8 Şubat 2011 Salı

Kitle Toplumunda Kişiliğini Kaybeden Birey Olmak

                                                
Ahmet Doğançayır
Bugün toplumda, olduğuna inanılan kamu sayesinde var olan siyasal iktidarın ‘’meşruiyet’’ taşıdığına inanılmaktadır. Halk katlarında basit ve sade yurttaşlar arasında olduğu kadar, devlet hayatında da bu inanç ‘’demokratik iktidarın ‘’ dengeye kavuşmasını sağlayan bir mekanizma olarak kabul ediliyor. Bütün liberal teori taraftarları ve kuramcıları da toplumdaki iktidar sistemini anlatıp yorumlarken bu ‘’kamu’’ denen topluluğun siyasal rolünü dayanak alıyorlar.
Devletin ve yönetimin tüm kararlarıyla özel sektör kuruluşlarınca alınan ve toplumda önemli sonuçlara yol açan bütün kararlar kamu yararına alınmış kararlar olarak gösterilerek haklılaştırılıyor, tüm resmi açıklamalar, konuşmalar kamu adına yapılıyor. Kamu hayatı liberal ekonominin Pazar anlayışına paralel olarak yansıtılıyor. Birinde rekabet içinde kapitalistler, diğerinde ise düşünce ve kanaatleriyle ilgili olarak tartışabilen bireylere dayalı bir kamusal tartışma ortamı ve kamuoyu. Nasıl serbest ekonomide Pazar fiyatları eşit güçle karşılıklı pazarlık olanağına sahip insanlarca belirleniyorsa kamuoyu da kendi başına düşünebilen, düşündüğünü ifade edebilen, herkesin herkesle birlikte bir büyük koronun içinde yer alabildiği toplumsal bir ortamın ürünü olarak tanımlanıyor.
Kamu yalanı
Fakat bütün bu anlatılanların toplum hayatının gerçekleri karşısında büyük bir yalandan öte anlam taşımadığını bilmemiz gerekir. Çünkü günümüzde bireyin kaderini etkileyecek nitelikteki kararlar bile kamuoyu tarafından alınmıyor. Yapılan topluma gerçekte olan bir şeyin anlatılması ve aktarılmasından çok bir ideal’in görüntü halinde yansıtılmasından ibarettir. Kitleler ile kitleler adına kararlar alan egemen sınıfların arasında büyük bir boşluk vardır. Çok önemli sonuçlara yol açacak kararlarda bile kamuoyu her şey olup bittikten sonra haberdar olmaktadır. Kamuoyu sadece bir kitle haberleşmesi tüketicisi olarak değerlendirildiğinden bu araçlar kendisine ne veriyorsa sadece onları öğrenebilme durumundadır.
Kamu olgusuna hangi açıdan bakarsak bakalım bugünkü durumumuzun kamu toplumundan çok kitle toplumuna benzediği görülmektedir. Toplumda geniş alana dağılmış küçük iktidar çevreleri yerine merkezileşmiş iktidara geçilmiş, güçlü iktidar çevreleri diğer çevreler üzerinde tekelci bir denetim kurmaya başlamıştır. Kısmen örtülü olarak yapılan bu iş hem otorite hem de güdümleme merkezlerince uygulanmaya başlanmıştır. Dükkânların yerine ülke çapında iş gören büyük şirketler geçmiştir. Tüccarla müşteri arasındaki kişisel etkileme sürecinin yerini etkileme aracı olan reklamlar almıştır. Siyasetçiler ülke çapındaki kitle iletişim araçlarından yararlanarak milyonlarca insana birden seslenme olanağı bulmuşlardır. Bugün tüm sanayi işletmeleri, bütün meslek toplulukları kamuyu kendi istedikleri yönde güdümlemek için kanaat biçimlendirme ve oluşturma sanayinden yararlanmakta ve bu sanayinin en büyük müşterisi olmuş bulunmaktadır.
İnsanların psikolojik yönden kendileri için anlamlı sayılacak ve tarihsel yönden de bir şeye yarayacak etkinliğe sahip kuruluşlar, birlikler bulup bunlara karşı içlerinde bağlılık duymadıkları dönemlerde siyasal ve ekonomik alanda topluma da yakınlık ve bağlılık duymadıkları anlaşılmaktadır. Günümüzün etkin iktidar kuruluşları dev şirketler, erişilmesi güç devlet kurumu ve ordudur. Bir yandan bunların, bir yandan ailenin ve küçük yakın toplulukların baskısı altındaki birey kendini güvenceye alabilecek ve güçlü hissetmesini sağlayacak araçlardan yoksun bulunmaktadır. Birey için gerçekten canlı gerçekten anlamlı bir siyasi hayatın yerini ‘’tepeden’’ yönetim almış, altlarda ise bir siyaset boşluğu meydana gelmiştir.
Hayatın ritmine kapılmış modern kitle toplumunun insanları eylem alanında değil, söz ve konuşma alanında bile kendileri için çizilmiş dar hayat çizgisinin dışına çıkamamakta yaşadıkları toplumun yapısını ve kendilerine ‘’kamu’’ olarak verilen işlerin ne olduğunu kavrayamamaktadır. Çağdaş insan bugün toplumda kendi dar sosyal çevresi içinde yaşamakta ne bireysel olarak entelektüel yollarla ne de kamu olarak eylem yoluyla bu çerçeveyi aşabilmektedir. İş bölümüne dayalı ekonomik üretim hiyerarşilerinde de sıradan emekçiler için dar bir sosyal çerçevenin dışına çıkabilme olanağı yoktur. Sadece üretimden ve üretim araçlarından değil fakat üretim yapısından ve üretim sürecinden de soyutlanmış ve yabancılaşmış bulunmaktadır.
Bireyin yaşadığı, yaşamda yaptıkları, yapacakları kendisinin aldığı alacağı kararlara bağlı değildir. Birey bunları yüklendiği yaşamının rutinleri olarak yerine getirmektedir. Her an neyse, ne olması gerekiyorsa birey o olmak zorundadır. Bunun nedeni bireyin dar toplumsal çerçevesinin sınırlarını aşamamasıdır. Gündelik hayatta her gün yaptıklarının ne olduğunu bilmeyen yakın çevresindekilerden bu yaşamın bir şekilde eleştirildiğini görmeyen, her yaptığını öyle alıştığı için yapan toplumda ki bireyler gündelik hayatların selinin önünde yuvarlanan çakıl taşları gibi yaşamaktadır.
Kitle bireyi bağımsızlığını yitirdiği gibi asıl önemlisi bağımsız olma isteği bile duyamayacak bir duruma gelmiştir. Gerçekten kitle toplumundaki yaşayış bireylere kendi başına düşünme, kendi hayatını kendi bildiği gibi yapma olanağı bırakmamaktadır. Bunun böyle olmasının nedeni, bireyin yaşadığı hayat biçimini sevmesi ya da sevmemesi değil; bireyin nasıl bir hayat yaşadığının farkında bile olmamasıdır. Bireyin istemesini öğrendiği tek şey etrafındaki herkes gibi kendisinin de ‘’ortadaki pastadan’’ bir pay alabilmesi ve bunu zahmeti az, keyfi bol bir yoldan gerçekleştirmektir.
Kitle toplumunda bireyin yaşadığı hayatın düzeni ve bu hayat içinde yaptığı, kendisine yaptırılan işler bireyin dışındaki yaşamı oluşturan toplumsal sistem tarafından belirlenmektedir. Kitle toplumunda bireyler sonu bilinmeyen alışkın olmadıkları işleri yapmaktan çekinmekte ilerisini düşünme sadece çocukları olanlarda ya da borçlanmış bulunanlarda görülmekte fakat hiç kimse tek bir gün ben kimim ne yapmak istiyorum diye düşünmemektedir. Kitle içindeki birey ufak tefek dertler yoksulluk umut kırıklığı gibi şeyler nedeniyle üzüntü duysa bile bunlar çok kısa sürmekte hemen temelsiz iyimserliğe kapılıp günlük yaşamını öylece kabullenmektedir.
Halkın kitle durumuna geldiği toplumlarda halka değil, kitlelere belirli günlerde ve belirli koşullar altında başvurulmakta; iktidar sahibi denen bir azınlık (yetkisini halktan almış yetkili yöneticiler görünümü kazanmak için) halktan yararlanmakta, kitle toplumunda halk ancak bu belirli halk oylaması benzeri işler sırasında ‘’iktidarın sahibi’’ olarak ortaya çıkartılmaktadır. Oysa bugünün toplumunda siyasal düzenin gitgide daha geniş bir alanı kapsamasına, gitgide daha çok merkezileştirilmesine ve modern toplumda siyasal kurumlardan çok idari kurumların önem kazanmasına yol açan belirli kuvvetlerin etkisiyle kamuların da önemi azalmaya başlamıştır.  
Yabancılaşmanın nedeni
Gerçekte insanları yoksulluğa, umutsuzluğa mahkûm eden asıl sebep toplumun sınıflara bölünmesidir. Seri halde yapılan üretimle bu eğilimi son noktasına dek kapitalist toplum götürmüştür. Aynı yoksulluğun kurbanı olan, aynı ücretli köleliğe katlanan, seri üretimle üretilen aynı elbiseleri giyen, gazetelerde aynı sansasyonel haberleri okuyan, televizyonlarda aynı programları izleyen milyonlarca insan yaratan bu sistemdir. Yaşanan ve maruz kalınan bu yabancılaşmaların temeli üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bu mülk sahiplerinin emekçilerin artık ürünlerini mülk edinmelerini sağlar. Sınıflı toplumlarda yabancılaşmanın maddi kökeninin gizli bir yanı yoktur. Bunun nedeni üreticilerin üretim koşullarından ve dolayısıyla da ürettiklerinden ayrılmalarının sonucudur. Emekçiler üretimin maddi koşulları üzerindeki denetimlerini yitirince hayatları, özgürlükleri ve gelişme araçları üzerindeki denetimlerini de bırakmış olurlar. İş güçlerini satmak üzere emek pazarına giden emekçiler mevcut işler için birbirlerini atlatmak zorundadırlar. Bu yüzden atölye ve fabrikada parça başı işlerde sık,  sık birbirleriyle yarışmak durumunda kalırlar. Kapitalist ekonomik koşullar burjuva toplumunda azgın bir bireycilik bencillik ve çıkarcılık yaratır. Bu toplumun üyeleri mevkileri ne olursa olsun dayanışma yerine karşılıklı düşmanlık havası içinde yaşamak zorundadır. Kapitalist toplumda yabancılaşmanın gerçek temeli kapitalist üretim tarzının çelişkili ilişkilerinde ve bundan çıkan sınıf karşıtlıklarında bulunur. Mülksüzlerden alınan her şey mülksüzleştirenlerin kazancı olur. Din de yeryüzündeki insanın zayıflığı ve insanlarda bulunmayan gücü taşıyan tanrının mutlak gücüyle bütünleşir. Şamanlardan rahiplere kadar tanrının toplumdaki temsilcileri bu durumu kendi çıkarları için kullanırlar. Kapitalist ekonomide emekçinin kulluğu kapitalist efendinin özgürlüğünün temelidir. Azınlığın zenginliğini yapan çoğunluğun yoksulluğudur. Politika da halkın öz yönetiminin bulunmayışı devletin despotluğunda kendini gösterir.
1844 Felsefe el yazmalarında Marks kapitalist toplumda para nasıl başlıca tapınma ve cazibe nesnesi olarak tanrının yerini aldıysa başlıca yabancılaşma kaynağı olarak da dinin yerine öyle geçmiştir. Zenginliğin parasal biçimi insanların ihtiyaçlarıyla bunların karşılanması arasına bir tanrı gibi dikilir diyordu. Paranın sahibi en aşırı isteklerini karşılayabilir, oysa parası olmayan en basit gereksinmelerini bile karşılayamaz. Her şeyin değişim alanına girdiği ve alım satım nesnesi olduğu kapitalizm de bir insanın değeri yetenekleri ve eylemleriyle değil, parasıyla banka hesabıyla ölçülür. Sermaye biçimindeki para burjuva toplumda en yüce değerse kapitalist sömürünün ekonomik koşullarını topluma kabul ettiren devlet de ikinci sırada gelir.
Kapitalist toplumun ekonomik ideolojisi var olanı idealize eder. Bu ekonomiden yararlananların ayrıcalıklı konumlarının doğru, haklı olduğuna, bu eşyanın doğasından kaynaklandığına inandırabilir. Toplulukların olası toplumsal yapıların en iyisinde yaşadıklarına ve üyelerinin başka hiçbir toplumda elde edemeyecekleri sosyal avantajlara sahip olduklarına inandırabilir. Maddi çıkarlarını yeterli gören diğer rakip modelleri pek çekici olarak değerlendirmeyen yoksul kesimleri de buna inandırır. Ancak tüm bu öğeler kapitalist ekonomiden en çok yararlanan çok dar bir kesim için yarar sağlayıcı olduğu gerçeğini değiştirmez.
Yabancılaşmaların tedavisi imkânsız mı?       
Din bilginlerinin iddiası imkânsız olduğu yönündedir. Bunlar insanı amaçları ve içgüdüleri yüzünden ebediyen parçalanmış, aşılamayan sınırlılıkları arasında bitmeyen savaşta umutsuzluğa ve hayal kırıklığına mahkûm gibi görürler. Ancak bu sahte vaizlerin öne sürdükleri gibi insanların ebedi ve aşılması olanaksız kusurları yoktur. İnsanlığı sakatlayan ve çarpıtan yabancılaşmaların anlaşılabilir tarihsel kökleri ve maddi nedenleri vardır. Yabancılaşmaların odak noktası toplumsal gelişme sürecinde toplumla doğa arasındaki savaştan, toplumsal yapının kendi içindeki sınıfsal çatışmalara kaymıştır. Bu sınıfsal çatışmalar bitimsiz olmadığı gibi insan doğasında var olduğu iddia edilen kötülüklerden de çıkmaz. Bunlar açıklanmış ve açıklanabilir toplumsal koşulların ürünüdür. Şimdi teknoloji ve bilimin zaferiyle insanın doğaya üstünlüğü kazanıldıktan sonra atılacak adım toplumun kâr güçleri üzerinde toplu denetimini elde etmektir. Marksizm’e göre günümüzde bu zorunlu görevi başaracak kadar güçlü ve stratejik bakımdan uygun konumda olan bir tek bilinçli etken vardır. Bu sanayi işçi sınıfında cisimleşmiş yabancılaşmış emektir.
İnsanın kurtuluşunun maddi araçları siyasi ve ekonomik gücü işçilerin elinde toplayacak dünya sosyalist devrimiyle yaratılabilir ancak. Uluslar arası düzeyde sosyalist planlı bir ekonomi sadece insanlığın yaşama araçları üzerindeki egemenliğini yeniden kazanmasını sağlamakla kalmayacak, bu toplu denetimi kıyaslanmayacak kadar arttıracaktır. Toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşu, doğanın toplumsal amaçlar için kullanılması insanın insanı ezmesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini sağlayan koşulları ortadan kaldıracaktır. Bir kez herkesin ilkel gereksinmeleri karşılandıktan, bolluk yaygınlaştıktan ve yaşama gereklerini üretmek için zorunlu olan süre en aza indikten sonra bütün yabancılaşma biçimlerinin yok edilişi ve herkesin başkaları pahasına değil, kardeşçe ilişkiler içinde bütünsel gelişmesi için gerekli ortam hazırlanmış olacaktır.
Özel mülkiyetin kaldırılmasını ulusal sınırların kaldırılması izlemelidir. Toplumun üretici güçlerinde ki büyüme kol ve kafa emeği arasında, köy ve kent arasında, gelişmiş ve az gelişmiş uluslar arasındaki zıtlaşmaların kaldırılmasının yollarını açacaktır.     
Bir ülkede İşçi iktidarının kuruluşu yabancılaşmayı ortadan kaldırır mı?
Bir ülkede işçi iktidarının kurulması ve üretim araçları üzerinde kamu mülkiyetinin kurulması özellikle geri ülkelerde sosyalizmin birden bire gerçekleşmesine yetmez. Bu başarılar sadece yeni toplumun kurulması için siyasi ve hukuki koşulları yaratır. Sosyalizme ulaşılması için tüketim mallarının bütün kapitalist ülkelerden daha bol ve ucuz olduğu bir noktaya yükseltilmiş olması gerekir. Bu stalinistlerin iddia ettikleri gibi tek ülkenin sınırları içinde ya da kimi anti-Stalinistlerin ileri sürdükleri gibi kendi sosyalizme gidiş yolları ayrı olan ulusal ekonomilerin yan yana gelmesiyle de gerçekleşemez. Dünya kaynaklarından kopmuş bir ekonominin düşük üretkenliğinden doğan tüketim malları kıtlığı işçi devletlerinde bürokratik urların büyümesinin maddi kökeni olduğu görülmüştür. Kapitalizm sonrası rejimlerin deneyleri kapitalizmde emeğin yabancılaşmasının baş nedenleri olan üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve kâr sistemi anarşisinin ortadan kaldırılması, temel sanayilerin ulusallaştırılması, dış ticaretin denetimi ve planlı ekonomi gibi anti-kapitalist yöntemler sorunları ortadan kaldırmadığını göstermiştir. Yaşanan deneyler barbar geçmişten miras kalan toplumsal yabancılaşmaların köklerini yok etmek için sadece güçlü bir ağır sanayiye değil, Halkın bütün kesimlerine yaşama gerekliliklerini ve rahatlıklarını artan bir şekilde karşılayan dengeli bir ekonomiye ihtiyaç olduğunu göstermiştir. Bunun olmadığı koşullar sonucu var olan mal ve kolaylıkların bölüşümün de ki açık eşitsizlik nüfusun çeşitli kesimleri arasında ki dayanışma bağlarını aşındırır. Bu aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde işçi devletlerinin bürokratik çarpılma ve yozlaşma tehlikesinin ciddi olduğunu gösteriyor.
Ancak bu tehlike kimi ahlâkçıların sandıkları gibi doyurulmaz bir iktidar hırsına sahip insanın doğasında var olan bir kötülükten gelmiyor. İnsanın çevresini oluşturan maddi koşullardan, en ilerici toplumsal biçimlerde bile üretim güçlerinin insanların ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalabilmesinden ileri geliyor. Bu koşullar yönetimdeki uzmanların bir kez daha kitlelerin sırtına çıkmalarına ve rejimi bir baskı aracı haline getirmelerine fırsat veriyor. Ülke ne kadar yoksul ve az gelişmiş ise bu tehlikede o ölçüde büyük oluyor. Aşırı üretim kapitalizmin belasıysa, sosyalist ekonomilerin derdi de yetersiz üretim olmuştur.
Bürokratik Yozlaşma ve çarpılma tehlikeleri ve ilk işçi devletine bulaşan hastalığın nedenleri ve niteliği buna karşı koymak için alınması gereken tedbirleri de gösteriyor: Tedavi yolu hem iktidarın hem de ekonominin çalışanlar kitlesi tarafından demokratik denetlenişinden başka bir şey olamaz.   
Zamana hükmedecek kadar yükselen insan yaşadığı zamanın kölesi olur mu?  
Eğer bugün insanlar paranın ya da devletin baskısına maruz kalıyorlarsa bunun nedeni mülkiyet biçimi ne olursa olsun üretim sistemlerinin bu günkü gelişme aşamasında insanın bütün fiziksel ve kültürel gereksinmelerini karşılayacak durumda olmamasıdır. Bu toplumsal baskı biçimlerini yıkmak için toplumsal üretim güçlerini yükseltmek gereklidir. Bunun içinde bu güçleri bağlayan gerici toplumsal etkenlerin yok edilmesi gerekir. İnsanlar gerçekten insani koşullar altında yaşamaya başlayıncaya kadar insani ölçülere göre davranamayacaktır. Ancak varoluşlarının maddi koşulları kökünden dönüşünce bütün vakitleri özgürce seçilmiş uğraşlara ayrılabilinince insanlar ayrılıkçılık ve çatışma yaratan çelişkili ilişkileri kaldırabileceklerdir. İnsanların maruz kaldığı yabancılaşmayı üreten ve sürdüren denetlenemeyen doğal ve toplumsal güçlerin bilinçsiz işleyişidir. Sosyalizm insan soyunu sakatlayan, tam ve özgür gelişmesini önleyen bütün bu yönetilemeyen güçleri bilinçli bir denetim altına sokarak yabancılaşmanın kaynaklarını yok edecektir.  
Emeği insanlığın özü ve kaderi olarak görenler sosyalistler değil kapitalistlerdir. Kapitalizm de ücretli işçiye bir insan olarak değil artık değerin üretilmesinde bir araç gibi davranılır. Oysa insanın özgürlüğü zorunlu emekten özgür olmaktır. Yaşama araçlarının üretimine zaman ve enerji harcanması insani hayat sürülmesini önleyen bir mirastır. Herkes için özgür vakit, geçekten insani bir var oluşun özelliğidir. Kapitalist ilişkiler yıkıldıktan sonra emek zorunluluğu bir süre için zorunlu olarak devam eder. İnsanlar kolektif bir ekonomi için çalışıyor olsalar da emek zamanının tahakkümünden kaçınabilecek yeterli üretim yapamıyorlardır. Ancak üretim güçleri ne kadar büyürse emekçiler de emeğe köleliklerinden kurtuluşa o kadar yaklaşırlar. Her çeşit zenginliğin özgürce kullanıldığı zorunlu emeğin yerini özgür zaman aldığında insanlığın gerçekten insani bir temel üzerinde gelişmesi başlayacaktır. Kapitalist toplumun hâkim sınıf ve tabakaları boş vakitlerinin tadını çıkarma ayrıcalığını daima elinde tutmuş, insanı fiziki olarak tüketen iş yükünden ve mekanik çalışmadan kurtulmuş olduğu için ekonomi ve toplumun yönetimine kendini verebilmiş ve bilgilerini devamlı arttırabilmiştir. Boş vakitlerin artması toplumun gittikçe artan kısmı tarafından bu aynı fonksiyonların ele alınmasını ve yerine getirilmesini sağlayacaktır.
Emekten kurtuluşla emeğin kurtuluşu aynı şeydir. Ücretli emeğin burjuva düzeninde bizi aptallaştırması ve tek yönlü yapmasının alternatifi emeğin hayali olarak ve idealist biçimde yok edilmesi değil fakat toplumsal olarak ortaya konulmuş kendini üretmeyi ve gerçekleştirmeyi sağlayacak biçimlerin yaratılması ve gerçekleştirilmesi mücadelesidir. 

Hiç yorum yok: