19 Mart 2013 Salı

Türk Burjuvazisinin Şiddeti: Askeri Darbecilik


Ahmet Doğançayır

Türkiye de sınıfsal özü bir tarafa bırakılarak devletin ve demokrasinin toplum içindeki çelişkiler konusunda ki yanlı konumu farklı tutumların doğmasına yol açmaktadır. Bu durum bizi özellikle liberal ve sol liberal denilen kesimin açıklamalarıyla karşı karşıya getirmektedir. Bu kesimler askeri darbeleri tek başına asker ve sivil bürokrasiye fatura ederek burjuvazinin ve burjuva partilerin bu müdahalelerdeki rolünü inkâr etmektedir.

Öncelikle Türkiye de askeri müdahalelerin burjuvazinin bir hâkim sınıf olarak çıkarlarından bağımsız olarak anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Darbelerle herhangi bir şeyin tahkimi ve yenilenmesi olmuşsa bu, burjuvazinin emekçi sınıflar üzerindeki sorgulanamaz hâkimiyetinin yenilenmesidir. Burjuva partileri de çatışma dönemlerinde askeri yönetimlerle her an ortak bir zemin bulmaya ve uzlaşmaya hazır bir tutum takındılar. Sınıflar belirli anlarda belirli partilerden desteklerini çekebildikleri gibi, partilerde belirli koşullarda kendi yapılarını koruyacak tavırlar geliştirebilirler. Ama her durumda burjuva partileri temsil ettikleri veya temsil etmeye aday oldukları sınıfın çıkarlarının tanımladığı alanın dışına çıkmak istemezler. Manevraları hep bu alanın içinde kalır. İşte bu durum burjuva partilerinin hem neden demokrasi lafazanlığına giriştiklerini açıklar, hem de bu lafazanlığın her an uzlaşmaya hazır doğasını açıklar. Diktatörlüklerden sonra gelen ‘’demokratik aşama’’, büyük kurumsal değişikliklerde ve çeşitli devlet aygıtlarının önder kadrolarında yapılan esaslı değişimlerde vücut bulur. Ancak bütün bunlara rağmen bu görevden almalar ve değişimler gene devletin devamlılığı sınırları içinde kalır. Böylesi koşullarda devlet aygıtlarının arındırma işlemleri devamlı olarak sınıfsal güçler dengesinin zorunlu kıldığı sınırlarla karşılaşacağı açıktır. Sonraki mücadeleleri için burjuvaziye çok faydalı olabilecek geniş bir devlet görevlisi kesimi yerlerini korumaya ve yeniden kurulmakta olan siyasi aygıtla yakın ilişkiye devam eder. Bu durumun daha da açığa çıkmasının bir nedeni de burjuvazinin geleneksel siyasi personelinden bir kısmının diktatörlüklerle işbirliği içinde olmasıdır.
Toplumda bugün yaygın güven oluşturmaya yönelik görüş piyasa ya da parlamenter demokrasinin var olan biçimleri ya da uygulandığı gibi ikisinin bileşiminin geçmişte olduğu gibi gelecekte de sorunları çözeceği şeklindedir. Ancak birçok insan bu sorunların nedeninin zaten kapitalist piyasa ve eski tip demokrasinin bileşimi olduğunun ya da en azından böyle bir formülün bu sorunları önleme ve çözme gücünden yoksun kaldığının farkına varmaktadır. Böyle bir ortamda bir takım otoriter alternatifler için sürekli zemin hazırlanıyor. Egemenler ve uzmanlar yönetimlerini, mevcut seçim sisteminden korumak ve ezilen sınıfları bu alandan uzaklaştırmak üzere ciddi planlar yapıyor. Bunun eğer mümkünse şimdiki seçim sistemleri içinde hükümetin becerileriyle anayasa çerçevesinde, başka çare yoksa yöneticiler, mali kurumlar, polis asker ve de ‘’tarafsız’’ ya da ‘’milli’’ politik liderlerle sözde yetkililerin doğrudan denetlemesi biçiminde anayasaya aykırı bir yöntemle yapılması düşünülüyor.
Türkiye de iktidarın her yaptığını ‘demokratikleşme’ adına alkışlayan, her itirazı da askeri vesayet rejimine destek vermek olarak tanımlayan kesimler, aslında iktidarın işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin muhalefetini ezme çabasına destek oluyorlar. Oysa yaşanan Ergenekon söylemi çerçevesinde,‘’ demokratik açılım’’ görünümü altında yeni bir muhafazakâr otoriter devlet yapılanması oluşturmanın yolunun açılmasıdır. Askeri vesayetten kurtulma yönünde herhangi bir adım atılmadığı gibi devralınan devlet mantığı ve işleyişinin ‘’yeni vasilere’’-AKP seçkinlerine ve onların ‘’tek adamına’’- uyarlanmakla yetinildiği görülüyor. Liberalleşme ile birlikte giden demokratikleşme süreci içi boş bir süreçtir. Çünkü göstermelik olarak bir takım demokratik haklar verilse de bu hakları kullanacak olanlar piyasa yoluyla pazarlık gücünden yoksun bırakılıyorlar. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. AKP temel karakteri itibariyle neo-liberalizmi savunan bir partidir. AB ye eklemlenme ve AKP iktidarı yoluyla yürütülmeye çalışılan sürecin demokratikleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu süreç emekçi kesimler lehine herhangi bir kazanım içermeyen AB-ABD eksenli bir emperyalist sermayeye eklemlenme sürecidir. Yani neo-liberal dalga emekçileri ve ezilenleri daha güçsüz kılmayı hedeflemektedir.
Şu gerçeğin bir kez daha altının çizilmesi gerekiyor: Esas olarak demokratikleşme süreçleri özellikle bu sürece işçi sınıfı öncülük etmiyor ve kendi lehine düzenlemeler için süreçte aktif olarak yer almıyorsa asıl olarak bir burjuva politikası olduğu ve kapitalist hegemonyayı sağlamlaştırmanın bir aracı olarak iş göreceği açıktır.  İşçi sınıfına ve ezilenlere doğrudan ve kısa vadede bir fayda getirmeyen demokratikleşme gerçek bir demokratikleşme olmayacaktır. Bugün de adına ‘’demokratikleşme’’ denilen sürecin sınırları girilen aşamanın izlediği yolla ilgili değildir. Aşamanın kendisi ile ilgilidir. Çünkü burjuva devleti içindeki her ‘’demokratikleşme’’ gibi bu da asıl unsura yani devlete gelip çatar.
Güçler dengesinde farklılaşmalar olsa bile bunlar arasında ‘’akrabalıklar’’ söz konusudur. Sınırlar bazı devlet personelinin temizlenmesinde ya da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesinde ortaya çıkmaz. Aşılamayacak sınır devlet aygıtını kurumsal şekilde sürdürmek yoluyla onun devamlılığını sağlamaktır. Dolayısıyla ‘’demokratikleşmenin ‘’ sınırları burjuva devletin kendi sınırlarıdır. Bu da bize gerçek bir demokratikleşmenin (demokratikleşme ile sosyalizm arasına duvar çekmeye çalışan aşamalı devrim anlayışının aksine ) ancak aşamaları sürekli olarak sosyalizme doğru gelişen gerçek bir süreç yoluyla elde edilebileceğini gösterir.
Büyük uzlaşma
‘Askeri vesayete karşı demokrasi mücadelesi’ görünümlü söylem öyle bir hale getirildi ki sanki yakın tarih komplolar tarihi oldu. Türkiye de ‘’yeni muhafazakâr’’ siyaset kendi hesaplaşmasını ve provokasyon dediği olaylar içindeki yerini gizlemek adına bütün olup biteni ‘’derin devlete’’ ve onun komplolarına atıp işin içinden sıyrılma çabası içinde oldu. Bu anlayışla sağ siyasal akımları ve o safta olanları yaşanan o süreçlerin dışında tutarak fazlasıyla kurnaz bir şekilde geçmişi temize çekme faaliyeti yürütülüyor.
Bugün Türkiye de başlangıçtan itibaren diğerini yok etmek değil, hegemonyasını kalıcılaştırmak ve diğerine kabul ettirmek mücadelesi veren, aslında uzlaşmaz olmayan ‘İslamcı-milliyetçi muhafazakâr burjuva kampların’ ve partilerin birleşip aynı kulvarda koşmalarından bahsedilebilir. Türkiye burjuvazisi merkezi tahkim manevrasının son rötuşlarını yaparken, aynı zamanda kendini bu konuma taşımış bazı unsurları merkezin dışına atmaya çalışıyor. Muhafazakâr kampın öbür tarafında merkezi tasfiyelerle güçlendirme görevi Ergenekon operasyonu ile yerine getirilmeye başlanmıştır. Yaşanan gelişmeler bu tasfiye halinin olabildiğince az sayıyla sınırlandırılarak kesileceği operasyonun hazırlık safhasında kararlaştırılmış olduğunu gösteriyor. Ergenekon örgütünün şu an tutuklanmış olanlarla sınırlı olmadığı anlaşılıyor. Cuntacılığın karakteri gereği birbiriyle rekabet hatta çatışma durumunda olan ilişkileri birbirine dolanmış ve şimdiye kadar bir kısmı ortaya çıkmış daha birkaç odağın varlığının söz konusu olduğu ortaya çıkmıştır. Yürümekte olan operasyonu başlangıcından itibaren ve takip eden safhalarda yüzlerce kat ilişkinin rejimin odakları tarafından bilgisinin edinildiği ve buradan seçtiklerini Susurluk’ta olduğu gibi daha dikkatli ve sınırları belirlenmiş bir şekilde kamuoyuna sunulduğu söylenebilir. Bu konuda yapılan uzlaşmanın AKP’yi iktidara geldiği tarihten beri destekleyen emperyalist sermaye güçlerinin ‘’isteğiyle’’ orduyu da içerdiği, onun en azından zımni onayı ve belki de desteğiyle girişimlerin düğmesine basıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. AKP’nin neo-liberalizmle uyumlu ‘’muhafazakâr’’yapısı nedeniyle sivil-asker bürokrasiden ‘’derin devlet’’ve çeteler konusunda göreceği direnci sivil-demokratik anayasa kampanyası ile aşmak yerine ‘’kurumlar arası’’pazarlık diplomasisi ile zamana yayarak hafifletmek yolunu seçmesi doğaldır. Kurumsal uzlaşma ile bahsedilen kurumun ordu olduğu ve bu kurumu karşıya alarak herhangi bir atağa kalkışılmayacağı ortaya çıkmıştır. Onun ve partisinin Cumhurbaşkanlığı ve seçim zaferlerine rağmen ‘’kurumu’’ karşısına alarak çift yönlü atağa kalkışmasına her şeyden önce ‘milliyetçi- İslamcı muhafazakârlığı’ engeldir.
Türkiye de egemen sınıflar bu uzlaşmayı ve küresel yayılma içindeki konumlarını esas olarak Kürt-Türk çatışmasını ayakta tutmak üzerine kurmuş görünüyorlar. Geleneksel devletçi kesimler bu çatışmayla konumlarını sürdürmeyi hedeflerken, AKP de olgunlaşan yeni burjuvalar aynı çatışmayı hem geleneksel kesimlerle pazarlık ederken, hem de dâhil olmak istedikleri uluslararası Pazar güçleri ile hesap yaparken kullanmayı düşünüyor ve ezilen kesimler karşısında pozisyonlarını en açık şekilde ortaya koyuyorlar. Türk- Kürt çatışması üzerine inşa edilen politikalar sürekli hazır tutulmakta. Yeri ve zamanı geldiğinde bu çatışmanın (Türk milliyetçiliğinin)  egemen kesimler tarafından tahrik edileceği de bir gerçek. Kürt halkının mevcut güçlerini sürdürmeleri ve politik dengeleri sarsma konumlarını devam ettirmeleri güçlü bir olasılık olarak duruyor ve var olan örgütlü gücün korunması AKP’nin bu politikalarını zorluyor.
AKP-Erdoğan hükümeti son derece otoriter olağanüstü yetkilerle donanmış meclisi feshetme yetkilerine sahip başkanlık sistemi istiyor. Kürt hareketine de ‘’Barış istiyorsan başkanlık sistemini kabul edeceksin’’ tehdidini kullanıyor. ‘’Kürt sorununu çözerse varsın başkan olsun’’argümanının Kürt hareketi içinde desteklendiği propagandası yapılıyor. ‘’Kürt sorununun’’ çözümü için hapisteki siyasi tutukluların serbest bırakılması, ana dilde eğitim gibi adımların atılması gerekecektir. AKP Milliyetçi İslamcı muhafazakâr parti olarak yapısı gereği ve milliyetçi Türk oylarını kaybetmemek için bu adımları atmayacaktır. Bu adımların atılacağını varsaysak bile Kürt hareketinin,( başkan kim olursa olsun her durumda son derece merkeziyetçi bugün Başbakan Erdoğan’ın şahsında yoğunlaşan iktidarın kat be kat üstünde bir iktidar yoğunlaşması yaratacağı bilinen) bu sistemin tüm Türkiye ile birlikte Kürtlerinde hayatını zorlaştıracağını ve bunun çok yüklü bir bedeli olacağını hesaplamayacağını düşünmek yanlış olacaktır.
Bir başka çatışmalı durumda Ergenekon davası ile de devam ediyor. Bu dava bir politik davanın,’’askeri vesayetin alt edilmesi’’davasının göstergesi olarak işletiliyor. Yaşanan yakalamalar ve belgelerle işlerin hiç de kolay yürümeyeceği mesajı verilirken, topluma ‘’biz vazgeçmeyeceğiz’’ denilerek demokrasi havariliği yapılıyor. Bir yandan da kurumlar arası mutabakat yaklaşımı ile mevcut durumun onaylanması gibi bir durumun sağlanmasına çalışılıyor. Anayasa tartışmaları sürecinde 12 Eylül anayasasının aynen korunması, ‘Ergenekon davasının savcısıyım’ söyleminden, ‘Davalar ordunun moralini bozuyor, terörle mücadele zafiyete uğruyor’ a doğru yaşanan dönüşümler CHP-MHP ve ordu ile aranan uzlaşma ve mevcut durumun onaylanması çabalarının örnekleridir. Ergenekon davasının da sonuna geliniyor. Büyük ve uzun süren fasıl arkasında dava epeyce tartışma bırakacak biçimde kapanıyor. Çıkan sonuçları değerlendirecek olursak aslında Erdoğan-AKP hükümeti: ‘Ben bundan sonra hiçbir şey yapmayacağım, kimse faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını beklemesin’ diyor.
28 Şubat yargılamaları ile başlayan süreçle ilgili de benzer bir durum yaşanıyor. Bu süreç için 15 yıl boyunca suç duyurusunda bulunulmadı. Böyle olunca son günlerde başlayan tutuklamalar ve yargılamanın zamanlaması kadar temeli dayanakları ve içeriği de tartışma yaratıyor. 28 Şubat yargılamasında asıl yargılanan ordunun siyasete ve hükümete müdahalesidir. Böyle olunca ön plana çıkan unsurda TSK iç hizmetler kanunu ve MGK kararlarıdır. Tutuklanan ve ifadeleri alınan askerlerin en sık dile getirdikleri savunma yasal olmayan ve yetkilerini aşan herhangi bir faaliyette bulunmadıkları, TSK kanununun 35. Maddesine göre hareket ettikleri yönünde oluyor. Bu savunma aslında şunu söylüyor: Askerin siyasete müdahale ettiği iddia ediliyor ise bu yasal müdahaledir. Yasal bir yetki yasa dışı görülüp mahkûm edilemez. Askerler yasaların kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını, AKP ise askerlerin yasaları yanlış yorumladıklarını ve 28 Şubatta yasaların kendilerine izin verdiği sınırı aşan eylemlerde bulunduklarını savunuyor. Sorun aslında yasanın ne dediği üzerinde yürütülen bir yorum tartışmasına dönüşüyor. Bu öyle bir yorum ki 28 Şubat süreci ‘’askerin devlete müdahalesi’’ olarak değerlendirilirken, 27 Nisan muhtırası için ‘’müdahale değildir’’diyebilmektedir. AKP ordunun siyasete ve hükümete müdahalesine anayasa ve yasal bir krize sebep olmadan imkân veren yasaları sorgulamıyor ama bu yasalara dayanılarak yapılan eylemi ‘’yasa dışı’’ ilan ediyor. AKP yasalara dokunmadığı için ordunun siyasete ve hükümete müdahalesi kişiselleştiriliyor, Refah yol hükümeti ve bir bütün olarak o dönemin parlamenterleri sorumluluktan arındırılıyor.
Zaten Ergenekon ve benzer davaların yukarıda bahsettiğimiz önceden belirlenmiş çerçevesi gayri nizami harp ve psikolojik harp aygıtının teşhirine ve örgütlenmelerin açığa çıkarılmasına yönelik adımlar atılmasına elvermediği gibi, hükümetin de bu yönde bir gayret göstermediği ortada. Dolayısıyla militarist zihniyetin kurumlarının tasfiyesi ve ideolojik ve politik mekanizmalarının sökülmesi söz konusu değildir.
Darbeler ve Diktatörlükler tehlikesi geçti mi?
Günümüzde mutlak aynı şekilde olmasa bile herhangi bir biçimde diktatörlük rejimlerine geri dönülmesinden ve bir gerilemeden endişe etmek için neden vardır ve bu tehlike henüz geçmiş değildir. Görevini tamamlamış diktatörlükler arkalarında ciddi bir miras bırakmışlardır. ‘’Demokratikleşmenin’’ sınırları hâlâ bu güçlere burjuvazinin yedeği olarak varlıklarını sürdürme olanağı vermektedir. Bu güçlerin tetikte bekleyeceği ve sosyal devrim meselesi tarihsel olarak gündeme geldiğinde müdahaleye hazır olacaklarını söylemeye gerek bile yok. Ama şu da hesaba katılmalıdır ki bu güçler daha devrim meselesi gündeme gelmese bile ‘’demokratikleşme’’ sürecini duraklatmak için de müdahale edebilirler.
Türkiye de ‘her on yılda bir darbelerin olmamasından yola çıkıp ‘Ergenekon operasyonuyla ordunun darbecilik damarının kesildiği, bu dönemlerin bittiği ve zaten Brüksel- Washington hattının da darbeleri desteklemediği’ düşüncelerine karşı şunlar söylenebilir: Bu tip müdahalelerin geçmişte yapıldığı ve daha da yapılacağı konusunda kimsenin şüphesi olmaması gerekir. Çünkü burjuva devletin biçimleri ezilen sınıflarla egemen sınıflar arasındaki güçler dengesine dayanır. Bu yüzden bu devlet biçimlerinden birinden diğerine geçişler siyasal krizlere rastlar. Böyle konjonktürlerde çelişkiler bir arada toplanarak sınıf mücadelesinin gelişme temposuna çeki düzen verirler. Bonapartist rejimler ve askeri Diktatörlükler egemen güçler ittifakı içindeki onarılamaz hegemonya krizine ve bu burjuva ittifakın halk kitleleri ile ilişkilerinde baş gösteren aksaklıklara şifa olmak için ve egemen sınıfların onayıyla ortaya çıkar. Emperyalist güçlerin de desteğini alır. Türkiye de darbecilik esas olarak bir devlet siyaset anlayışından beslenmiş ve olağan siyaset yapma biçim ve yöntemi olarak bir ‘’idealizm’’ ve ‘’erdem’’ örtüsüyle kendisini meşrulaştırmıştır. 1980lerin sonu 1990ların ilk yıllarında darbelerin gerçekleşmemesinin nedeni o dönem hükümetlerinin darbeci personele tam bir serbesti tanımalarıdır. Kürt meselesi konusunda bunlar hükümetlere ne kadar etkisiz olduklarını itiraf ettirebiliyorlardı. Ayrıca şu iyi bilinmelidir ki olacak bir darbe devletin ve rejimin bekası için öncelikle emek hareketini ezmek için harekete geçecektir.
Bugün de çok fazla açığa çıkartılmamaya çalışılan yüksek işsizliğin kronikleşmesi, borç stokunun büyümesi ve gelir dağılımının olağanüstü bozulması gibi olgular Türkiye ekonomisinin derinleşen krizi durumunda AKP’nin hükümetini yerinden edebilecek önemli bir faktör olarak iş görebilir. İşsizlik tehdidini enselerinde hisseden eğitimli, emek sahibi kesimler dâhil işçi, emekçi kitlelerini ister istemez harekete geçirecek böyle bir durumda veya AB ve ABD’nin dış desteği ile takviye edilecek ve Türk Devleti’ni kendi sınırları dışında çok daha ‘’aktif ‘’kılacak projeler doğrultusundaki konumlanışında ‘’kurumsal dengeler’’ yer değiştirebilir. Böyle bir durumda dengelerin korunması, bozulan hegemonyanın yeniden tesisi ve kurumsal uzlaşma adı ile çözülmeye çalışılan konularda adı geçen kurum Ordu dur.
Darbelerle yaşamamak için!
Diktatörlüklerin yerini alan rejimler için kullanıldığı şekliyle ‘’parlamenter demokratik’’ ifadesinin parlamentonun gerçekten hâkim olduğu geleneksel tarzda bir rejim olarak anlaşılmaması gerekir. Şu bir gerçek ki darbeler sonrası yaşanan süreçler ne burjuvazinin hegemonyasını, nede onun emperyalizmle yaptığı uzlaşmaları köklü bir biçimde tehdit etmiştir. Emperyalizmin bugün ulaştığı aşamada kapitalist krizlerin daha da hızlandırdığı bir dizi yapısal değişim yaşanmış ve bu değişimlerin ve bu değişimlerin her kapitalist devlette kayda değer etkileri olmuştur. Bunlardan en önemlisi otoriter yönün kurumsallaştırılmasıdır. Bu durum sadece yürütme organının parlamentoya nazaran daha güçlendirilmesini içermekle kalmayıp, söz konusu gelişmenin getirdiği değişimlerin sonucu olarak siyasi demokrasinin belli bir türünün artık tarihe karıştığının belirtisidir.
Ancak bu belirtiler bizi, bunların yerini aldıkları askeri diktatörlük gibi rejimlerden farklı olan yönlerini küçümsemeye itmemelidir. Tıpkı diğer kapitalist ülkelerin geçirdiği değişimlerin buralarda faşizmin yükseldiği veya iktidarda olduğu anlamına gelmediği gibi, Bonapartizm, askeri diktatörlük vb. devlet biçimleriyle burjuva devletin diğer tarzları arasındaki ilişki ve farklılık daima bu biçimlerin ortaya çıkıp geliştikleri aşamaya ilişkin olarak değerlendirilmelidir. Örneğin kapitalizmin bugünkü krizi gerçek bir yapısal krizdir ciddi siyasi buhranlara yol açmaktadır. Bu çeşit krizlerin hepsinde olduğu gibi baskıcı, Bonapartist-askeri diktatörlük türü rejimlerin muhtemel doğuşlarının gündeme gelmesi ve bununla sonuçlanan bir sürecin başlaması tehlikesi vardır. Bu çerçevede bu tür rejimlerden kaçınmak için böyle bir durumun ortaya çıkmasını beklememek gerekir.
Ortaya çıkan ve çıkacak siyasi krizler sosyalizme geçiş  için fırsat sağlayabilir. Elbette bunun bir şartı işçi sınıfının ve örgütlerinin edilgen bir konum içinde ‘’büyük hesaplaşma gününü’’ beklemek yerine böyle bir durumu yaratmak için sürekli çalışmalarıdır. Kendimizi beklemeyle sınırlarsak elde edilecek şey ‘’büyük hesaplaşma günü’’ değil, tersine sabahın erken saatlerinde tank sesleriyle ‘’uyanmak’’ olacaktır. Türkiye burjuvazisinin parlamenter hegemonya biçimleriyle baskıya dayalı biçimleri arasında yaptığı seçişler(seçimler) sınıflar arası mücadelenin dengeleriyle belirlenir. Ancak işçi sınıfının gücü burjuvaziye demokratik hak ve biçimlere rıza göstermeye zorlayabilir ve içindeki darbeci eğilimlerin geri plana atılmasını sağlayabilir. Bu gücü oluşturmanın yolu burjuvazinin şu veya bu kesimiyle işbirliğinden değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü ve birliğinden geçer.

Hiç yorum yok: