7 Mayıs 2010 Cuma

Sivil Anayasa!

Hakkı Yükselen

Galiba bu memleketin ve bu halkın kaderi: İki yakamız bir araya gelmiyor.

Daha önceleri iyi kötü bir takım sosyal haklara sahip olduğumuz düşünüldüğünden, daha çok bireysel hakların, siyasal hakların peşinden koşulurdu. Epeydir, elimizden kayıp gitmekte olan sosyal hakların derdine düştük.

Sosyal hakları günlük hayatımız içinde, sanki doğal haklarımızmış gibi görürdük. Tartışmalar daha çok genel bir ‘demokrasi’ tartışması olarak yürürdü.

Bakın şimdi de ‘sınır ötesi harekât’ falan derken bir süredir unuttuğumuz bir yeni anayasa meselemiz var. Söylendiğine göre ‘sivil ve demokratik’ bir anayasa olacakmış. Şu anda hakkında çeşitli rivayetler olan bir taslak. Sivil ve demokrat olduğu söylenen birtakım, bilim insanları, akademisyenler tarafından hazırlanmış. Sonra da bir AKP heyetine devredilmiş. Onlar da gerekli düzeltmeleri yapıp Başbakan’a iletmişler.

Eğer bu defa da gündemi türban ve laiklik meselesi işgal etmezse veya ne bileyim bütün memleketi altüst edecek ulusal çapta bir felaket yaşamazsak, bu taslak herhalde epeyce kesilip biçilerek, sakıncalı yönleri değiştirilerek yeni, sivil ve demokratik anayasamız olarak kabul edilecek.

Sosyal Haklar Unutulmuş!

Sonra ne olur bilinmez, ama bu anayasa taslağının daha hazırlık aşamasında sırıtan küçük bir kusuru olduğu söyleniyor.

Bu taslakta ‘sosyal haklar’ yer almıyormuş; veya yeterli bir biçimde yer almıyormuş. Unutulduğu için mi böyle, yoksa gerek mi görülmemiş, bilemem. Ama taslakta böyle bir sorun olduğu söyleniyor. Açıklandığında göreceğiz. Gerçi bu durum mesela radikal gazetesinin liberal köşe yazarı İsmet Berkan için pek bir sorun oluşturmuyor. İsmet Bey, “Sosyal hakların anayasada illa ki yer alması gerekmediğini, bunların daha sonra yasalarla tanımlanabileceğini söylüyor.

Ben hayatımda hiç anayasa yazmadım, yazılmasına da katılmadım. Yani anayasa işinden hiç anlamam, ama içimden nedense “Yemezler İsmet Bey!” diye bağırmak geliyor. Anayasada yer alan hakların bile fiilen kullanılamadığı bir ülkede, anayasada yer almayan hakların, daha sonra yasalarla tanınacağına neden inanalım ki?

Dedim ya iki yakamız bir araya gelmiyor! Daha doğrusu getirilmiyor! Adamlar bireysel haklarla dolu bir anayasa yapıyorlar, ama bu defa da sosyal hakların sözünü etmiyorlar. Herhalde hem bireysel hem de sosyal hakların, hep birlikte bize fazla geleceğini düşünüyorlar!

Aslında yapmak istedikleri, hazırlanmasına işçi ve emekçilerin hiç karıştırılmadığı bu ‘demokratik anayasa’ temelinde, yine işçi ve emekçilerin bir sınıf olarak esamisinin okunmadığı sırf bireysel haklarla tanımlanan “saf bir burjuva demokrasisi” kurmak. Yani sadece ve sadece patronlar için bir demokrasi.

Herkesin birey olduğu, bireysel haklara sahip olduğu, sırf bu nedenle eşit sayıldığı bir demokrasi. Burjuva demokrasisi, adı üstünde önce burjuvazi için demokrasidir. Yani onun iç ilişkilerini düzenler. Sermayenin çeşitli kanatları arasında ‘adalet ve eşitliği’ sağlar. Özü itibariyle bireysel hak ve özgürlüklere dayanır. Yani sermayenin iktisadi bireyciliğini siyasi alana yansıtır.

Kısaca, ‘bireyler’ için bir demokrasidir. Burada yanılmayalım, Adamlar ‘birey’ derken tabii ki bizden bahsetmiyorlar. Burjuvazinin dilinde birey, ‘girişimci, mülk sahibi’ kişidir. Burada sermayenin özel dilini çözmeye başlıyoruz.

Mesela ‘özgürlük’ kavramı. Bu sözcük sermayenin sözlüğünde kapitalistin girişim özgürlüğünden başka bir anlama gelmez. Ayrıca henüz sosyal hakların lafı bile yoktur.

Haklar Mücadele ile Elde Edildi

Bu haklar da öyle sebil gibi dağıtılmaz. Yani burjuva demokrasisi öyle ‘kendiliğinden hak dağıtan’ bir demokrasi değildir. Bu demokrasi, kimseye durduk yerde hak falan vermez. Bu nedenle işçi sınıfı bazı hak ve özgürlükler için yıllarca mücadele etmiştir. Mesela genel oy hakkı, ücretli hafta tatili, grev ve sendika hakkı, sekiz saatlik işgünü hakkı, sosyal sigorta hakkı, ancak yıllar süren ve bazısı yüzlerce, binlerce ölüye mal olan mücadelelerle kazanılmıştır. Kadınların seçme ve seçilme hakları ise çok sonradan kazanılmıştır.

Neoliberal Saldırı

Neoliberal dönemde sermaye içinde olduğu krizi çözebilmek için, bütün dünyada sosyal hakları önce geriletmek sonra da tasfiye edebilmek amacıyla genel bir saldırı başlattı. ‘Sosyal devlet’ tasfiye ediliyor. Devletin sosyal görevleri piyasalaştırılıyor. Yani bütün toplumsal servet, bütün kaynaklar sermayeye aktarılırken, sosyal adaletin bütün izleri siliniyor. Sermaye, emeğe ilişkin her türlü yükten ve ayak bağından kurtarılıyor. Devlet ‘sosyal’ yönünü kaybettikçe aslına rücu ediyor ve sadece patronların silahlı örgütüne dönüşüyor.

Özellikle kriz dönemlerinde sermaye hem bireysel, hem de sosyal hakların birlikte tehlikeli bir karışım olacağını düşünür. Gerçi bizde çok uzun süredir ikisi de epeyce eksik ama, bu defa yeni anayasamız bize bir takım bireysel haklar sağlayacak gibi; tabii, sosyal haklardan vazgeçmemiz şartıyla. Yani ‘Alın bireysel hakları, verin sosyal hakları!’ demek istiyorlar.

Sosyal Haklar

Çünkü sosyal haklar, hem burjuva demokrasisinin bir ölçüde, emek için de demokrasiye dönüşebilmesi anlamını taşırken, öte yandan sermayenin sonsuz ekonomik özgürlüklerini göreli de olsa sınırlar. Bir ölçüde sosyal adaleti ve dengeyi sağlar.

Zaten böyle olduğu için, elinin tamamen serbest kalmasını isteyen sermaye, bütün dünyada, bütün ülkelerde, binbir mücadeleyle elde edilmiş, kimisi yüz küsur yıllık hakları işçi sınıfının ve emekçilerin ellerinden almaya çalışıyor. Onları bir yük olarak görüyor.

Oysa, sosyal hakların olmadığı durumlarda, ki bu aynı zamanda örgütsüzlük ve bilinç gerilemesi anlamına da gelir, bireysel özgürlükler bir masaldan ibarettir. Özellikle yeterince örgütlü olmadıkları dönemlerde, emekçilerin, en iyi ihtimalle tek tek ve atomize biçimde sermayenin, burjuva siyasetinin eline teslim edilmesi anlamına gelir. En iyi ihtimalle dedim, çünkü sosyal hakların ve güçlü ve mücadeleci sınıf örgütlenmesinin olmadığı yerlerde bireysel hakların da bir önemi kalmaz. Ya sosyal-siyasal gücünün zayıflığı nedeniyle kullanamazsın ya da gün gelir elinden alırlar. Örneği çok. Burjuva düzeni halkın gerçekte kullanamayacağı, fiilen bir işe yaramayan hak ve özgürlükleri bol keseden dağıtır. Çünkü, haklar kullanılamadıkları sürece bir tehlike oluşturmazlar.

Serbest Piyasayla Demokrasi Arasında Doğal Bir Bağ Var mı?

Serbest piyasayla siyasi demokrasi arasında neredeyse ‘doğal’ bir bağ olduğuna dair liberal bir hurafe vardır. Aslında böyle otomatik bir ilişki falan yok. Serbest piyasa (demokrasi kendisine uyum sağladığı sürece) demokrasiyle de ‘birlikte olur’, ama bu her zaman zorunlu şart değildir. Siyasi alanda kitlelerin gücü ve talepleri ‘makul’ sınırı aştığında, serbest piyasa sopayı eline alır. Mesela Latin Amerika’nın veya Türkiye’nin yakın tarihi bu konuda aydınlatıcı ve ürpertici hikâyelerle doludur. ‘Hadi canım bunlar ‘neo’ da olsa liberaldir, öyle şeyler yapmazlar!’ falan demeyin. Unutmayalım, neoliberaller Şili’de, Arjantin’de az adam kesip kaybetmediler. Türkiye’deki hikâyeleri de malum.

Sermaye Nasıl Bir Demokrasi Öneriyor?

Sermayenin önerisi: herkesin tek tek ve eşit bireyler halinde yer aldığı, ancak patronların, iktisadi güçleri nedeniyle herkesten daha eşit olduğu ve herkesin parası kadar konuştuğu bir demokrasidir! Yani sermaye tarafından denetlenen, sermayeye çalışan bir demokrasi.

Kapitalist toplumda siyasi alanla ekonomik alan birbirinden bilinçli bir biçimde ayrılır.Sermaye sürekli olarak politikanın ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini anlatır. Çünkü kapitalist toplumda asıl sömürü ekonomik sömürüdür. Ekonomik alan burjuvazinin kendisinden başka kimseyi bulaştırmadığı özel av alanıdır. Birtakım bireysel haklarımızla, siyasi alanda eşit gibi görünsek de, bu eşitlik ekonomik alanda asla söz konusu değildir.

Dikkat edin, göreli de olsa sadece siyasi eşitlik, ekonomik eşitlik değil. Çünkü ekonomik eşitlik, ya hepimizin patron olmasını gerektirir, ki bu mümkün değildir; ya da üretim araçlarının toplumsallaştırılması temelinde, hepimizin eşit emekçiler olmamızı gerektirir, ki bu da kapitalist toplumda mümkün değildir.

Bu nedenle burjuva demokrasisi eşitlik anlayışını, ucu iktisadi alana dokunan sosyal haklar üzerine değil, ona dokunmayan bireysel haklar üzerine kuruyor.

Böylece, siyasi alanda üstü biraz daha örtülebilen eşitsizlik, ekonomik alanda bir ücretli kölelik sistemine dönüşüyor. Size serbest piyasa demokrasisine, yani serbest ‘Pazar’ demokrasisine dair bir örnek vereyim:

Seçim zamanı gelmiştir. Ve ben bir Pazar günü, sandık başına gidip oyumu kullanırım. Aynı gün patronum da sandık başına gidip oyunu kullanır. İkimizin de birer oy hakkı vardır. Yani sandık başında, siyasi olarak, birer vatandaş olarak tamamen eşitizdir. Ancak pazartesi günü işe gittiğimde bu eşitlikten eser kalmaz. Bütün kararları ve emirleri patronum verir. Kaderim patronumun iki dudağı arasındadır… Yani demokrasi Pazar gününde kalmıştır. İşte buna serbest piyasa veya serbest ‘Pazar’ demokrasisi diyoruz.

Tabii bu bireysel haklar meselesini de fazla abartmayalım. Bu haklar da düzeni tehdit edip ‘milli güvenliği’ tehlikeye düşürmeleri durumunda sınırlandırılabilirler. Çünkü bütün denetimlere ve sınırlamalara karşın siyaset, emekçilerin ve yoksulların düzene, ekonomik alana müdahale etmelerinin tek aracıdır. Zaten patronlar da siyasetin ekonomiden ayrı tutulması gerektiğini bu nedenle söylerler. Tabii bu tek taraflı bir sınırlamadır. Ekonominin siyasete müdahale etmesinde bir sakınca yoktur!

Anayasa Meselesi

Şimdi yine demokratik ve sivil anayasa meselesine dönelim.

Biliyorsunuz anayasa taslağı, emekçilerin hiçbir biçimde temsil edilmediği bir hazırlık aşamasının ardından yakında açıklanacak. İnsan elbette merak ediyor: ‘Yine de sivil anayasadır, acaba bize bir hayrı dokunur mu, diye.

Ben 61 Anayasası’nı baştan sona yaşayan kuşaktanım. Diğerlerine göre ‘demokratik’ bir anayasaydı. Grev (tabii lokavtla beraber) ve toplu sözleşmeli sendikal hakları, eğitim ve sağlık haklarını ve daha bir yığın hak ve özgürlüğü içeriyordu. Ancak asıl amacı, işçiyi emekçiyi, fakiri fukarayı sevindirmek değildi. Anayasa, devlet kurumlarının ve burjuvazinin iç ilişkilerini düzenliyor; toplumla devlet arasındaki ilişkileri tanımlıyordu. Bunu elbette devletin dayandığı sınıfsal ilişkiler ve toplumsal güç dengeleri temelinde yapıyordu. Yani patron, önceki anayasalar döneminde olduğu gibi yine burjuvaziydi.

60 ve 70’lerin işçi ve halk hareketinin yükselişini 61 Anayasası’nın sağladığı hak ve özgürlüklere bağlama eğilimi vardır. Elbette yeni anayasanın bazı imkânlar sağladığını inkâr edemeyiz, ama yükselen işçi ve emekçi halk hareketinin asıl dinamiği ‘anayasa’ ve yasalar değil, ülkenin sosyoekonomik değişimi üzerinde yükselen sınıf mücadelesiydi. Üstelik mücadele, yürürlükte olan ‘özgürlükçü’ anayasaya karşın özellikle Demirel hükümetlerinin, İslamcı ve faşist gericiliğin ve 12 Martçıların saldırıları altında sürdürüldü; İşçi sınıfı ve devrimci hareket birçok kayıp verdi. Büyük burjuvazi ise başta desteklediği anayasadan kısa sürede vazgeçti. Demirel’in 12 Eylül sabahına kadar en büyük mücadelesi ‘fazla özgürlükçü bulduğu 61 anayasasını’ değiştirmekti. Çünkü bu anayasa, sermayenin menfaatleri için artık bir ayak bağına dönüşmüştü. Bu iş, askerlere kısmet oldu…

TÜSİAD Demokrasiden Yana!

Şimdi yeni bir durum söz konusu. Büyük sermaye ‘demokrasiden’ yana. Bir zamanlar askeri rejim peşinde koşan TÜSİAD, bugün nasıl demokrasi yanlısı oldu?

Valla bana kalırsa adamların (Kadınları da unutmayalım!) yaptığı ‘Köpeksiz köyde değneksiz gezmek’ten başka bir şey değil. Ortada yaygın bir sınıf mücadelesi, pençelerini çıkarmış, örgütlü bir işçi hareketi ve tuttuğunu koparan militan sendikalar; yani kapitalist mülkiyete yönelik yakın bir tehlike yoksa TÜSİAD, bazı tarihsel ve siyasal menfaatleri gereği ‘demokrasinin öncüsü’ oluverir. Ancak bu demokratların çoğunun işletmelerinde sendika falan yoktur; aynı, bireysel haklardan söz eden liberal köşe yazarlarının yazıp çizdiği, ekranlarından demokratik akıllar verdiği gazete ve televizyonlarda olduğu gibi. Ayrıca daha önce belirttiğimiz gibi, sözü edilen demokrasi, liberal akideye uygun olarak sadece ‘bireysel hakları’, ‘vatandaşlık haklarını’ içeriyor. Sosyal yanı pek yok. Öyle ya, ver bireysel hak ve özgürlükleri, gerisini merak etme, nasılsa insanların elinde sosyal ve siyasal mücadeleler için ne imkân var, ne de araç. Örgüt falan hak getire; sendikaya yazılan olursa koy kapının önüne, özgür özgür dilensin veya ‘eşit bir birey’ olarak girişim özgürlüğünden yararlansın!

Fakir Fukara!

Özgürce dilenmekten söz ettik. O zaman dilencilik ve sadaka meselesine de kısaca değinelim.

Bakın hükümet ve temsil ettiği büyük sermaye, ‘enteresan bir demokrasi’ projesi geliştirirken bu demokrasiye uygun bir toplumsal ruh halini de oluşturmaya çalışıyor.

Sosyal haklar, açık gasp veya piyasaya açılma yoluyla yok edilirlerken veya bireysel bir konu haline getirilirken, topluma bir fitre, zekat, sadaka; hayır ve hasenat kültürü yayılıyor. Zenginler fakir beslemeye teşvik ediliyor. Hem bu dünyalarını, hem de öbür dünyalarını garanti altına almak için. Böylece kalıcı sosyal hakların yerini, sermayenin ve hükümetlerin yoksul kitleleri kontrol etmesini sağlayan ve gerektiğinde her an kesilebilecek yardımlar alıyor. Bu şekilde ‘SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR SÜRÜNME’ imkânına kavuşan yoksullar, Allahlarına şükrederek efendilerinin peşinden gidiyorlar.

Evet sosyal hakların yerini sadaka ve ianeler, hayır ve hasenat işleri alıyor. Dikkat edin kalıcı, kayda geçmiş, yasal hale gelmiş haklar yok. Buna dikkat ediliyor. Çünkü HAK, uğrunda mücadele edilen, talep edilen ve daha fazlası istenen bir kazanımdır. Oysa sadaka, verenin gönlünden kopanla sınırlıdır. Tekrar almak için yeniden dilenmek, yaltaklanmak veya oy vermek gerekir.

Yaratılmak istenen bu ruh halinin bir diğer yüzü de, işçi ve emekçilerin, Başbakan’ın deyişiyle ‘fakir fukara, garip gureba’ durumuna düşürülmesidir. Bu politikanın hedefi, işçi ve emekçilerin, sınıf ve mücadele bilincini geriletmektir. Bu işin sonu, hak ve özgürlükleri için mücadele eden örgütlü emekçilerin yerini, ona buna avuç açan ve kendini ‘gariban’ olarak tanımlayan örgütsüz zavallıların almasıdır.

Bu gidişe karşı direnmek, sadece onurumuzu korumak için değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin, politik mücadelenin zeminini korumak ve güçlendirmek açısından çok önemlidir.

AKP’nin bir siyasi parti olarak asıl rolü dinsel değil, sınıfsaldır. AKP siyasi olarak büyük sermayeyi temsil eder. Ve ona karşı mücadele ancak açık bir sınıf mücadelesi olabilir.

Bu mücadelenin başarısı, işçi sınıfının sermaye ve devlet karşısında tam anlamıyla bağımsız bir güç haline gelmesine ve gerçek bir toplumsal ağırlık kazanmasına bağlıdır. Yani işçi sınıfı ideolojik, politik, toplumsal ve örgütsel bağımsızlığını kazanamazsa, toplumun diğer ezilen kesimlerine de önderlik edemez. O nedenle sınıf bağımsızlığı çok önemlidir.

Emekçiler, her ne nedenle olursa olsun, sermayenin peşine takılarak ancak ‘cehenneme’ gidebilirler.

O zaman şu hepimizin bildiği şeyi bir daha tekrarlayalım:

İŞÇİ SINIFININ KURTULUŞU KENDİ ESERİ OLACAKTIR, VE BU KURTULUŞ, ANCAK ÖRGÜTLÜ SINIF MÜCADELESİYLE MÜMKÜNDÜR!

Not: Bu yazı birkaç yıl önceki ‘Sivil Anayasa’ tartışmaları nedeniyle bir konuşma metni olarak yazılmıştı. Ben, temelleri itibariyle güncelliğini koruduğu düşüncesindeyim. Belki bugünkü anayasa mevzularına da bir giriş olur.

Hiç yorum yok: