12 Haziran 2013 Çarşamba

Otoriter Devlet ve Marjinalleri


Ahmet Doğançayır      
Demokratik rejime sahip olduğu iddia edilen toplumlarda devlet çok büyük ölçüde değişime uğramaktadır. Yeni bir devlet biçimi kendini dayatma yolunda.
1 mayıs 2013
Bu devlet biçimi otoriter devlet olarak adlandırılabilir. Terim dönüşümdeki genel bir eğilimi işaret etmektedir. Bu eğilim ekonomik ve toplumsal yaşamın tüm alanlarının devlet tarafından hızla kapılıp siyasi demokrasinin kurumlarındaki belirleyici çöküşe ve ‘’biçimsel’’denilen özgürlüklere getirilen ve şimdi gerçeklikleri keşfedilen katı ve türlü biçimlerdeki kısıtlamalarla kendini göstermektedir. Bu değişimlerden bazıları uzun zamandan beri iş başında olmakla birlikte günümüz devleti önceki devlet biçimlerine göre gerçek bir dönemeci işaret ediyor.
Otoriter devletçilik temel olarak emperyalizmin ve tekelci kapitalizmin mevcut evresine tekabül etmektedir. Tıpkı liberal devletin kapitalizmin rekabetçi aşamasına, çeşitli biçimler altında müdahaleci devletin de kapitalizmin daha önceki evrelerine tekabül etmesinde olduğu gibi, otoriter devletçilik de hem dünya ölçeğinde hem de ulusal ölçekte üretim ilişkilerinde, toplumsal iş bölümü ve süreçlerinde yapısal değişimlere uygun olarak ortaya çıkıyor.
Bugün kendini gösterdiği ve yeniden ürediği biçimiyle kapitalist sistemde belli bir siyasi ve temsile dayalı demokrasi formunun esasen ortadan kaldırılmaya çalışıldığından bahsedilebilir. Otoriter devletçilik yürütme gücünün yüksek idareye el koyması ve yürütmenin idare üzerinde artan siyasi denetimiyle belirginleşir. Ve özellikle tekelci sermayenin kitlesel hegemonyası bu şekilde idarenin ve yürütme gücünün kalkanı altında gerçekleşir. Bu durum ‘’ekonomik gücün siyasal iktidara destek olmasından çok, bir denetim görevi’’ yapmasına olanak verecektir. Bu çerçevede eğer ekonomik iktidar siyasi iktidarı denetliyorsa bu denetim ekonomik iktidarın ve bu iktidarı doğuran üretim ilişkileri ile hâkimiyet, bağımlılık içindeki sınıfsal yapının korunması ve yeniden üretilmesi için siyasal iktidarın her türlü desteği vereceği anlamına gelir. Bu denetleme, destekleme ilişkisi ekonomik ve siyasal özgürlükler alanında egemen burjuva sınıflar lehine tek yönlü belirleme ilişkisini de ortaya çıkarmaktadır.
Bu evrim ülkelere göre farklı yollar izlemekte ve farklı kurumsal düzenlemeler içermektedir. Kalabalık personel tarafından kontrol edilen bakanlıklar arasında yeni düzeneklerin yaratılmasına, memurların geleneksel aşama-düzenini devre dışı bırakan bir dizi gizli kanalların devreye sokulmasına kadar idarenin devletin doruklarına siyaseten tabi kılınması önceki konumlanışı tamamlanmaktadır.
Zaten egemen neo-liberal görüşe göre siyasal özgürlüklerin tahribatı sermaye için ekonomik özgürlüğün kaybına göre ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Uygun bir şekilde örgütlenen burjuva demokrasisinin egemen sınıfların özgürlüğünü koruyabileceği ama demokrasinin özgürlüğün korunması için zorunlu tek devlet biçimi olmadığının ve hatta uygun şekilde örgütlenmeyen demokrasinin tehlikeli olabileceği, bu nedenle sınırlanması ve denetlenmesinin gerekeceğine vurgu yapılması şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Özellikle bunalım dönemlerinde demokrasinin varlığının ve işleyişinin bu bunalımı aşmak için hızlı sermaye birikimine gerek duyan neo liberal toplumda yoksulların taleplerine yer verdiği ölçüde ek bir yük haline gelmesi de olasıdır. Kesin tercih piyasadan yana olunduğu için bunalım dönemlerinde piyasa özgürlükleri adına otoriter yapılara yönelme eğilimleri ile ne demokrasi ne de çoğulculuk umurlarında olmayacaktır. Otoriter devletçilikle ifadesini bulan dönüşümler kitlelerin siyasi karar merkezlerinden hızla dışlanmasında, devletin toplumsal yaşamın bütününü istila ettiği bir anda devlet aygıtları ve yurttaşların ayrılmasında ve aralarında büyüyen mesafede, devletin erişilmemiş bir dereceye varan merkeziyetçiliğinde, çeşitli ‘’katılım’’girişimleri aracılığıyla kitleleri zapturapta alma eğilimlerinde kısaca siyasi düzeneklerini arttıran otoriterlikle özetlenmektedir.
Bu otoriterlik yalnızca bürokratik idareyi ve onunda ötesinde devlet aygıtının tamamını ilgilendirmemekte, sadece örgütlü fiziki baskının artmasında da yatmamaktadır. Yeni iktidar tekniklerinin devreye sokulmasıyla iktidarın icra edildiği toplumsal yapıya yeni bir maddilik kazandırmayı hedefleyen bir dizi uygulamaların, kanalların, dayanakların düzenlemesiyle oluşturulmaktadır. Ancak ne emredici otoriter yönetim ne de tanımlandığı biçimiyle güdükleştirilmiş demokrasi siyasal zor yoluyla sürekli kılınabilir. Bunu sağlamak için güçlü bir depolitizasyon sürecine gerek duyulmaktadır. Bu sürecin işletilmesiyle birlikte seçimler basit bir onaylama mekanizmasına dönüşürken başarı ve başarısızlıklar bireysel yeteneklere indirgenir. Bu sınıf atlama umudunun köşeyi dönme ideolojisi ile birlikte sürekli olarak aşılanmasıyla birlikte gelişir. Din, aile, ırk vb. kavramlar öne çıkarılarak insanları parti ve sınıf ilişkilerinin ötesinde salt sosyal ve ahlaki sorunlar çerçevesinde toplamaya çalışır.
Bu şekilde kurulan hegemonya ilişkileri çerçevesinde hiyerarşik yapı tarafından belirlenen demokrasiyle kendi yasalarıyla işleyen piyasanın bağdaşması önündeki bütün engeller temizlenmiş olur. Tüm karar mekanizmalarında devlet müdahalelerinin, devletin gücünü ve alanını genişleterek palazlandırdığı ve zaman,  zaman piyasanın gereklerinden bağımsız hareket eden bürokrasinin yerini tam anlamıyla piyasanın gerekleri doğrultusunda hareket eden teknokratların almasıyla zincirin bir başka halkası da tamamlanmış olur. Böylece belirlenen çerçeve piyasanın belirlediği kadar demokrasi ve özgürlükten öteye gidemez. Bunun sonucunda tüm özgürlük ve kararların ekonomik özgürlük ve kararlara indirgendiği plansız, bürokrasisiz, demokrasisiz özgürlük serbest piyasa ve yasalarına dayalı bir ‘’yeryüzü cennetinin’’kapıları sonuna kadar açılır. Böylece otoriter-teknokrat devletin ‘’himayesindeki’’toplumun toplumsal örgütlenmesinin önünde hiçbir engel kalmaz.
Ne için uyum? , Neden marjinalleşme?
Hem uyum hem de marjinalleşme bu sıralar sık, sık kullanılan sözcükler. Yaşananlara bakıldığında şu soru akla geliyor: Bir ülkede yaşayan herkes fiilen entegre edildiğinde bile ‘’ulus’’ kendini ‘’marjinalleri’’ yeniden yaratacak şekilde yeniden tanımlamakta mıdır? Bu düşünce marjinal yaratmakta toplumsal bir fayda olduğunu varsayar ki bu genelde şu veya bu biçimde dile getirilmektedir. Kolektif günahların yükleneceği bir günah keçisi yaratmak, emekçi sınıflar arasında bir gün şimdikinden beter duruma düşebilecekleri bu yüzden taleplerinin düzeyini düşürmeleri gerektiği korkusunu yaratmak, bu korkuyu sürekli diri tutmak için sınıf altı bir tabakanın var olmasından yararlanmak, gözle görülür ve istenmeyen karşıt tabakalar göstererek grup içi bağlılığın güçleştirilmesi gibi hedefler içermektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde demokrasi gerekçesi sürecin güçsüzleştirilmesi yüzünden gücünü yitirmektedir. Yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin kanunlarla korunduğu ve genellikle uygulandığı söylenen bir sistem altında muhalefet ve karşı görüşlere, zor kullanmaya yönelmedikçe, düzen değişikliğine gitmedikçe ve bu yolda örgütlenmedikçe katlanılır. Temelde kabul edilen görüş kurulu toplumsal düzeninin özgür ve her yeni düzeltmenin kendi başına bir toplumsal yapı ve değerler değişikliği olduğu bunun olayların olağan akışı içinde oluştuğu, fikirlerin ve malların açık pazarındaki özgür ve eşit tartışmalarla araştırılıp hazırlandığıdır. Ancak bütün bunlar Sınıfların var olduğu, sınıfsal güçlerin eşit olmadığı, var olan durum sürdükçe bu eşitsizliğin durmadan arttığı bir topluma uymaz. Ekonomik ve politik gücün belli ellerde toplandığı, teknikten egemenlik aracı olarak yararlanan bir toplumda zıt görüş açılarının entegrasyonu ile radikal karşı çıkışlar ortaya çıkabildiği yerde engellenmektedir. Tekelci çevrelerin egemenliği altında öyle bir zihniyet imal edilmiştir ki bu zihniyete göre hak ve haksızlık, doğru ve yanlış her zaman kapitalist toplumun hayati çıkarlarına dokunduğu yerde önceden saptanmıştır. Etkin karşı çıkışla kurulu düzenin dışında kalanın tanınması bloke edilir. Bloke etme olayı yayımlanan ve yönetilen dille başlar. Sözcüklerin anlamı sert bir biçimde dondurulur. Egemen güçlerin reklamları ile yerleşen ve uygulamalarıyla gerçekleşen sözcükler ve fikirlerden ayrı anlama sahip sözcük ve fikirlerin dile gelişine izin verilmez. Demokrasilerde toplumda bütün sınıfların söz sahibi olduğu ve siyasal yönden eşit olarak temsil edildiği ve bir iktidar dengesinin var olduğundan söz edilir. Bunlar insanlara onur kazandırıcı ve hoş şeyler olarak görünür. Oysa gerçek hayatta toplumda kurulan her iktidar dengesi bir taraf açısından denge sağlamakta, diğer taraf açısından ise tam bir dengesizlik durumu yaratmaktadır. Kapitalist toplumda egemen duruma geçmiş olan sınıflar bu egemenliklerinin anlaşılmaması, sarsıntıya uğramaması için toplumda adaletli bir iktidar dengesinin bulunduğunu ileri süreceklerdir. Toplumda çıkarlar arası doğal bir uyum olduğunu ileri sürenler toplumda ki sınırsız hırsları ve zulmü yok gösterip onun yerine adaletli ve ilerlemeye yatkın bir toplumdan söz etmektedir. Dolayısıyla var olan yapıya karşı mücadeleye girişen sınıflar toplumun genel uyum ve çıkarlarına zarar vermekle suçlanırlar. Sanayici ve iş adamlarının dönüp sendika liderlerini ‘’iç barışı bozmakla’’ suçlamaları, işi sınıfının temsilcilerinin işveren işçi ilişkilerinde doğal olarak bulunduğunu ileri sürdükleri ortak yararlara zarar verdiklerini ileri sürmeleri nedensiz değildir. Aynı şekilde uluslar arası düzeyde egemen devletlerin bağımlı devletlere dönüp onları uluslar arası anlayış ve işbirliğine zarar vermekle suçlamaları ve ahlâk dersi vermeye kalkmaları da nedensiz değildir.
Bugün toplumda, olduğuna inanılan kamu sayesinde var olan siyasal iktidarın ‘’meşruiyet’’ taşıdığına inanılmaktadır. Halk katlarında basit ve sade yurttaşlar arasında olduğu kadar, devlet hayatında da bu inanç ‘’demokratik iktidarın ‘’ dengeye kavuşmasını sağlayan bir mekanizma olarak kabul ediliyor. Bütün liberal teori taraftarları ve kuramcıları da toplumdaki iktidar sistemini anlatıp yorumlarken bu ‘’kamu’’ denen topluluğun siyasal rolünü dayanak alıyorlar. Devletin ve yönetimin tüm kararlarıyla özel sektör kuruluşlarınca alınan ve toplumda önemli sonuçlara yol açan bütün kararlar kamu yararına alınmış kararlar olarak gösterilerek haklılaştırılıyor, tüm resmi açıklamalar, konuşmalar kamu adına yapılıyor. Kamu hayatı liberal ekonominin Pazar anlayışına paralel olarak yansıtılıyor. Birinde rekabet içinde kapitalistler, diğerinde ise düşünce ve kanaatleriyle ilgili olarak tartışabilen bireylere dayalı bir kamusal tartışma ortamı ve kamuoyu.
Nasıl serbest ekonomide Pazar fiyatları eşit güçle karşılıklı pazarlık olanağına sahip insanlarca belirleniyorsa kamuoyu da kendi başına düşünebilen, düşündüğünü ifade edebilen, herkesin herkesle birlikte bir büyük koronun içinde yer alabildiği toplumsal bir ortamın ürünü olarak tanımlanıyor. Fakat bütün bu anlatılanların toplum hayatının gerçekleri karşısında büyük bir yalandan öte anlam taşımadığını bilmemiz gerekir. Çünkü günümüzde bireyin kaderini etkileyecek nitelikteki kararlar bile kamuoyu tarafından alınmıyor. Yapılan topluma gerçekte olan bir şeyin anlatılması ve aktarılmasından çok bir ideal’in görüntü halinde yansıtılmasından ibarettir. Kitleler ile kitleler adına kararlar alan egemen sınıfların arasında büyük bir boşluk vardır. Çok önemli sonuçlara yol açacak kararlarda bile kamuoyu her şey olup bittikten sonra haberdar olmaktadır. Kamuoyu sadece bir kitle haberleşmesi tüketicisi olarak değerlendirildiğinden bu araçlar kendisine ne veriyorsa sadece onları öğrenebilme durumundadır. Böylesi bir toplumda değişimlerin ancak karşılıklı anlayışa dayanan bir alış veriş içinde ve çatışan çıkarların devamlı birbirlerini dengelemesi yoluyla sağlanan uzlaşmalarla gerçekleşeceğini savunan liberal hoşgörü çığırtkanlarının ileri sürdükleri görüşlere var olan sistemin devamından yararı olanlar, olmayanlara oranla daha büyük bir yakınlık göstereceklerdir. Çünkü çıkarlar arası uyum ve sorunların hoşgörü ve uzlaşmayla çözülmesi görüşleri toplumdaki egemen sınıflar tarafından kendi üstün ve egemen durumlarını sürdürmek için etkin bir moral araç olarak kullanılmaktadır.
Otoriter eğilim insanları gereksiz kılmayı hedefler. Bu eğilimle amaçlanan bireylerin düşünmesini durdurmak değil, bu düşünceleri güçsüz ve iktidarın başarısı ve başarısızlığıyla ilgisiz hale getirmektir. Bu nedenle siyaseti ‘’tasfiye etme’’ amacını güden tutuklamalar, tutuklamalara imkân veren ‘’Terörle mücadele kanunu’’ ve ilgili maddeler temelde baskıcı, otoriter bir siyaset anlayışının yansımalarıdır. ‘Yargısız infazlarla’ oluşturulan ‘’devlet korkusu’’ bugün hapishane korkusuyla bir dönüşüme uğruyor. Devlet hapishaneler aracılığıyla muhalefeti ıslah etmek, hizaya getirmek istiyor. Herhangi bir gerekçeyle, sokağa çıkılması ‘’eşkıyalıkla’’ nitelendiriliyor. Sokak ve alanlar ‘’terör’’ ve başıboşluğun, taşkınlık ve akıl dışı şiddetin mekânları olarak yeniden tanımlanıyor. Haklar ve özgürlükler ‘’terör’’ söyleminin toz dumanı arasında unutturulmaya çalışılıyor. Türkiye de ‘’terör’’ kavramı toplumsal muhalefeti ama daha çok ‘ifade etme özgürlüğünü’ yok etmenin en etkili aracı olmuştur. Tahakkümün devamlılığında ‘’terör’’kavramının merkezi bir işlevi var. Öyle ki mevcut hukuk sistemi bu söyleme yaslanıp kendisini askıya çıkarabiliyor. Kavram makbul olmayan ‘’marjinal muhalefetin’’ susturulması, bastırılması, yıldırılması rolünü görüyor. Oysa sokak, emekçi sınıfların ve ezilenlerin politik olanla doğrudan ilişkiye geçtiği yegâne kanallardandır. Ne var ki kamusal alana her çıkış tutuklanma ve yargısal şiddete maruz kalmadan önce doğrudan polis şiddeti ile karşılaşmaktadır.
Kitlelerin siyasal alana çıkışları, sokağı içinde itiraz ve şikâyetlerin dile getirildiği bir alana dönüştürmeleriyle gerçekleşir. Siyasi faaliyette eylem, siyaset, özgürlük ve mekân birbirine bağımlıdır. Eylem ve siyasetin birlikteliği için özgürlüğün yanı sıra belli bir alana, görünme-varlık kazanma bölgesine ihtiyaç vardır. Hiç kimsenin görmediği bir eylem herhangi bir etkide bulunamayacağı için etkin bir siyasi faaliyet olarak değerlendirilemez. Bu çerçevede sokak görünürlük kazanmanın mekânı olarak anlamlıdır. Sokağın faillerine görünürlük kazandırma özelliği ve onların siyasi eylemde bulunmaları özne olmaya karşılık gelir. Siyasallaşan özneler yer kapladıkları mekânlarda görünecek, eylemleri aracılığıyla var olduklarını kendi dışlarında ki dünyalara beyan edecek, kim olduklarını göstereceklerdir.
Bir topluluğun, bir halkın iç yaşamının en çarpıcı özelliklerinden biri zulme uğramış olma duygusudur. Topluluklar büyüdüğünü hissettiği sürece bu büyümeye karşı duran her şeyi kısıtlayıcı bir şey olarak görür. Kitle polis tarafından dağıtılabilir. Ancak bunun tıpkı bir sivrisinek sürüsünü elle uzaklaştırmak gibi geçici bir etkisi olur.
Ezilen sınıflar açısından siyasi eylemde görülmenin yanı sıra işitilme amacı da vardır. Lakin konuşma ve ifade araçlarından yoksun olanların siyasi özne olmaları siyasal iktidarların tepkisine neden olur. Siyasal iktidarların öncelikli tepkisi ‘’özneyi’’ geldiği yere, yani ‘’eve’’, ‘’özel alana’’ geri göndermek, siyasal özne olma sürecini kesintiye uğratmaktır. Özel alana tecrit edilmiş yakınmaların dile kavuşması, söze dönüşmesi kısacası politikleşmesi mümkün değildir.’’ Kamusal alana’’ çıkışın altında yatan neden de bu ‘’çığlıkları’’ dile getirmektir.
Sokağı göstericilerden, ‘’temizleyen-arındıran’’ devletin baskı aygıtları dile getirilen sözü bastırmak için iş görür. Bu şekilde kamusallaşma potansiyeli taşıyan söz parçalanmakta, özneleşme süreci sabote edilmektedir.  Devlet sokağı ‘toplanma alanı’ değil, ‘dolaşma alanı’ olarak değerlendirme eğilimindedir. Buna rağmen sokak terk edilmediği koşullarda politik sözü her daim olanaklı kılmanın yolları aranmıştır. Kitlelerin önce, korkuyu yenerek hareket etmeye başlayınca ne kadar etkili olabildikleri, birden bire tüm dünyanın ilgi odağı haline geldikleri, sorgulanamayacak kadar güçlü olduğunu düşündükleri rejimlerin kısa sürede dağıldığı görüldü. Sokak eylemlerinin iktidarların anti demokratik uygulamalarına geri adım attırma, yaptırımlarını düzenlemeye zorlama özellikleri de vardır.
Ama elbette esas varlık düzlemi özgür eyleme imkân yaratacak olan politikadır. Siyasete başvurmaksızın, siyasi eylemlilik aracını kullanmaksızın ve bu aracın gideceği yönü çizmeksizin ‘’özgürlük merheminden güvensizlik sineğini çıkaramayız’’. İnsanların kulluktan kendilerini kurtarmaları doğru olduğu gibi, her şeyden önce kendilerini yaşadıkları toplumun onları soktuğu halden kurtarmaları gerektiği de doğrudur. Böylesi bir devrim kendiliğinden olamaz. Çünkü böylesi bir kendiliğindenlik yalnızca yerleşik sistemden türeyen değer ve hedefleri ifade edecektir. Sınıflı bir toplumda radikal muhalefetin kuram ve pratiğinde eğitilmiş ve denenmiş, kabul edilmiş liderliğin işlevi, kendiliğinden protestoyu, dolaysız ihtiyaç ve özlemleri geliştirme ve toplumun radikal yeniden yapılanması için aşma şansı olan örgütlü eyleme çevirmektir.
Alternatif nedir?
Kapitalist diktatörlüklerin tek doğru alternatifi ve inkârı, emekçi sınıfların baskıcı gerekliliklerden kurtulmuş insanlar olarak dayanışma içinde kendi hayatlarını kendi başlarına belirleyen bireyler haline geldiği bir toplumdur. Yalnız özgürce bir araya gelmiş üreticiler sistemi yeni teknolojiler potansiyelinin büyük bir bölümünü kullanım dışı bırakmadan ve savurganlığa neden olmadan kontrol ve yaratıcılığı, bireysel ve kolektif sorumluluk bilincini geliştirebilir. Tarafsızlık ve hoşgörünün yaşadığımız kapitalist toplumsal düzendeki çeşitleri insanlığa aykırıdır. Ve insanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu çıkaracak duruma getirmek için bu anlamın kurulu evrenini kırmak gereklidir. Bunun için önce bu aldatıcı ‘’ayrım gözetmezlik’’ ortadan kaldırılmalıdır. Elbette bu tür bir değişiklik düzen değişikliğine kadar varan bir direnme hakkının yerleşmesi ile eş anlamlıdır.
Kanun ve düzen, kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir. Toplumdaki özgürlük ve haklar ezenlere kanuna uygun şiddet uygulamalarını sağlamaktadır.  Baskı yapan toplum bu temele dayanarak kendisini ve hayati savunma noktalarını yeniler. Kanun ve düzenin mutlak otoritesine bu kanun ve düzen altında acı çekenlere, savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır. Onlar için resmi kuruluşların, polisin ve kendi vicdanlarının dışında başka bir yargıç yoktur. Bunların ortadan kaldırılmasının yolu ise bu toplumsal sistemin şiddetli bir şekilde boğmaya çalıştığı devrimden başka bir şey değildir. Sözünü ettiğimiz şey şekillendirilmiş kamuoyunun tiranlığını, sınıflı toplumda bu kamuoyunu yaratanları kırıp geçmektir. Dinin, ‘’demokrasinin’’, ahlakın kurgularından, yani düşmanın evcilleştirmek, tutsak etmek için öne sürdüğü bu manevi zincirlerden tamamen kurtulmaktır.
Uluslar arası kapitalist sistemin eğilimlerinin sonucu olduğu açık olan kamusal meseleler bu ekonomik güçlerin ulaştığı örgütlenme ve uluslar arası eylem düzeyine ulaşma ile çözülebilir. Kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği çağımızda, sınıf mücadelesinin nihai zaferi ancak dünya ölçeğinde olanaklıdır. Ama bu hedefe varmak için uygun bir sınıf bilinci düzeyi ve devrimci önderlik zorunludur. Sınıfın güçlü doğrudan eylem biçiminde ortaya çıkan atılımları, aynı zamanda devrimcilerin zamanında etkili ve yeterince geniş ölçekte müdahaleleri koşuluyla devrimci önderlik meselesini çözebilecek koşulları yaratarak devrimi olanaklı kılmaktadır. Bu çaba eşzamanlı olarak devrimci ulusal partilerin ve bir enternasyonalin inşasını hedef almalıdır.
Bu tür bir uluslar arası örgütlülük egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak bir cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur uluslar arası kapitalizmin denetimsiz, bölücü ve kutuplaştırıcı güçlerinin tek alternatifi tam da bunu yapacak bir cumhuriyettir. Bu aynı zamanda kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir. Bu özel mülkiyet, rekabet ve özel çıkarlar sağlamaya susamışlığın yer aldığı bir sistem ile bağdaşamaz. Hareket noktası olarak sivil toplumun değil, insan toplumunun ya da toplumsallaşmış insanlığın alınması gerekir. Ancak böyle bir hareket noktası ile insanın toplumsal varlığına ve yaratıcı faaliyetine yabancılaşması önlenir ve doğa ve diğer insanlar ile ilişkileri çerçevesinde bunları geliştirebilir. Üretici ve tüketiciler özel servet peşinde koşmayı bırakıp dayanışma ve yardımlaşma içinde hareket etmeye başladıklarında sosyalizm devletin koyduğu sınırlardan uzak bir şekilde kendini yeniden üreten bir sosyal sistem olarak var olacaktır.

Hiç yorum yok: