31 Mayıs 2010 Pazartesi

NEO LİBERALİZMİN KARANLIK YÜZÜ

Hakkı Yükselen
Bazı önemli istisnalar dışında sosyalist solun, AKP’ye ve sağı solu artık birbirine geçmiş liberalizme karşı mücadelesi, uzun yıllar boyunca esas olarak “emperyalizm-antiemperyalizm” ekseni üzerinden yürüdü. Bu, emperyalizmle ilişkileri açısından hükümete ve onun destekçisi liberalizme karşı mücadelenin elbette ihmal edilmemesi gereken bir boyutuydu. Ancak mücadelenin, sol cenahın bazı kadim hastalıklarının da etkisiyle tek boyutlu hale gelmesi ve kimi zaman “vatan elden gidiyor!” türü bir yurtseverliğe dönüşmesi, beklenenin tam tersi sonuçlar verdi. Bu topraklarda çoğu zaman açık veya örtülü bir sol Kemalizm biçiminde zuhur eden Stalinist-milliyetçi bakış açısıyla başka bir yere varmak imkânsızdı. Sonuç başarısız oldu. Nereye çekilse oraya giden, sınıfsal içeriğinden yoksun bir “emperyalizm-antiemperyalizm” tartışması, bırakın şoven milliyetçi bir histeriye kapılmış kitleleri (biraz da bu ruh hallerine oynayarak) sola çekmeyi, “genetik yatkınlığın” da etkisiyle o kitlelerin “dümen suyuna” girilmesine neden oldu.
Trajikomik Bir Durum!
Netice olarak, ortaya sadece acıklı değil, aynı zamanda komik bir durum çıktı.
Liberallerin dillerinin bunca uzamasının, alaycı üsluplarının, üst perdeden seslenişlerinin, “darbecilik-statükoculuk” suçlamalarının, hatta kimi zaman “devrim ve devrimcilik” üzerine akıllar vermelerinin nedeni budur.
Liberallerin, 80’li yıllarda sosyalist sol üzerinde giderek güçlenmeye başlayan nüfuzu, (sol liberalizm-sivil toplumculuk) solun edilgenliğinin, özellikle demokrasi, Kürt sorunu, enternasyonalizm, milliyetçilik vb. alanlardaki zaaf ve açıklarının da etkisiyle günümüzde genel bir hegemonya mücadelesine dönüşmüş durumda.
Elbette emperyalizmin iç ve dış bütün tezahürlerine karşı mücadele boynumuzun borcudur; buna liberal olanları da dahildir. Ancak ideolojik mücadelenin en büyük açmazı, yaygın milliyetçi ruh halinin ve zaafların da etkisiyle, liberallerle tartışmanın esas olarak “emperyalizm” gibi adeta çektikçe uzayan bir konuya hapsedilmesiydi. Bu şartlarda “emperyalizm”, solun zihninde her durumda hazır ve nazır bir kötü ruha dönüştüğü oranda saçmalaştı. Her saçmalık fobi kıvamında birer korkuya, her korku da liberallerin elindeki birer koza dönüştü. Bu sayede, evrensel sömürünün kurumları (AB vb.) neredeyse siyasi demokrasi ve barışçıl çözümlerin evrensel garantisi haline getirildi! “Sek” liberaller, “Çanakkale’de ne oldu ki?!” diye dalga geçtiklerinde içinde bazı sosyalistlerin de yer aldığı geniş bir sol kesimden, ciddi ciddi “Çanakkale geçilmez!” cevabını aldılar. Liberallerin hiçbir dediğine inanmayan sol, ulus devletin sonu geldi!’ iddiasına, nedense çok çabuk inanıp gerçekten paniğe kapıldı; politik çizgisini bu korkunun üzerine inşa etti, hem de kimi zaman en gerici biçimlerde.
Oysa devrimci sosyalizmin liberalizmle olan mücadelesinin temeli, “memleket bölünüyor-vatan elden gidiyor!” korkusuna değil, onunla “sınıf mücadelesi, devrim ve sosyalizm” konusundaki uzlaşmaz çelişkisine dayanır ve bu uzlaşmazlığın özü tamamen sınıfsaldır. Demokrasi, Kürt meselesi vb. diğer bütün konular bu temel çelişkiye tabidir. Liberalizmin devrimci sosyalizmle olan ideolojik-politik kavgasında belirleyici unsur, emperyalizmi inkâra dayanan o mahut emperyalizm yandaşlığı değil, “sınıf mücadelesinin inkârı ve devrim düşmanlığı”dır; emperyalizmin emperyalizm olmadığı iddiası, liberalizmin sınıfsal karakterinin zorunlu bir sonucudur. Sermayenin liberal kapı kollarına karşı asıl kavga bu cephede verilmelidir.
Tekrar edeyim; liberalizmin sosyalist harekete yönelik tasallut ve hegemonya girişimine karşı mücadele, artık ‘vatan-millet’ söylemi derecesine düşmüş pespaye bir “emperyalizm-antiemperyalizm” teorisi üzerinden değil, açık bir sınıf mücadelesi ve devrimin güncelliği anlayışı üzerinden verilebilir. Emperyalizmin esasında “tekelci kapitalizm”den başka bir şey olmadığı gerçeğinin geniş sol-sosyalist kesimler açısından kavranması ancak bu yolla mümkün olacaktır.
Sırası mı?
Devrim meselesinin “şimdilik” (veya ebediyyen!) güncelliğinin olmadığını söyleyerek tartışmaları daha “güncel” bir gerçekliğin sınırlarına çekmek isteyenler olabilir. Öyle ya, en azından uzunca bir süredir (neredeyse 20-30 yıldır!) öngörülebilir bir zaman dilimi içinde gündeme gelmesi mümkün görünmeyen bir konuda tartışmak, uzak geçmişin (birçokları için artık geçersiz) örneklerinin sıkça tekrarlandığı soyut bir tartışmadan başka bir şey değildi; haliyle de aşırı ölçüde ‘teorik’, ‘ilkesel’, hatta ‘ahlâki’ kalmaya mahkûmdu. 90’lı yıllardan itibaren özellikle Latin Amerika emekçilerinin zaman zaman iktidar değişikliklerine yol açan ayaklanmalarına, (Ekvador, Bolivya, Arjantin…) büyük çaplı kitlesel eylemlerine rağmen böyle düşünülüyordu. Malûm, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ve de dünya değişmekteydi… (Sanki “geçmişte” her şey aynı kalmakta veya dünya hiç kıpırdamadan durmaktaymış gibi!) Bu şartlar altında, daha en baştan “alternatifsiz” ilan edilmiş bir sisteme karşı direnmek anlamsız, hatta gerici bir tavırdan başka bir şey olamazdı! Aksini iddia eden “devrimci dinozorlar,” müstehzi bakışlı sağ ve sol liberallerin azar ve alaylarına maruz kalmaktaydı…
Değişen Dünya!
Gerçekten de dünya değişmektedir. Ancak sadece sosyalistler için değil, liberaller için de! Mesela liberallerin kapitalizmin büyük krizlerinin son bulduğunu, sınıf mücadelelerinin bittiğini, tarihin ve ulus devletlerin sonunun geldiğini ilan ederek “nihai zaferlerinin” tadını çıkardıkları dönem artık sona ermiş bulunuyor. Son büyük kriz, uzun zamandır aşınmaya devam eden liberal hurafelere öldürücü bir darbe indirdi. Neoliberalizmin önde gelen teolog ve tetikçilerinden eski FED (ABD Merkez Bankası) Başkanı Greenspean, 2008 krizinin başlangıcında, son nefesini vermek üzere olan insanların içtenliğiyle adeta günah çıkartarak “Kırk yıl boyunca inandığı her şeyin yıkıldığını” itiraf etmişti. Gerçekten de (neo)liberallerin, uzun bir dönem boyunca birçok solcuyu-sosyalisti de ikna etmeyi başardıkları tezler, tarihsel manada çok kısa sayılabilecek bir zaman süresi içinde çöktü; hem de ikinci defa. (Daha eskilerini saymazsak ilk iflas 1929 krizinde yaşandı; liberalizm, Keynesçiliğin iflasına kadar ‘yeraltına’ geçti!) “Küresel” kapitalizm, tarihinin en büyük ve doğal olarak en yaygın krizlerinden birini yaşıyor. Üstelik “ulus devlet” de sönüp gitmek veya yıkılmak bir yana, kimi zaman en ulusal haliyle ve de bildiğimiz tüm ekonomik ve siyasi fonksiyonları ile kapitalizmi bir kez daha kurtarma işine girişmiş durumda! Bu nedenle liberal teori bazı yönleriyle “sümen altı” edilmiştir! Yaklaşık son otuz yıldır neredeyse hiç kapanmayan o liberal ağızlardan, temel tezlerinin mantığına uygun olarak “Bırakınız yapsınlar, bırakınız çöksünler!” türü tutarlı bir ifadeye şahit olmuyoruz! (Zaten, ABD’deki trilyon dolarlık kurtarma paketi ve “devletleştirmeler” örneğinde olduğu gibi, “sosyalizm geliyor!” türü ultra liberal zırvalıkları da ciddiye alan yok.)
Kısacası bir dönem herkes için kapanmış ve yeni bir dönem başlamıştır…
Üstelik bu dönem belli ki tüm iniş ve çıkışlarına rağmen, öyle bin dereden su getirmeye gerek kalmadan çok daha doğrudan konuşabileceğimiz, epeyce “pratik” bir dönem olacaktır. Çünkü artık liberallerin işçi sınıfı düşmanlıkları, devrim karşıtlıkları, hatta karşı devrimcilikleri ve bazı durumlarda demokrasi (halkın yönetimi anlamında) nefretleri, sadece teorik değil, aynı zamana pratik bir meseledir! Hayatın gerçekleri, bizleri elbette teorik ciddiyet zahmetinden değil, ama bir alay soyut tartışmadan ve bin dereden su getirme zahmetinden kurtarıyor. Bu nedenle hayata ne kadar teşekkür etsek azdır! Gerçeğin her zaman devrimci olduğunu da bir kere daha hatırlayarak; aynen Yunanistan’da olduğu üzere…
Hem Nankör, Hem Milliyetçi, Üstelik de Zorba!
Amacım bir Yunanistan analizine girmek değil. Dikkati çekmek istediğim nokta, burjuva medyasında Yunanistan üzerine yazılar döktüren ve manşetler atan (neo)liberal çok bilmişlerin telaş, panik ve hezeyanları ve bunların altında yatan “tehlikeli” eğilimler. Liberalizmin devrimlere ve onun vazgeçilmez ön şartı olan kitlesel emekçi eylemlerine bakış açısını bu görüş ve manşetler açıkça ortaya koyuyor.
İşte birkaç örnek. Önce Taraf gazetesinin manşeti: “Antik Yunan Ulusalcılığı!”
Altta bir spot: “Ekonomisi dibe vuran ve 110 milyon avroluk yardımla ayakta kalmaya çalışan Yunanistan’da yüz binlerce işçi milli marş eşliğinde AB ve IMF karşıtı slogan attı!”
Gazete birinci sayfadan devam ediyor:
“‘Yan Gel Yat’ Dönemi Bitecek! AB ülkeleri içinde en yüksek emekli aylığı alan ve vergi kaçağında üst sıralarda bulunan Yunanistan’da hükümetin kemer sıkma politikası dün ülkeyi savaş alanına çevirdi. Parlamentoya girmeye çalışan işçilere polis müdahale edince kan aktı.”
Bir başlık daha, hem de bizim gerici medyanın toplumsal olayları ‘terör eylemi’ olarak sunma ustalığını da kullanarak:
“İHA’nın yayın aracını yaktılar! Ateşe verilen bankada hamile bir kadın ile iki kişi öldü. İhlas Haber Ajansı’nın canlı yayın aracını ateşe veren göstericiler, Yunan milli marşını söyleyerek önlerine gelen her şeyi yakıp yıktı. 110 milyar avro yardım aldıkları AB ve IMF yuhalandı…
İşte 6 Mayıs tarihli Taraf gazetesinin birinci sayfası. Yani o “demokrat” ve de ‘askeri vesayet karşıtı’ kisvenin altına saklanmış o bildiğimiz pespaye sağcı-gerici medya ağızları; Hani bir tek “Kahpe Yunan Kudurdu!” demediği kalmış.
İkinci örnek, Milliyet’ten, Aslı Aydıntaşbaş’ın kendini artık devrim falan olmayacağına inandırmaya çalıştığı 1 Mayıs izlenimlerini anlatan yazısının ardından kaleme aldığı 6 Mayıs tarihli ‘Atın Yunanistan’ı Avrupa’dan başlıklı makalesi. “Hanımefendi yazarımız”, Yunanistanlı emekçilerin, yıllardır bütün şiddeti ile süren serbest piyasacı “reform” terörüne karşın korumayı başardıkları ekonomik-sosyal kazanımlarını savunmak için başkaldırmaları nedeniyle en “edepsiz” (hatta ırkçı) tavrını takınıp onları “Kırgızlar” (yani Asyalı barbarlar!) gibi davranmakla suçluyor. Üstelik de PASOK tarafından onlarca yıl boyunca Avrupa hibeleriyle yürütülen bir nevi ‘sovyet modeli’ (tabii benzeri) sayesinde, hiç üretip çalışmadan, AB’nin paralarını yiyip Alman şoförlerin ve de İngiliz çiftçilerinin finansmanı (Yani bir nevi “tüyü bitmemiş yetim” parası!) sayesinde yan gelip yattıklarını ve buna rağmen şikâyet ettiklerini de eklemeyi ihmal etmeden. Oysa Aslı hanıma göre Yunanlılar “kendilerine çeki düzen vermemiş olmanın” bedelini ödüyorlar. Ancak buna rağmen “Utanç içinde başlarını öne eğip ‘Yedik içtik, yıllardır Avrupa parasıyla dev bir kamu sektörünü yolsuzluk ve üretimsizlikle şişirdik’ diyeceklerine, hiddetlenip yakıp yıkıyorlar…”
Yazarımız “şımarık Yunanlılara” haddini bildirdikten sonra Nazım’ın ‘Koyun gibisin kardeşim!’ dizelerini adeta tersten okuyarak bir de Türkiye güzellemesine girişiyor. “İşsizlik ve açlığın Yunanistan’dan kat kat fazla olduğu bir ülkede yaşayan; doğusundan batısına yoksulluktan, kemer sıkmalardan, enflasyondan, terörden çok çeken, ancak bütün bunlara Anadolu’nun o kanaatkâr ve sabırlı ruhuyla katlanan; kıt kanaat geçinse de çalışıp üreten; çocuklarını bin bir fedakârlıkla okutan” adeta “kuzuların sessizliği” içindeki halka övgüler düzüyor. Çünkü yazara göre bizler, “Müslüman Kalvenistleriz. Fransızlar gibi dır dır, İspanyollar gibi âlem, Yunanlılar gibi vıdı vıdı, yapmaktansa, Almanlar gibi ilerliyoruz adım adım...”
Sonunda da “Sıramızı bekleyip sandığa gidip sessizce oyumuzu atıyoruz.” (Buyrun liberal demokrasiye!)
İşte budur. Kendini tam da Türkiye’de devrim falan olmayacağına inandırmışken, beş gün sonra komşuda olup bitenler karşısında sinirleri bozulan hassas bir liberalin öfkeli ruh hali! (Gerçi bu övgüye layık “Müslüman köylü Kalvenizmi,” Çetin Altan’ın o “etli, şaraplı, kadın kahkahalı sofralar” hayaliyle pek uyuşmuyor, ama olsun, birilerinin öyle yaşayabilmesi için çoğunluğun böyle yaşaması şart!)
Bu liberal hanıma, toplumların çıkarları birbiriyle çelişen sınıflardan meydana geldiği; tarihsel gelişimin temelinde devletle sivil toplum arasındaki mücadelenin değil de sınıf mücadelelerinin yattığı; bütün Çinliler nasıl birbirine benzemezse, bütün Türk ve Yunanlıların da birbirinin aynı olmadığı gerçeğine gözlerini neden kapadığını sormanın belli ki bir faydası yok. O nedenle sadece, aynı tarihli milliyet gazetesinin ekonomi sayfasında yer alan Atina’daki çatışma fotoğraflarının hemen altındaki o koskoca “ZENGİNLER LONDRA’DA!” başlığını hatırlatmakla yetinelim. Belli ki Aslı hanım, bu haberi görmemiş veya görmezden gelmiş. Oysa haberde paralarını kurtarmak ve sağlam bir limana sığınmak isteyen Yunanlı zenginlerin Londra’da değeri iki milyon sterlinin üzerindeki çok sayıda evi satın almak için yarıştıkları belirtiliyor. (Zaten yüzde altısı onlarınmış!) Yani, nerede bir takım sosyal haklarını, bayram ve yılbaşı ikramiyesini veya emekli maaşını kurtarmaya çalışan Yunanlı, nerede “Sovyet” döneminde iyice semirip krizde de Londra’ya iki milyon küsur sterlinlik ev bakmaya giden Yunanlı! Belli ki o ekonomik politikaların kararını 11 milyon Yunanlı hep birlikte almamış! Üstelik o gösterileri yapanların siyasi anlamda önemli bir bölümü de zaten kaçınılmaz krizlerin ve ödenecek bedellerin farkında olup daha en başından o neoliberal ekonomi politikalarına karşı çıkanlar; yani krize batmış kapitalizme karşı herhangi bir borçları yok.
Bilmez Olurlar mı!
(Neo)liberaller, bugünkü dünya krizinin gerçek müsebbibinin ‘tembel Yunanlılar’ olmadığını elbette biliyorlar. Krizin, onlar açısından nedenleri niçinleri bir yana önce, “dünyanın en borçlu ülkesi” unvanına sahip ABD’de aşırı şişmiş emlak piyasasında ve finans sektöründe patladığını, sonra dünya çapında hızla yayıldığını ve reel sektörü de sardığını bildikleri gibi. Üstelik Yunanistan’la aynı nedenlerden dolayı daha bir dizi ülkenin de sırada olduğu; (Hani İngiltere’nin bile adı geçiyor!) bu nedenle AB’nin 750 milyar avroluk bir yardım paketi hazırladığı; Yunanistan’dan önce mesela İzlanda gibi, insanların “gün yüzü dahi görmeden” çalıştıkları bir ülkenin bile iflasını ilan ettiği herkesin malûmu.
Bütün bunlar elbette biliniyor, ancak asıl endişe konusu (neo)liberal rüyaların bir kez daha devrimci bir kâbusa dönme ihtimali. İşte bütün o asabiyetin ve saldırgan dilin altındaki temel neden bu. Kapitalist krizin bedeli, ekonomik politikalar üzerinde en ufak bir söz sahibi olmayan işçiler, emekçiler, yoksullar ve ezilenlerce itirazsız ödendiği sürece elbette mesele yok. (Bakın olayların sınırlı birkaç protesto eylemiyle sona erdiği ve dolayısıyla fazlaca bir “kötü örnek” teşkil etmediği ülkelerle ilgili tek bir kötü söz var mı!) Şöyle veya böyle kapitalizm sınırları içinde bir çare bulunur ve her şey unutulur gider. Ancak emekçilerin, önlerine konulan yüksek hesaba itiraz etmeleri halinde işin şekli değişir. O andan itibaren birtakım hanımefendi ve beyefendi köşe yazarları, ağızlarını öfkeyle bozarak “gazino kapitalizmi”nin sivil güvenlik görevlilerine, hatta daha yerel birer figür olarak “pavyon fedailerine” dönüşüverirler.
Bu nokta, aynı zamanda liberalizmin karanlık yüzünün de ortaya çıkmaya başladığı noktadır. Demokratik sahtekârlık o andan itibaren kitlelere karşı önce üstü örtülü, ardından da açık tehdide dönüşmeye başlar. Kimine abartılı gelebilir, ancak tarihte unutulmaz örnekleri vardır.
Tarihte Neler Oldu!
Uzun bir yükseliş döneminin ardından krize giren uluslararası kapitalizmin neoliberal çözüm reçetelerini ilk uygulamaya koyduğu ülke Şili’dir. Sosyalist Allende önderliğindeki Unitad Popular hükümeti tarafından yönetilen Şili’deki güçlü işçi-emekçi hareketinin gösterdiği direnişi (Ne yazık ki sadece direniş!) kriz şartlarında kapitalist sermaye birikiminin önündeki en büyük engel olarak gören uluslararası ve yerli burjuvazi, CIA ve Şili silahlı kuvvetleri (“Din-Aile-Vatan!”) eliyle bir askeri darbe tezgâhladı. Ülke emekçilerinin sahip olduğu bütün mevziler ve haklar kanlı bir biçimde yok edilirken, demokrasiye de son verildi. Şili, 11 Eylül 1973 darbesinin ardından neo liberalizmin ağababalarından Friedman’ın yetiştirmesi “Chicago Boys” adı verilen monetarist- serbest piyasacı “toplum mühendisleri”(!) çetesi tarafından vahşi kapitalizmin ihtiyaçlarına göre “dizayn” edildi. Emekçilerin uzun yıllar boyunca mücadele ederek kazandıkları bütün sosyal ve ekonomik haklar ellerinden alındı. Hem de sadece dönemsel bir askeri diktatörlük olarak kalmayıp etkisi uzun yıllara yayılan bir “askeri vesayet” rejimi altında…
Bu erken dönem saldırısı elbette Şili ile sınırlı kalmadı. Aynı ekonomik ve siyasi amaçlarla Uruguay ve Arjantin’de de askeri darbeler yapıldı; binlerce insan, “serbest piyasanın” varoluşu uğruna yok edildi… Operasyonun zora dayalı daha geç dönem örnekleri arasında Latin Amerika’daki Fujimori dönemi Peru’sunu da sayabiliriz
Tabii bir başka ve de fazlasıyla yakın örnek bizim ülkemizdir. 12 Eylül’den söz ediyorum.
Milliyetçi-Liberal Darbe!
12 Eylül, her şeyden önce işçi sınıfına karşı düzenlenmiş milliyetçi-liberal bir saldırıdır. Bu memlekette boy vermiş ve bugün birbiriyle “düşman” olmuş bütün gericiliklerin yakın tarihteki ortak atasıdır. Amacı sadece krize düşmüş bir sermaye birikimi modelinin yerine bir başkasını koymak değil, buna bağlı olarak işçi sınıfı hareketini ezmek ve zamanın devrimci ruhunu öldürmektir.
Siz bakmayın o darbeyi takip eden dönemde hidayete eren eski solcu, yeni liberallere; onların itirazı cuntanın bir takım siyasi hödüklüklerine ilişkindir. Yoksa, onun iktisadi programı olan 24 Ocak’la, cuntanın sermayeyle bağlantısı ve akıl hocası, ardından da siyasi devamı olan Özal’la ve onun devri saltanatıyla hiçbir sorunları olmadı. Onlar, meftunu oldukları Özal’ın “çağ atlama” masallarını dinliyorlar, dinledikleri masalları da biraz daha allayıp pullayıp bize anlatıyorlardı. ‘Gusto’ sahibi olmayan yoksul Türklere, ‘kaliteli şarap’ yerine Kalaşnikof’u tercih eden Kürtlere, ‘fukaralık edebiyatı’ yapıp çağa ayak uyduramayan ‘başarısız’ güruha ve aklı hâlâ geçmişte kalan “dinozorlara” küfretmeyi de unutmadan. Yani liberallerimiz de aynen darbeci bürokrasimiz ve Türk-İslam sentezcisi milliyetçilerimiz gibi kısa sürede dönemin Türkiyesi’nin bütün olanaklarından faydalanmaya başlamışlardı; üstelik de onca yıl kadir ve kıymetlerini bilememiş patronların yanında, adamların devrim ve sosyalizm korkularının yatışmasının da etkisiyle, yüksek ücretli işlere girerek. Kendilerinden istenen şey basitti: Bugünlerine övgü, geçmişlerine küfür! Emeğin kolunu kanadını kıran baskılar, gasp edilen haklar, örgütlenmenin önündeki engeller; eğitimin ve üniversitelerin hali; ağır yoksullaşma; işkence idam ve ölümler; Kürtlere yaşatılanlar… Öyle hiç “enseyi karatmaya” gerek yoktu; bunlar olsa olsa geçiş dönemi sancılarıydı ve Türkiye dünyayla bütünleşiyordu!
El Çabukluğu Marifet!
Siz bakmayın o liberal demokratlara! Her bir şeyi anlatırlar da eksik anlatırlar. Evet, yeni liberallerimiz, patronlarının da keşfettiği gibi, marifet sahibi insanlardır. Asıl işleri illüzyonistlik, yani hokkabazlıktır. Sermayenin şapkasından el çabukluğu ile “ilericilik, devrimcilik, enternasyonalizm” çıkarabildikleri gibi, sermayenin bu memlekette yapılan askeri darbelerdeki rolünü de kaybedebilirler. Onca “darbe-darbeci” söylemlerine rağmen ağızlarından burjuvaziye ve işçi sınıfına, yani sınıf mücadelesine ilişkin tek bir söz çıkmaz. En “eleştirel” ve “soldan” örneklere göre 12 Eylül, devletin sivil topluma karşı yaptığı bir darbedir; yeryüzündeki bütün darbeler gibi! Oysa hepimizin de bildiği üzere 12 Eylül, devletin “sivil toplumu” ezmesi falan değil, o sivil toplumun mümtaz bir parçası olan sermayenin doğrudan çıkarlarının ifadesidir; sivil toplumun diğer parçalarının ezilmesi pahasına. O, darbe öncesi yayımlanan TÜSİAD bildirileri, patronların darbe yanlısı demeçleri, TİSK Başkanı Halit Narin’in kahkahaları, Boğaz’da bir yalıda hazırlanan iş yasaları, Kalender Ordu Evi’nde sürdürülen yasama çalışmaları ve sonunda kimlerin parsayı topladığı da akıldan çıkarılmamalıdır. Tabii, 1982 Anayasası’nın darbe öncesinde her gün dile getirilen TUSİAD ve TİSK taleplerinin siyasi-hukuki bir ifadesi olduğunu da unutmadan. 12 Eylül, paşaların iktidar hırsının değil, sermayenin mutlak egemenlik hedefinin bir ürünüdür.
Liberal Demokrasi!
Liberallerimizin bugünkü demokratlıklarına gelince. Bu, halktan ziyade patronların çıkarlarıyla ilgili bir konumdur. Kapitalist özel mülkiyete yönelik görünür bir tehlikenin olmadığı, sınıf mücadelesinin tek taraflı yürüdüğü bir dönemde; kapitalist birikim, serbest piyasa ve girişim özgürlüğü önünde engel teşkil etmeyen bir demokrasiyi savunmak, askere, devlete, bürokrasiye laf etmek kolaydır.
Liberallerin, (ve elbette büyük burjuvazinin) eski-yeni birçok sosyalisti bile baştan çıkaran bugünkü demokratlıklarının ve hatta “halktan yana” tavırlarının asıl nedeni, tarihsel olarak serbest piyasa ve girişim özgürlüğü için bir tehlike olarak gördükleri geniş halk yığınlarının halihazırda neoliberal bir burjuva partisine oy veriyor olmasıdır. Bu aynı zamanda askeri vesayet karşıtı, “halkçı ve devrimci” tavırlarının da nedenidir! Liberaller, yoksul emekçi kitleler kendi gerçek çıkarları adına herhangi bir talepte bulunmayıp büyük sermayenin iktidarına omuz verdikleri sürece bu “demokratik” tavrı sürdürebilirler. Çünkü bu dönemde büyük sermayenin askeri bir müdahaleye ihtiyacı yoktur! Liberallerin, geleneksel asker-sivil bürokrasi vesayetine karşı mücadelelerinin asıl amacı, halkın tepesine binmiş bu despotluğun tasfiyesi değil, bugünkü koşullarda kapitalizm için verimsiz bir engele, ayak bağına dönüşen bürokrasinin yerine sermaye açısından çok daha işlevsel bir “teknokrasi”yi koymaktır. Bu aynı zamanda, “halkın egemenliği” anlamındaki demokrasinin ve alt sınıfların devlet yönetimine müdahalesi anlamındaki politikanın tasfiyesinin de bir yöntemidir. Amacın gerçekleşmesi oranında, ekonomik gücün siyasi gücü mutlak olarak denetlediği; “serbest piyasa, güçlü devlet” ilkesinin egemen olduğu, devletin gerçek özüne döndüğü (“gece bekçisi’ veya “silahlı adamlar topluluğu”); ekonomik satın alma gücü oranında politik satın alma gücü sağlayan; herkesin kamu hizmetlerinden parasal gücü oranında yararlanabildiği; bireyin “girişimci”, özgürlüğün de “girişim özgürlüğü” ile özdeşleştiği; kitlelerin büyük oranda depolitize ve atomize edildiği (Bu noktada faşizmle amaç birliği vardır!); yürütmenin alabildiğine güçlendiği daha da otoriter bir toplum düzeninin önündeki tüm engeller kalkacaktır.
Bütün bunları soyut ve teorik endişeler, hatta paranoyalar olarak görenlere yukarıda sözünü ettiğim (neo)liberal-milliyetçi (elbette dindar, muhafazakâr ve “yeni muhafazakâr”) askeri dikta rejimlerini ve bugün giderek daha fazla otoriter özellikler gösteren “demokrasileri” hatırlatmak gerekir; hem de öyle “bireysel özgürlüklü”, seçimli ve de çok partili cinsinden! Ayrıca liberalizmin tarihsel sorunsalının yoksul halk çoğunluğunun yönetimi olarak demokrasinin, özgürlüğe, yani girişim özgürlüğüne müdahalesi ve onu sınırlama ihtimali olduğunu da unutmayalım. Günümüz liberalizmi bu sorunsalı piyasanın işine yaramayan bir demokrasinin gerektiğinde zor yoluyla alaşağı edilmesi yönünde kesin ve pratik olarak çözmüştür. İktisadi özgürlüklerle siyasi özgürlüklerin çatıştığı noktada sorunun aşılamaması halinde tercih, iktisadi özgürlükler alanına müdahale etmeyen, ancak bunun dışındaki her şeye müdahale eden otoriter devletten yanadır. Hem zaten ağababalardan Hayek “Siyasal özgürlük, bireysel özgürlüğün gerekli bir öğesi değildir. İkisini birbirinden ayırmak gerekir” derken, Friedman da siyasal özgürlüğün tahribatının sermaye için iktisadi özgürlüğün kaybına kıyasla ciddi bir sorun olmadığını belirtir. Yani kapitalizmle demokrasi arasında zorunlu bir bağ yoktur ve bütün neoliberal cinayetler “şeriata” uygundur!
Kısacası, kapitalizmin, kapitalist özel mülkiyetin, kapitalist sermaye birikiminin gerçekleşme şartlarının önüne engeller dikilmeye başladığı andan itibaren liberalizm bir canavara dönüşebilir. Geçmiş örneklerinin yanı sıra, bugün Yunanistan, yarın başka yerler bağlamında dikkati çektiğimiz tehlike budur.
Devrimlere Ne Oldu!
Liberaller herhalde “ellerini kana bulamamak için” olacak (!) biz dahil herkesi sınıf savaşlarının artık sona erdiğine, devrimler çağının kapandığına ve de sosyalizmin öldüğüne inandırmaya çalışıyorlar; liberal hayal dünyalarını yıkacak, başlarını derde sokacak ve sonu belki de asıl varlık nedenleri olan kapitalizmin tasfiyesine yol açabilecek dünya çapında bir patırtının çıkmaması için. “Piyasanın o görünmez eli” (Derin piyasa!) vasıtasıyla kurulduğu söylenen o ilahi dengenin bozulmaması adına.
Devrimci dönemini çoktan kapatmış olan burjuvazinin tarihsel çıkarlarının bir izdüşümü olarak liberal düşünce de artık tamamen karşıdevrimci bir rol oynamaktadır. Onlar sadece günümüzün, (Soros parasıyla finanse edilen) renkli devrimleri (ve tabii, Özal ilke ve inkılapları) haricindeki kitle seferberliklerine ve bunların yol açabileceği muhtemel devrimlere hem bir ihtimal, hem de bir gerçeklik olarak karşı çıkıyorlar. Ancak devrim fikrine ve pratiğine düşmanlıklarının alanı sadece bugünü değil dünü de kapsıyor. Bu karşıtlık sadece Sovyet Devrimi (‘Aslında Kışlık Saray’ın ele geçirildiği bir Bolşevik darbesiydi!’ diyorlar ya!) ile sınırlı değil. Buna burjuvazinin “medarı iftiharı” olması gereken Büyük Fransız Devrimi de dahil bütün burjuva demokratik devrimlerini ekleyebiliriz. Bu arada burjuva demokratik devrimin en kararlı gücü olan Jakobenlere olan düşmanlıkları ise gerçekten ibret verici. Yani öyle bir karşı devrimcilik ki, az daha gayret edilse sırf iki yüz küsur yıl önce devrim yapıp kral ve ailesini giyotine gönderdiği için kendi geçmişinden nefrete dönüşecek. Nitekim 1998’deki “200. Yıl” kutlamaları döneminde bu idamlardan dolayı “özür dilenmesi” gerektiğini söyleyen liberaller bile çıkmıştır! Kimi liberal köşe yazarlarına göre ise burjuva demokratik devrimleri Anglosakson dünyasının bağışıklık sahibi olduğu neredeyse “Akdeniz anemisi” türünden bir hastalık, bir nevi Latin farfaralığının ürünüdür. (En çok da Taha Akyol!) Anglosakson dünyasına gelince, orada her türlü ilerleme kendiliğinden, sabırlı insanların gayreti ve “piyasanın gizli eli” sayesinde olur; tabii 17. yüzyıldaki İngiliz Devrimi’ni, 18. yüzyıldaki Amerikan Devrimi’ni, hatta 19. yüzyıldaki Amerikan İçsavaşı’nı, Avrupa’daki 1830 ve 1848 devrimlerini saymazsak…
Liberalizm Vatan Hainliği midir?
Ulusalcı bir antiemperyalizm ekseninde yürütülen mücadele ve “vatan hainliği” suçlaması, solun liberalizm ve büyük sermaye karşısında ideolojik ve politik olarak daha da gerilemesine yol açarken, liberalizme bu güne kadar sahip olmadığı bir cesaret kazandırmıştır. Oysa liberalizmin yumuşak karnı “vatan-millet” mevzuları değil, toplumsal gelişmenin itici gücünü oluşturan sınıf mücadelesi gerçeği ve bu gerçekten türeyen kapitalizm eleştirisi, devlet, devrim, enternasyonalizm, demokrasi, ulusal sorun, milliyetçilik vb. bir dizi olgudur. Ancak genel olarak ülkemiz solunun bu konulardaki bakış açısı, liberalizmin aynı konulardaki ‘dezavantajlarını’ adeta bir avantaj durumuna getirmiştir; liberalizm sosyalist soldan bile “hesap sorar” hale gelmiştir. Sınıf savaşı gerçeğini temel alan mücadele anlayışı elbette işçi-işveren, fabrika-grev vb. konularla sınırlı değildir. Bu anlayış var olan bütün toplumsal alanları kapsar. Eleştirinin bu temelde yürütülmesi liberalizmin bugün özellikle sosyalist sola karşı elinde tuttuğu silahları kaybetmesine neden olacaktır. Bu eleştiri, özeleştiriye de dönüştüğü ölçüde sosyalist hareketin ideolojik-politik sağlığı açısından önemli bir yarar sağlayacaktır.
Liberal Deli Gömleği!
Liberalizm, bütün devrimci ütopyaları reddederek, insanlığı kapitalizmin o azami kâr hırsıyla sınırlı “deli gömleği” misali dünyasına hapsetmeyi hedefler. Bu anlamda, burjuva darkafalılığının bir ifadesidir. İnsanı, çıkar ve faydasından başka hiçbir şey düşünmeyen “atomize” bir bireye, bireyi de dini imanı kâr olan hırslı bir girişimciye indirgeyerek aşağılar. İşçilerin, emekçilerin, yoksul halkın egemenliği anlamındaki demokrasiye düşmandır. Serbest piyasayı her şart altında koruyan ve kollayan “güçlü devlet”ten yanadır. Bütün “vesayet, sivil toplum, bürokratik egemenlik, ulus devlet karşıtlığı” nutuklarına rağmen o devletin sönümlenmesinden ve giderek ortadan kalkmasından; elindeki bütün politik yetki ve işlevlerin yeniden toplumun eline geçmesinden hiç söz etmez. Bırakın söz etmeyi, sermayenin çıkarlarının tehlikeye girdiği durumlarda şoven milliyetçiliğe, askeri diktatörlüğe ve faşizme sarılmakta bir an bile tereddüt etmez. İşçi sınıfı ve emekçilerin uluslararası birlik, dayanışma ve mücadelesinin temeli olan enternasyonalizmden nefret eder, ona karşı uluslararası mali sermayenin sınırsız genişlemesinin ve sömürüsünün ifadesi olan “küreselleşmeciliği” savunur. (Ve bunu da “enternasyonalizm” olarak yutturmaya kalkar!) Ve bütün bunları yaparken kapitalizmin ve onun serbest piyasacı neoliberal yüzünün insanlık için bir kader olduğunu, başka hiçbir alternatifin olmadığını söyleyerek “sabır” telkin eder. (Bu noktada çok dindardır!)
Sosyalistlerin demokrasi, enternasyonalizm, milliyetçilik, darbecilik, askeri vesayet, bürokratik despotluk, ulusal sorun, devlet, devrim, toplum, birey vb. hiçbir konuda liberallere vereceği bir hesap yoktur. Yeter ki bütün bu hesapları kendi kendilerine verebilsinler, eleştirilerini her şeyden önce “sınıf mücadelesi ve devrimin güncelliği” anlayışı temeline oturtabilsinler. Buna gerçekten ihtiyaç var.
Unutmayalım liberalizmin karanlık yüzü, ağır kriz dönemlerinde ortaya çıkar…

Hiç yorum yok: