16 Şubat 2011 Çarşamba

Kağıt’tan devlet



Oşin Çiringel

*Sinan Çetin, devlet aygıtını yüreklice sorguladığı, onunla hesaplaşmayı göze aldığı için övgüye değer bir duruş sergilemiş. Kağıt, bu duruşun filmidir.
*Sinan Çetin, az rastlanır bir ustalıkla devleti kağıt  metaforuyla anlatmış. Ona göre devlet; dosya, klasör, evrak, damga, ıstampa, imza, kafa kağıdı ve asıl önemlisi bunların hepsini simgeleyen kağıt demektir.
*Yönetmen, filmin finalinde her türlü otoriteyi red eden bir felsefeye, ‘anarşizm’e varıyor. Devlet aygıtının yakılarak insanlığın kurtulabileceği mesajını veriyor. Devletin, hem  bireyi ezen hem de tek tek herkesin içinden geçerek örülen bir aygıt olduğunu göremiyor.

Sinan Çetin, son filmi Kağıt’da sinema tarihimizde pek ele alınmamış olan bir konuyu, devleti sorguluyor. İnsanın devlet aygıtı karşısındaki güçsüzlüğünü ve çaresizliğini gündeme getiriyor. Bunu bir sinema yönetmeninin trajik serüveninde öykülendiriyor.
Kağıt, devlet gerçekliğini dolaylı değil, doğrudan ele alan bir film. Onu özgün kılan da bu özelliğidir. Sinan Çetin, sistemin temelini oluşturan devlet aygıtını gündeme getirmekle yetinmiyor, onu cesurca, kökten sorgulamayı deniyor.
Bunu başarabiliyor mu? Bu sorunun yanıtı, Sinan Çetin’in devlet algısında aranmalıdır. Bunu denemeden önce, sanat ve edebiyat tarihinde devleti ele alan, devlet-birey ilişkisini analiz eden önemli birkaç tipik örneği hatırlayalım.
                        * * *
Örneklerden ilki, Rus yazar Yevgeni İvanoviç Zamyatin (1884 – 1937)’in Biz adlı romanıdır (1920’de yazıldı, ilk kez 1924’de İngiltere’de yayınlandı). Biz, Batı edebiyatında ilk anti-ütopya (distopya) roman olarak nitelendirilmiştir.

Zamyatin bu romanıyla, totalitarizm tehlikesine dikkat çekerek anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüştürmüştür. 
Biz, 26.yy’da geçen, bu çağın kurgulanmış insanını devletle ilişkisi bağlamında sorgulayan bir roman. Zamyatin’in roman kahramanı bitmiş, tamamlanmış bir toplumun parçalanmış bireyidir. Bu insan, doğadan ve benliğinden koparılmış, bizleşerek teknolojiye ve devlete teslim olmuş, kişiselliğini yitirmiştir.
İnsanlar adlarıyla değil, numaralarıyla anılmaktadır. Yaşam alanları, saydam cam tuğlalardan örülü duvarlarla çevrilidir. İnsanların her anı devletçe izlenmekte, denetlenmekte ve belirlenmektedir. Erkek ve dişi numaralar yalnızca, izin belgeleriyle önceden belirlenmiş sevişme saatlerinde birbirlerini ziyaret ettikleri zaman perdeleri indirme hakkına sahiptirler.
Örneklerden ikincisi, İngiliz yazar George Orwell’in (1903-1950) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanıdır (1948’de yazıldı, 1949’da yayınlandı, filmi de yapıldı). Orwell’in, bu ünlü eserini yazarken Zamyatin’in romanı Biz’den etkilendiği yorumları yapılmıştır.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, alegorik bir politik romandır. Hikayesi anti-ütopik (distopik) dünyada geçer.
Gününüzde yaygın olarak kullanılan ‘soğuk savaş’,büyük birader’  ve ‘düşünce polisi’ gibi kavramlar ilk kez bu romanda dile getirilmiştir. Büyük Birader’in yönetimindeki Okyanusya adlı süper devlette yaşam alanlarının her köşesine alıcılar yerleştirilmiştir. İnsanların attığı her adım, konuştukları her söz resmi makamlarca izlenip arşivlenmektedir.
Büyük Birader, evlerde, iş yerlerinde, sinemalarda, film setlerinde, stadyumlarda, tarlalarda, yatak odalarında, her yerdedir. O yalnız, insanları fiziksel takiple yetinmez, onların iç dünyalarını da izler; uygun görmediği sevgi, tutku ve aşkları beyin yıkayarak söndürür, dumura uğratır, yok eder.
Düşünce polisi, ülkenin en güçlü örgütüdür. Devletin tek endişesi, yurttaşların kafalarında Büyük Birader’e karşı muhalif fikirlerin doğması, yeşermesidir. Bu nedenle düşünce polisi, son teknolojik araçlarla bütün yurttaşların yaşamını yakından denetlemekte, aykırı ve şüpheli düşüncelileri belirleyerek bunları kısa zamanda yok etmektedir.
Devletin resmi ideolojisi ‘İngsos’tur. Bütün yurttaşların bu ideolojiye bağlı olması zorunludur. Yurttaşlar, iç ve dış düşmanlara karşı sürekli uyanık olmak zorundadırlar. Her gün rejim düşmanlarını lanetlemek için iki dakikalık ‘nefret uygulaması’ yapılır. Ayrıca Nefret Haftası denen yılın bir haftasında rejim düşmanları yoğun olarak lanetlenir. Kutlamalarda sık sık bir marş söylenir. Bu marş, Büyük Birader’e adanan bir ilahi, bir naattır; ama daha çok, halkın kendi kendisini hipnoz etmesi, bilinçlerin ritmik bir ses yardımıyla, istemli olarak bastırılmasına yarar.
Devlet- insan ilişkisine dair üçüncü örneğimiz  Heinrich Thedor Böll’ün (1917-1985), Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru adlı eseridir (1973, önce roman, sonra oyun).
II. Dünya Savaşı sonrası Alman edebiyatının en önemli temsilcilerinden Heinrich Böll, birçok yapıtında savaşın anlamsızlığını, savaş sonrası yokluk yıllarındaki yurtsuzluk, işsizlik gibi konuları ve bunların birlikte getirdiği toplumsal ve ahlaksal sorunları işlemiştir. Böll, geçmişin suçlarını anlamayı, bu suçların işlenmesine zemin hazırlayan sistemi, otoriteyi, tahakkümü ve devlet aygıtını eleştirmeyi kendine ilke edinen bir yazardır.
Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru, Böll’ün sorunların kaynağını devlet aygıtında, kurulu düzende aramaya yöneldiği yapıtlarındandır. Böll, bu eserinde sistemin dişlilerinde, devlet aygıtının çarkında linç edilen, ruhu tarumar edilerek onuru çiğnenen bir kadını anlatır.
Heinrich Böll, doyumsuz eseri Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’nda işte bu çağdaş trajediyi işler. Böll, eserinde geleneksel Alman militarizmiyle katmerli bir güce ve görünüme bürünen devletin ipliğini pazara çıkarır, bu acımasız aygıtın bireyi nasıl ezdiğini, kendi dünyasında sıradan bir yaşam sürdüren Katharina Blum’un yaşamını nasıl alt üst ettiğini güçlü bir anlatımla dile getirir. Bu eserde devlet, tıpkı bilim kurgu filmlerinde rastlanan yarı insan - yarı robot yaratıkların acımasızlığıyla betimlenmektedir. Kolay kolay öldürülemeyen, yaralandıkça kendini onarıp yenileyebilen, tıpkı insan gibi kinlenip saldırganlaşabilen, ‘aykırı’ her düşünce ve eylemi yerle bir eden bir canavar!..
Bu uzun öykü, bir bakıma, Almanya’nın şiddetle yüz yüze geldiği, Baader-Meinhof’lu yıllarının ürünüdür. Tüm kişisel değerleri ayakları altına alınan, hem yakın çevresi hem de tüm toplum karşısında savunmasız bırakılan Katharina Blum’un tek suçu bir devrimcinin sevgilisi olmaktır. Böll, devrimcileri izlerken anti-demokratik yollara başvuran polis
ve yargı mekanizmasına ve tiraj uğruna yalan haber veren basına acımasız eleştiriler yöneltir. Özel yaşam karşısında medyanın sorumsuzluğunu ve güvenlik güçlerinin bireysel özgürlükleri kayıtsızca çiğnemesini evrensel bir yaklaşımla ele alır.
Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru bir bakıma insan onurunun hiçe sayılışının evrensel hikayesidir.

Devlet-insan ilişkisini sorgulayan bu üç örnekteki devlet algısının ortak paydası yoğun karamsarlık ve umutsuzluktur. Bu karamsarlık hiç de nedensiz değildir. İnsanlık dün olduğu gibi bugün de açlık çekiyor; birbirini boğazlıyor; ekmek, okul ve hastane yerine silah üretiyor; salgın hastalıklarla kırılıyor; sevgiye, aşka zaman ayıramıyor; kin ve nefreti daha kolaylıkla hissedebiliyor; para, ana- baba ve kardeşleri birbirinden koparıyor; maneviyat yerine mülkiyet en kutsal değer olarak kabul ediliyor… Bütün bunların nedeni yüz yıllardır işleyip duran devlet çarkıdır.
Devletin geçmiş yüzyıllardan süregelen tarihsel dinamikleri çürümemiş, bilimsel ve teknolojik devrimler devlet aygıtını işlevsiz kılamamış, tersine onu daha çok güçlendirmiş, devlet-insan ilişkisinde terazi, devlet lehine dibe vurmuştur. Sınırlar, dikenli teller, duvarlar, ordular, polis teşkilatları, bekçi köpekleri, gümrükler, ulusal marşlar ve bayraklar globalleşen dünyaya karşın önemlerini koruyan devlet ritüelleridir.
Devlet aygıtının sentezlendiği ulusçuluk ideolojisi, insan ruhunu öğütmeyi sürdürüyor. Ulus-devlet diye anılan bu ikili gerçeklik sınırlıyor, sansürlüyor, engelliyor, kota koyuyor, yasaklıyor, kısıtlıyor, daraltıyor, sıkıyor, boğuyor, kısırlaştırıyor, kuşatıyor, kıskaca alıyor, sığlaştırıyor, bölüyor, parçalıyor, ayırıyor, ayrıştırıyor, aşındırıyor, kışkırtıyor, yabancılaştırıyor, kısacası, insanı insanın kurdu yapıyor.
Çağdaş zamanların en vahşi terminatörü (yok edici) sayılan ulus-devlet, İnsanı insana ve insanı kendine yabancılaştıran bu acımasız aygıt, her türlü tutsaklığın kaynağıdır.
* * *
Kağıt filmi, devlet-insan ilişkisini ele alan üç örneğin hiçbiriyle bire bir örtüşmüyor. O ne Zamyatin’in Biz, ne  Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanı gibi anti-ütopik (distopik) bir eser, ne de Böll’ün Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru gibi tümüyle klasik formda işlenmiş çağdaş bir trajedidir. Kağıt, üç örnek eserin orta yerinde durmakta, kısmi alegorik anlatımıyla ilk iki eserin anlatım özelliğini taşırken, trajik yapısıyla da Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru’yla örtüşmektedir. Anlatım tekniği bakımından filmin eklektik bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. 
Sinan Çetin, az rastlanır bir ustalıkla devleti kağıt metaforuyla anlatmış. Ona göre devlet; dosya, klasör, evrak, damga, ıstampa, imza, kafa kağıdı ve asıl önemlisi bunların hepsini simgeleyen kağıt demektir.
Filmin bence en özgün bölümleri tavandan döşemeye sarkan kağıtların sergilendiği bir mekanda geçmektedir. Bu mekanın kapısı (=devlet kapısı) yoktur. Mekana giriş, hareketli bir merdiven aracılığıyla sağlanmaktadır. Devletin temsilcisi ile devletin kurbanı filmin finalinde kozlarını bu mekanda paylaşırlar.
Sinan Çetin, bu mekandaki sahnelerde özgün bir denemeye girişiyor, uyumsuz tiyatronun (absürd tiyatro) tekniğini kullanıyor. Ses ve hareketi esas alıyor, kalıplara karşı çıkıyor, yaşanmakta olan düzeni yeriyor, bireyin devlet aygıtındaki var oluşunun anlamsızlığını vurguluyor, mantık sınırlarını tanımıyor.
Kağıt-devlet metaforu, sinema tarihine geçecek bir buluştur. Film, metaforun kurgulandığı sahnelerle, trajik öykünün geçtiği sahneler arasında gidip gelmektedir. İzleyici, bir kağıtlardan oluşan simgesel mekana, bir anlatılan öykünün bilinen mekanlarına taşınıyor. Bu iki farklı atmosfer, filme tempo kazandırmasına karşın eklektik bir anlatının da nedeni olmaktadır.
                                * * *
Sinan Çetin, bize dokunaklı, trajik bir öykü anlatıyor. Filmin çatısı iyi kurulmuş. Öykülendirmede başarılı bir üslup tutturulmuş. Yönetmen, mantıklı bir seçim yaparak devlet algısını ve bu algının giydirildiği öyküyü çok iyi bildiği sinema dünyasından seçmiş. Bilindiği üzere devletin sinemadaki varlığı olağanüstü ilkellikler ve yasaklar içerir. Kağıt, devletin bu yasakçı ve ilkel özelliğinin sorgulanmasının filmidir.
Film, sosyal içerikli bir film çekme idealiyle yanıp tutuşan genç bir yönetmenin trajik öyküsünü anlatıyor. Yönetmen,  henüz kurumsallaşmamış sinema piyasasında kulaç atmaya çabalarken filmin finansı için bu piyasanın kan emicilerinden birine başvurur. Finans sağlama girişimi, her seferinde yeni bir engelle sonsuza kadar ertelenir. Piyasanın bu engeli, devletin engeliyle (sansürcü memure) birleştiğinde genç yönetmen için trajik son kaçınılmaz olur. Yönetmenin devlet memuru olan babası, emeklilikten aldığı toplu parayı eczane açması için oğluna verir. Bu para filmin finansmanında harcanır. Ekonomik sorun çözülür ama devletin yasakçı mevzuatı aşılamaz. Baba gerçeği öğrenir, intihar eder (Ahmet Mekin’in görkemli oyunculuğunu belirtmeden geçemeyeceğim). İntihar sahnesinde dalgalanan bayrak, filmin etkili metaforlarından biridir. Bayrağın dalgalanması için babanın intihar etmesi kaçınılmazdır!
Genç yönetmen devlete yenik düşer. Film gösterime giremez. İntikam duygusu ağır basar. Sansürcü memureye tuzak hazırlayan genç yönetmen onu önce devlet gerçekliğiyle yüz yüze getirerek mahkum ettirir, ardından da onu ‘kağıttan devlet’ mekanına taşır. Amacı bellidir: Sansürcü memureyi, yani devleti, bütün mevzuatıyla yakıp yıkacak, onu  bu mekanda öldürecektir!
Sinan Çetin, filmin finalinde her türlü otoriteyi red eden bir felsefeye, ‘anarşizm’e varıyor. Devlet aygıtının yakılarak insanlığın kurtulabileceği mesajını veriyor. Devletin, hem  bireyi ezen hem de tek tek herkesin içinden geçerek örülen bir aygıt olduğunu göremiyor. Sinan Çetin’i filmin finalindeki anarşizmden kurtaran(!) yine devletin yasakçı mevzuatı oluyor, sansürcü memure son anda yangından kurtuluyor, alevlerin etki alanının dışına alınıyor. 
                           * * *
Amerikalı yazar Crispin Sartwell, Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik (Ayrıntı Yayınları, 1999) adlı eserinde çağdaş insanı ve değerlerini sorguluyor, özellikle devlet- insan ilişkisine dair özgün tespitlerde bulunuyor.

Sartwell’in devlet algısı geleneksel tüm algılardan farklıdır.  Devletin bireyi etkilediği söylenir de karşıt etki yani bireyin devlete etkisi vurgulanmaz; devlet-birey algısının tek yönlü bir algı olduğu kabul edilir. 

Zamyatin ve Orwell gibi Böll’ün de devlet–birey algısı tek yönlüdür. Oysa devlet-birey algısının daha derin bir gerçekliği ima ettiği açıktır. Sartwell, çağdaş insanın çok boyutlu bunalımının temel dinamiklerinden biri saydığı ‘devlet’e özel bir önem veriyor, onun çok boyutlu bir sahiciliğe sahip olduğunu vurguluyor: “Devlet, kendini meydana getiren insanları fantastik soyutlamalar olarak görme gayreti, onları fantastik olarak ‘rollere’ indirgeme gayretidir. Devlet, sonuç olarak, hem bizzat bir yalan hem de o yalanı söyleyendir: Tikellikten arındırarak, her şeyi yalana dönüştürme peşindedir; dolayısıyla, bir felsefe, bir teknoloji, ve gücün ve ölümün bir aracıdır.”


Nietzsche (1844-1900), Thoreau (1817-1862), Locke (1632-1704), Marx (1818-1883, Rawis (1921-2002, Hegel (1770-1831), Kierkegaard (1813-1855) ve  Havel (1936-) gibi düşünürlerin devlet-insan ilişkisine dair metinleri arasında gezinerek bu metinlerden yeni fikirler damıtan Sartwell, özellikle Havel’in, günümüz insanının ‘oto-totalite’ gerçekliği üzerinde önemle duruyor: “Post-totaliter bir sistemde temel çatışma ezenleri oluşturan bazı insanlar ile ezilen halk arasında değildir. Onun yerine, tek tek her insan hem ezen hem de ezilendir; kişi kendi içinde hem ‘sistemin bir kurbanı hem de payandası’ olarak bölünmüştür.
Sonuçta, sistem Marx’ın aldığı anlamda ancak öngörmediği bir biçimde ‘yabancılaşmıştır’. Havel, bu yabancılaşma durumuna ‘oto-totalite’ adını verir. ‘Oto-totalite’, hem bir kişinin kendisi tarafından ezilmesi, hem de iktidarın tek tek herkesin içinden geçerek örülmesidir.”
Sartwell, böyle bir sistemde yaşayan herkesin bir varoluş bunalımı içinde olduğunu, bu bunalımın kişinin benliğinde kendisini gerçek olarak yaşamasını tehdit eden bir bölünme yarattığını belirtiyor.
Devlet-birey ilişkisinin bu diyalektiği, bireyi devlet karşısında sorumlu kılmaktadır. Çünkü Sartwell’in de altını çizdiği üzere, bu ilişki tek yönlü değil, çift yönlüdür: Her insan hem ezen hem de ezilen; sistemin hem bir kurbanı hem de payandası ve nihayet her insan devletin hem kölesi hem de oluşturanıdır. Devlet, hem bir yalan hem de bu yalanı söyleyen; insandaki yabancılaşmanın, parçalanmanın, ve bölünmüşlüğün başat kaynağı, nedenidir.
Sinan Çetin’in devlet algısı örnek eserlerdeki gibi tek yönlü ve tek boyutlu kalmış; derinlikli bir algının eşiğinden dönülmüştür. Olağanüstü estetiğine karşın kağıt metaforu bile bu algıyı tek yönlülükten ve tek boyutluluktan kurtaramamıştır.
Sinan Çetin, devlet aygıtını yüreklice sorguladığı, onunla hesaplaşmayı göze aldığı için övgüye değer bir duruş sergilemiş. Kağıt, bu duruşun filmidir.   

2 yorum:

yalansız dedi ki...

Levent Merdoğlu yazdı

Ben Sinan Çetin'den mülksüzler diye bir film çevirmesini bekliyorum :)

Cihangir'de emlak spekulasyonu yapan, gozlerimizin icine bakarak yalan soylenen reklam filmlerini ceken adam nasil anarsist olabilir?

yalansız dedi ki...

Gün Zileli der ki
Kağıt'ın iyi film olduğu kanısını paylaşamıyorum. eski tipte "sosyalist gerçekçi" propaganda filmlerini andırmaktadır. Bir takım doğrular, yaşanan olaylarla değil, kahramanların ağzından sloganlarla ifade edilmektedir. Öte yandan devlet, zavallı bir memureye indirgenmektedir ki, burada film komedi halini almaktadır. Film, anarşist bir bakış açısını asla yansıtmıylor bence.