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır. Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir.’’



Devletlerin uluslarası politikaları ulus-devletin çıkarlarını korumak üzere şekillenir, bu bir realitedir ama bu realite sosyalistin veya sisteme muhalif görüş sahibinin görmesi gereken ama ufkunu bununla kısıtlamaması gereken bir realitedir. Dünyayı milletlerin ve dinlerin mücadeleleri tarihinin belirlediği anlayışının kısıtı dahilinde algıladığımız takdirde bu kısıtın bizi sürükleyeceği yer etnik ve dini boğazlaşmaların realite olduğunu kabullenerek onun bir unsuru haline gelmektir.



Burada şöyle bir soru gelebilir: Evet, milletler ve dinler savaşı çözümsüzlüktür, ancak dünya bugün bunu aşacak bir insanlık cumhuriyeti kurup tüm insanları sosyal ve kültürel eşitlik ve özgürlükte birleştirmiş değildir. Ulus devletler varlığını sürdürüp çıkarlarını korumakta, devlete veya bir statüye sahip olmayan uluslar, etnisiteler ezilmekte zulüm görmektedirler. Onların verili koşulları kendi lehlerine kullanıp şimdi egemen uluslarca yapıldığı üzere başka ulusların zararına kendi ulusunun çıkarına davranıp devlet veya statü kazanması hakkı yok mudur?



Bu soruya sosyalist tarafından ikirciksiz olarak verilecek cevap evet hakkı vardır olur  . Zira verili koşulların egemen uluslara statü sağladığı dünya kapitalist sistemi varolduğu sürece ezilen ulusların bu statüye kavuşma talepleri ve mücadeleleri haklıdır.



Ancak bu haklılık verili koşulların zihniyet dünyasının kısıtları içerisinde şekillenerek politikaları belirlediğinde artık sisteme karşı mücadelenin bir unsuru olmaktan uzaklaşıldığı sistem içi bir çözümün unsuru olunduğu da belirlenmelidir.



Yukarıdaki soruya liberal evet demeyecektir. Başka şeyler söyleyecek, ulusların eşitliğinden söz edecek, ulus devletlerin birbirlerine haksızlık etmeyecekleri bir dünyayı tasavvur edecek hatta dünyanın küreselleştiğini zaten ulus devletlerin miadını doldurduğunu anlatarak pembe tablolar çizecek ama şunun hiçbir şekilde sözünü etmeyecektir. O da şudur: Büyükten küçüğe hiyerarşik ulus devlet düzeni kapitalist dünya sisteminin siyasi biçimidir. Kapitalizmin sömürü sistemi sosyal olarak, tüm dünyada ulus devlet sistemi üzerinden varlığını sürdürür. Ulus devletlerde bu hiyerarşik zincirde başka ulus devletlerin aleyhine kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler.



Barış süreci veya çözüm süreci olarak adlandırılan bu görüşmelerin şimdi konuşulan inandırıcılığı, samimiyeti üzerine yorumları veya aldatılma olasılıklarını bertaraf edecek olan varlığı inkar edilen, imha uygulanan, buna karşın, ağır bedeller ödeyerek fiilen kazanımlar elde eden ve tarihsel bilince sahip olan Kürt halkıdır.



Adaletsizliğe, zulme, eşitsizliğe neden olan ulus devlet sistemini yaratan kapitalizm gerçekliğini saptayan sosyalist de, sistem muhalifi de kapitalizme karşı mücadele görevini bir kenara itemez.



O zaman son söz Che’den olsun ’Gerçekçi Ol,İmkansızı İste’

Hiç yorum yok: