17 Mayıs 2010 Pazartesi

KENDİNİ TÜKETMEK!

Ahmet Doğançayır


Krize karşı şu ana kadar alınan önlemler; Yani vergi indirimleri, harcama artırımları, çeşitli teşvikler, likidite sağlamaya dönük operasyonlar, devletleştirmeler henüz çöküşü durdurmaya yeterli olmuş görünmüyor. Olsa, olsa ani bir batışın hızını yavaşlatmış ve dibe gidişi frenleyici bir etki yaratmış bulunuyor. Tek dayanak tüketicinin başka hiç kimseye benzemeyecek kadar tüketim eğilimli olması. Yani ekonomide en ufak bir toparlanma eğilimi görüldüğünde tüketici harcamaya başlayabilir. Yeter ki harcama potansiyeli devam etsin. Zaten ortalığa saçılan paraların nedeni de bu harcama potansiyelini ayakta tutabilmek. Merkez bankaları var olan gidişi gördükleri için enflasyona karşı kullanılan bütün politikaları tersine çevirmiş bulunuyorlar. Faizler indiriliyor, likidite bollaştırılıyor. Yani enflasyonu önlemek için ne yapılması gerekiyorsa tersi yapılıyor.
Nasıl Tüketici Olduk?
Çok kullanılmaya başlanan ‘’ tüketici’’ kelimesi nedir? Bu noktanın açıklanması için Pazar fikrine dönmemiz gerekir. Pazar bazı gerekli malların bulunabildiği çok anlamlı bir yerdi. İnsanlar Pazar’a ve dükkân’a müşteri olarak giderlerdi. Ne oldu da tüketici haline geldiler. Kapitalizm de sanayi üretimi geliştiği için gitgide önceden plan yapmak ve piyasa talebini bilmek gerekmiştir. Piyasa araştırması üretimin düzenlenmesi için talebin keşfedilmesine yönelik bir hazırlık olarak düşünülmüştür. Ama gerçekte üretim planlanmadığı ve birçok rakip firmanın birbirinden bağımsız kararlarına bağlı olduğu için piyasa araştırması reklamcılıkla iç içe geçmiştir. Ekonomik faaliyetimizin büyük bir bölümü bilinen ihtiyaçları gidermeye yönelmişse de gittikçe artan bölümü, sanayicinin üretmek için uygun bulduğu şeyleri tükettiğimizi düşünmemizi sağlamaya yöneliktir. Toplum ekonomik hayatı denetleyecek yerde, ekonomi hayatı tarafından denetlenmektedir. Tüketici değil de kullanıcı olsak toplumsal düzene farklı bakarız. Çünkü kullanma kavramı malzemeleri nasıl ve ne için kullandığımız ve genel hayatımıza etkileriyle ilgilidir. Oysa tüketimin karmaşık kalıpları bu soruları ortadan kaldırma, onların yerine bizim denetimimiz dışında gelişen sistemin ürünlerini benimsetme eğilimindedir.
Bireyi öne çıkarttığı için ‘’tüketici’’ tanımının aynı derecede önemli bir başka sonucu da ekonomik faaliyetin gerçek kullanım alanını düşünmemizi engellemesidir. Birey olarak değil de toplumca kullanmadığımız ya da tüketmediğimiz birçok önemli şey vardır. Ama ‘’ tüketicinin’’ vurgulanması, piyasanın varsayılan yasaları ve bu yasalarla kurulan üretim ve bölüşüm sistemi bizi bu yöne itmektedir. Artık bireysel ve toplumsal ihtiyaçların giderilmesi arasında ciddi bir dengesizlik olduğu ve uçurumun giderek genişlediği anlaşılmıştır.
Vitrinlere bakan insan bolluk duygusuna kolayca kapılabilir. Ama hastane, yol, konutlara baktığında kısıtlamalarla karşılaşır. Günlük hayatta araba çokluğu ile yol sisteminin gülünç derecede yetersiz oluşu gibi durumlarda bile bölünmüş düşünme tarzımız bozulmaz. Bireysel kullanım kalıplarını olumlu bir harcama ve doyum, toplumsal kullanım kalıplarını ise yoksunluk ve vergi gibi olumsuz çerçevede düşünürüz. Toplumsal amaçlar genellikle bireylerin gelirlerinden alınanla karşılandığı için toplum denen şeyin bizi sürekli sınırladığı, bir şeylerden yoksun kıldığı inancına kapılırız. Bu sistem olmasa daha çok paramız olacakmış gibi düşünürüz.
Neden böyle? Ben kendi hesabıma sorunun kapitalizm olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmin toplum biçimi ancak piyasa olabilir. Çünkü kapitalizmin amacı herhangi bir toplumsal kullanım kavramından çok, tek, tek faaliyetlerden kâr sağlamaktır. Mülkiyetin toplumun belirli kesimlerinde toplanması piyasa dışındaki çoğu ortak kararı sınırlar ya da olanaksız kılar.
Tüketici mi, Üretici miyiz?
Şu an kapitalizm doyurulmuş hatta mala gömülmüş ‘’ tüketici’’ den söz ediyor. Ancak bugün herhangi bir ülkenin ortalama yurttaşları yetişkin hayatlarının büyük bir bölümünde kapitalizmin iddiasının aksine tüketici değil üreticidirler hâlâ. Ortalama olarak günde dokuz veya on saatlerini haftanın beş veya altı günlerini işe gidip gelerek geçirirler. Sekiz saatlerini uyuyarak geçiriyorlarsa tüketim ve boş zaman faaliyeti olarak topu, topu altı saatleri kalıyor demektir. Burada ‘’ Tüketici özgürlüğü’’ şampiyonluğu yapanların önünde bir engel çıkmaktadır. Çünkü verilmiş bir nüfus içinde karşılanacak ihtiyaçların sayısı ne kadar artarsa, verili bir teknoloji ve emek örgütlenişi sürecinde üreticilerden talep edilen iş yükü o kadar büyüyecektir. Bu iş yükü ile verilen kararlar üreticiler tarafından alınmayıp onlara diktatörce dayatılır. Milyonlarca insanın toplumun yüzde 50sine veya belki yüzde 20sine daha çok tüketici doyumu sağlamak için bu tür dayatmalara boyun eğmesi neden doğru olsun. Piyasa ekonomilerinin yalnız bırakılmak ya da ailelerine ve kendilerine bakamayacak duruma düşmek istemeyenleri yapmaya zorladığı şey tam da budur. Üreticilere bırakılsa temel ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan, çok daha az çalışarak( örneğin haftada on saat az çalışma gibi) ikinci bir arabadan veya cep telefonundan vazgeçmeyeceğini kim söyleyebilir. Bu kararlar söylediğimiz gibi özgürce alınmazlar. Onların arkasından ya da onlar için karar veren işverenler tarafından dayatılır.
Kapitalizm ücretlileri tüketici olarak bütünleştirmeyi deneyebilir. Ancak ücretlilerin ‘’üreticiler’’olarak uyumunu sağlayamayacaktır. Kapitalizmin doğası üreticilerin özgür ve egemen olmamalarını gerektiriyor. Özgür çalışma kendi kontrol eder, kendi belirler ve burada çalışanlar ne ürettiklerini, nasıl ürettikleri ve kimin için ürettikleri konusunda kendileri karar verirler. Bu yalnız özgürce birleşen üreticilerin yönetiminde sosyalist yönetimde gerçekleşebilir. Ücretli işin kontrolü ile eş anlamda olan sermayenin hâkimiyetinde bu olanaksızdır.
Sosyalistler ve tüketim toplumu
Sosyalizmden beklenen insanlığın yalnız temel gereksinimlerle sınırlı kalması değil, gittikçe daha çok sayıda ihtiyacının tedricen karşılanmasıdır. Marks hiçbir zaman çileciliğin ya da kemer sıkmanın savunucusu olmamıştır. Onun sınıfsız topluma bakışının temelinde yatan, tam olarak gelişmiş kişilik kavramı, insan ihtiyaçları ve bunların giderilmesinde büyük çeşitliliği içerir.
Dolayısıyla sosyalistler için tüketim toplumunun reddi bir bütün olarak gereksinimlerin genişlemesi ve farklılaşmasının reddini ya da bu gereksinimlerin ilkel, doğal durumuna herhangi bir dönüşü ifade etmez. Sosyalistlerin amacı zorunlu olarak tüm insanlık için zengin bir bireyselliğin gelişimidir. Marksistler açısından tüketim toplumunun reddi şu anlama gelir.’’ İnsanın gelişmesini kısıtlamayı sürdüren dar ve tek yanlı yapan tüm tüketim ve üretim biçimlerinin reddi bu rasyonel ret kapitalizm de meta biçimi tarafından belirlenen malların üretimi ile insan emeği arasındaki ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır. Böylece ekonomik etkinliğin ana hedefi şeylerin maksimum üretimi ve her bireysel üretim birimi için maksimum özel kâr değil, fakat bireyin optimum öz etkinliği olur. ‘’ (Marks-Engels Alman ideolojisi s.67–68)
Malların üretimi bu hedefe tabi kılınmalıdır. Örneğin önemli olsalar bile insan sağlığına ve doğal çevreye zarar veren üretim ve emek biçimlerinin ortadan kaldırılması demektir. Aynı zamanda maddi ihtiyaçları olan insanın zengin bireyselliğinin tam gelişimini, çilecilik ve kendini sınırlama yoluyla değil, ancak bilinçli olarak denetlenen ve onun kolektif çıkarlarına tabi kılınmış tüketimin gelişimi yoluyla başarabileceği bilinmelidir. Marksist sosyalizmin amacı özgürce birleşmiş üreticilerin maddi ve insan kaynaklarını kimi ‘’ölümsüz ekonomik yasalara’’ göre kullanma yükümlülüğünden kurtulmalarıdır. Üretici / tüketicilerin hem toplumsal, hem ekonomik önceliklerini özgürce karşılaştırdıkları bir toplumdur bu. Üretici / tüketiciler daha çok boş zaman ya da daha az yorucu ve monoton çalışma karşılığında ikinci bir televizyon setinden vazgeçmek isterlerse bunu yapma hakkına tamamen sahiptirler. Üretici / tüketiciler kararlarını kendi bilinç ve duyarlılıkları ışığında özgürce verme hakkına sahip olmalıdırlar. İnsan özgürlüğünün bütün içeriği ve amacı budur.
Kapitalist insanlık görüşü insanlığın ilerlemesi ya da sağlığını yurttaşların tüketmekte olduğu, gitgide yararsızlaşan alet edevat sayısının artışıyla ölçer. Sosyalizm ise sırf tüketimden çok uygarlık içinde büyüyecektir. Bu anlamlı insan ilişkileri ve faaliyetleri alanı demektir. Çocukların büyütülmesi ve eğitim yaygınlaştırılması, hasta ve sakatlara bakılması, yaratıcı iş pratikleri, sanat ve bilim çalışmaları, dünya ve evrenin araştırılması gibi. Kanser ve kalp hastalıklarıyla savaşa, çocukların karakter ve zekâlarının nasıl geliştirilebileceğinin incelenmesine en büyük önceliği verecek olan bir toplumdur bu. Daha uzun, ruh ve bedence daha sağlıklı yaşamak, iki tane renkli TV satın alma özgürlüğünden daha mı az önemlidir.
Tartışma insanlık tarihinin merkezi sorunu çevresinde dönmektedir. İnsanlık kendi kaderini biçimlendirme potansiyeline sahip midir? Herkesin kendini özgürleştirmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerçekleşmeyen bir rüya olarak mı kalacaktır. Bütün bunların hayal olduğunu iddia edenler, insanlığın koşullar ne olursa olsun ekonomik yasaların ve toplumsal eşitsizliğin diktatörlüğüne mahkûm olduğunu söylemektedir.

Hiç yorum yok: