14 Mayıs 2010 Cuma

Enternasyonalizm'den Kopmak

Kısa süre önce aynı yazarın peşpeşe olan iki yazısını okudum, şu Taksim’de yapılan 1 Mayıs öncesi ve sonrasıyla alakalı analizlerini içeriyordu bu yazılar. Diyordu ki, alanın manzarasını tarif ederek ‘“Marksist gelenekten” bir köklü farklılaşma içeriyorsa bunun hangi çizgiden kopma olduğunu sormak gerek. Yanıtım şu: Enternasyonalci çizgi temelinden.’
Sözünü ettiğim yazar, bizim kuşaklar için Haydar Kutlu müstear ismiyle maruf Türkiye Komünist Partisi son Genel Sekreteri şimdilerde Taraf gazetesi köşe yazarı Nabi Yağcı’dır.
Nabi Yağcı neden böyle bir kanaate varmıştı derseniz? Benim de tamamıyla katıldığım bir tespitle alanı dolduran sosyalist kortejlerin önemli bir bölümünün 1 Mayıs’ın uluslararası niteliğine karşın ‘bağımsızlıkçı’ ‘ulusalcı’ sloganlar doğrultusunda politik duruş sergilemeleriydi. Zaten 1 Mayıs töreni miting komitesi tarafından İstiklal Marşıyla da başlatılmamış mıydı?
Yazarın, sosyalizmin olmazsa olmazı olan enternasyonalist karakteri üzerine yaptığı vurgu ve bunun gelenekten köklü bir kopuşu ifade ettiğini belirtmesi evrenseciliğin çölleştiği günümüzün ikliminde çok yerinde bir tutum olarak değerlendirilmeli.
Değerlendirilmeli ama, aması var işte.
Bunu şundan söylüyorum, yazar konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunurken şöyle bir ifadeyi de yazdı ‘Bağımsızlıkçı/ulusalcı bir siyasete kaymanın nedenleri üstüne daha geniş olarak gelecek yazılarımda durmak istiyorum.’ Ancak bugüne kadar başka konularda yazıları çıkmasına karşın henüz verdiği sözü yerine getirmiş değil. Aslına bakılırsa yazmış olduğu sözkonusu yazılarda daha geniş olarak yazdığın da ortaya çıkacak olanın ipuçları da mevcut. Bu durumda enternasyonalizmin öne çıkartılıp savunulmasının doğru olmasıyla onun doğru olmayan tarzda savunulmasının yarattığı olumsuzluk karşısında daha fazla sabrın yerinde olmadığı kanaatindeyim.
Yazar enternasyonalizm konusunda iki temel yanlış varsayımdan hareket etmektedir. Birincisi daha çok politik olarak değerlendirilebilir. Şu sözleri geleneğini de koruyarak enternasyonalizmi nasıl algıladığını ortaya koyuyor. ‘Özellikle enternasyonalist olmak, Sovyetlerden yana bir çizgi izlemek günahların en büyüğüydü’. Geçmişte TKP’nin izlediği pro-sovyet çizgiyi enternasyonalizm olarak niteleyen yazar, bu tutumunu ulusalcılık karşıtı bir karine olarak sunuyor.
Eğer bu tutum, 1917 Ekim Devrimi’nin ürünü olan Sovyetler Birliği dünya emekçilerine,insanlığa dünya devriminin bir parçası olduğunu ilan eden çağrının takipçisi olarak kalsa ve bu düşünceyi inatla savunmayı sürdürse içtenlikle enternasyonalist olarak tanımlanabilirdi. Ancak bunun böyle olmadığını biliyoruz. Aksine, Buharin-Stalin bloğu marxist teoriyle bütünüyle karşıt ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ teorisi imal ederek, Komintern’e bağlı komünist partileri Sovyetler Birliği’nin sınır bekçileri haline dönüştürmüşlerdir. İsterseniz sadece bir örneği hatırlatmakla yetineyim. Molotov’la Ribbentrop’un 1939 da imzaladığı Nazi-Sovyet saldırmazlık paktı neticesinde Komünist Partilerin yaşadığı bunalım, buna öncesinden eşlik etmiş olan Alman komünistlerin yok edilmesi operasyonu ile birlikte ele alındığında durum anlaşılabilir. Daha ötesi Hitler’in 1941 de Sovyetlere saldırısını önleyememiş olan bu dahiyane! taktiğin, halen dahi Sovyet topraklarını korumak adına doğru olduğunu savunan ‘sosyalist’ metinleri okumak mümkün oluyor. Faşizmle Polonya topraklarını paylaşmaya dayalı bu anlaşmanın sınır koruma ve etki alanı yaratma doğrultusunda şekillenişinin uluslararası işçi sınıfının bilincinde yarattığı tahribat, kuşkusuz gelecek yıkımın tohumlarından yalnızca bir tanesidir.
Ayrıca 1943’te Komintern’in ilga edilmesinin resmi tarihin anlattığı gibi Komünist partilerin kendi toplumsal şartlarının özgünlüğüne göre hareket etmeleri maksadıyla mı? İngiltere ile Hitler’e karşı yapılan ittifakın ön koşulu mudur?
Mesela yazar vakti zamanında ‘Moskova’nın barış ve ilerlemenin, halkların dostluğunun kalesi olduğunu’ ileri sürerek pro-sovyet tavrını enternasyonalizm olarak tarif ettiğinde, bu tarifin bizatihi enternasyonalizmi zaafa uğrattığını hala mı farketmiyor? Yalnızca şunu hatırlatalım ki Sovyetler Birliği’nin demokrasisizleşme sürecinin ve bundan kaynaklanan halkın depolitizasyonunun sosyalizmle alakalı olmadığını, izlenen etki alanları politikasının enternasyonalizmden milliyetçiliğe savrulmaya neden olduğunu ve bu durumun uluslarası işçi sınıfının bilincinde yarattığı bulanıklığı 1991’ deki yıkımdan çok önce dile getiren sosyalistler mevcuttu. Yazar onların 1930’larda Moskova mahkemelerinde ve diğer devlet operasyonlarında uğradıkları akibetin dün olduğu gibi bugünde mi farkında değil? Evet, sonuçta bir ilerlemenin olduğu doğruydu, ama bu ilerlenen yerin uçurum olduğuna hepimiz tanık olduk.
İkinci olarak yazar Marx’ı referans alarak enternasyonalizmin teorik açımlamasına başvuruyor. Ancak bu referans ne yazık ki Marx’ın doğrulanmamış ender öngörülerinden biri. Yazarın Komünist Manifesto’dan aldığı alıntıyı aynen paylaşalım. “Onlar, kurulmaları tüm uygar uluslar için yaşamsal bir sorun haline gelen yeni sanayiler tarafından; artık, yerli hammaddeleri değil en uzak bölgelerden gelme hammaddeleri işleyen, ürünleri de yalnızca o ülkenin kendisinde değil, aynı zamanda dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden sökülüp atılmaktadır. Eski yerel ve ulusal kendine yeterliliğin ve dışa kapalılığın yerini ulusların çok yanlı karşılıklı ilişkileri, çok yanlı karşılıklı bağımlılığı almaktadır. Ve bu, maddi üretimde olduğu gibi zihinsel üretimde de böyle oluyor. Tek tek ulusların zihinsel ürünleri, artık ortak zenginlik haline gelmektedir. Ulusal tek yanlılıklar ve dışlayıcılık gitgide olanaksızlaşmakta ve pek çok ulusal ve yerel yazından bir dünya yazını oluşmaktadır.”
Bilindiği gibi, Manifesto 1848’ de yayınlandı. Marx’ın kapitalizmin uluslararası pazar ihtiyacı ve bu saikle yayılması eğilimini tespiti doğrulanmasına karşın ‘ulusal tek yanlılıklar ve dışlayıcılık gitgide olanaksızlaşmaktadır’ tespiti doğrulanmadı. Günümüz dünyası ulus-devletlerin dünyası olmayı sürdürüyor, ulus-devletler arasındaki anlaşmazlıklar, savaşlar dünya gündemini belirliyor.
Bunun neden böyle olduğunu günümüz dünyasında sürdürülen araştırmalarla daha iyi anlıyoruz. Kapitalist dünya sistemi ekonomik tarzını üretim araçlarının özel mülkiyetine dayandırırken, uluslarası politik düzeni de ulus-devletler sistemi üzerine kuruyor. Dolayısıyla sermayenin küreselleşmesi sanıldığı gibi ulus-devletlerin çöküşüne neden olmuyor onların ayakta durması hatta yeni ulus-devletlerin oluşup sistemi kuvvetlendirmesi sürüyor. Kapitalistler sermayenin serbest dolaşımını engelsiz bir biçimde sürdürmek için sonuna kadar kozmopolitleşirken, emeğin serbest dolaşımı sözkonusu olduğunda ucuz emeğin sınırları içinde ulus-devlet seddinin bekçileri misyonunu üstleniyorlar. İşsizlik tehdidini hisseden işçi sınıfını da milliyetçi histerinin peşinde sürükleyebiliyorlar Sonucunun ne olacağını şu anda kestiremediğimiz Avrupa Birliği tam da bu anlamda yeni bir ulus-devlet inşası olarak dünyanın yoksul halklarına karşı korunmak üzere zengin eski kıtanın Avrupa Kalesi hayaliyle tasarlanmıyor mu?
Marx’ı da referans alarak çokça dile getirilen eleştirel düşünceyi tam yerindeyken sakınıp, enternasyonalizmi kapitalist küreselleşmenin kendiliğinden bir sonucu olarak tarif eden sosyalistleri de etkisi altına alan bu görüşler kapitalizmi meşrulaştıran liberal görüşlerden besleniyor. Kapitalizmi meşrulaştıran bu görüşler enternasyonalizmi güçlendirmek bir yana tam tersi sonuçlar yaratıyor. Zira kapitalizmin küreselleşme sürecinin Rusya’dan Çin’e kadar dünya’nın her köşe bucağına uzanarak yarattığı toplumsal yıkım karşısında sosyalistlerin bir bölümü de direniş mevzisini ulus-devleti savunma hattıyla kurup, ulusalcı-milliyetçi zihniyete savruluyorlar. Bu kutuplaşma sosyalistlerin kapitalist dünya sistemi sınırları içinde onu aşmayan aksine besleyen politik hatta sıkışmalarına yol açıyor.
Ne kapitalizmin ne de onun inşa ettiği ulus-devletin insanlığın tarihsel kaderi, kaçınılmaz bir evre olduğunu artık söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki sosyalizmin sonuçta başarısızlığa da uğrasa denendiği coğrafya kapitalizmin gelişmiş olduğu değil gelişmemiş olduğu yerlerdi. Sosyalistlerin yeni bir dünya tasavvuru burjuvazinin tarihsel-toplumsal paradigmasının çerçevesinde değil onu tamamıyla aşan niteliklere sahip olmalıdır.
Evet enternasyonalizmi sosyalistler günümüz dünyasında başat kılmalıdır, ama iddia edildiği gibi kapitalizmin kendiliğinden insanlığı bütünleştirmediğini aksine parçaladığı hakikatini ısrarla savunmak gerekiyor. O zaman Marx’ın kaleme aldığı 1. Enternasyonalin tüzüğünün girişindeki yaklaşım günümüze daha da güçlü olarak ışık tutabilir.’Mahalli ya da ulusal bir mesele değil sosyal bir mesele olan emeğin kurtuluşunu, modern toplumun mevcut bulunduğu bütün ülkeleri kucakladığını ‘ daha iyi kavrarız.
İnsanlığın ulus-devlet çıkarlarından kurtulup, sınırların ortadan kalktığı insanlığın çıkarını temsil eden bir dünya cumhuriyetine ulaşmayı amaçlayacak zihniyet devrimine ihtiyacı olduğu yaygın bir kanaat haline gelebilir mi? Bunu gelecek zaman gösterecek.
Son söz olarak, yine de Nabi Yağcı’nın konu üzerindeki daha geniş yazılarını beklediğimi söylemeliyim. Belki konu derinleşir, belki de sınırlı köşe yazısının tüm meramı anlatmakta yarattığı yanılgıyla karşı karşıyayızdır. Böylelikle konu açıklığa kavuşur.
Ferhan Umruk

Hiç yorum yok: