12 Eylül 2011 Pazartesi

Bardak Hesabıyla Demokrasi Veya Yakın Tarihimizin Üçüncü Sayfası!

Hakkı Yükselen




Bir önceki yazıda “Asker giderse demokrasi gelir mi?” diye sormuştuk, “demokrasi” meselesine devam edelim…

Tam da “barışı” ve “demokrasiyi” konuşuyorduk ki savaş yeniden başladı. Tabii, en liberalleri ve demokratları da dahil vatansever kamuoyumuz, teamüller gereği, savaşın Kürtler tarafından başlatıldığına tereddütsüz karar verdi. “Açılımın” daha erken aşamalarında binlerce kişinin içeri atıldığı KCK tutuklamalarının, BDP adaylarına yönelik vetoların, hapiste tutulan Kürt milletvekillerinin ve nihayet çok sayıda gerillanın ölümüne yol açan operasyonların hiçbir önemi yoktu! Daha en başından, hükümetin Kürt ulusal hareketinin başlıca güçlerini tasfiye ederek veya boyun eğdirerek devre dışı bırakıp cemaatler, tarikatlar ve Kürt işadamları vasıtasıyla bölgede (diğer bölgelerde olduğu gibi) mutlak hâkimiyet kurma hedefinin de bir önemi yoktu!
 Gerçek barışı sağlayabilecek her adımda hükümetin ipe un sermesinden, aleni oyalama taktiğinden söz etmeye bile değmez! Yine enteresan zamanlardan birinde ortaya çıkan eski Genelkurmay Başkanı’nın, “Biz ateşkes, çatışmasızlık falan dinlemeyiz, basarız kurşunu!” mealindeki sözlerini derhal unutabilirdik! Savaşı, “savaşmaktan yarar uman, onun bunun işbirlikçisi ve de demokrasi düşmanı” PKK başlatmıştı; nokta! O halde, nevzuhur “iyi saatte olsunların” ve onların medyadaki kuyruklarının “az sonra” müjdesiyle haberini verdiği, “Bin beşyüz Kürt’ün tutuklanması” operasyonuna da gönül rahatlığı ile onay verebilirdik!



Bu memleketteki Kürt meselesiyle demokrasi meselesi arasındaki yakın ilişki, hükümetin son zamanlarda geliştirdiği “90’lara dönüş” kıvamındaki en “yeni konseptle” bir kez daha ve en olumsuz anlamda kanıtlanacak gibi görünüyor… Hem de liberallerin “demokratik” hayal dünyalarının bütün alçak ve yüksek tepelerine karlar yağdırarak!



Kürt meselesi şimdilik bir yana, demokrasi meselesinden devam edelim…



Bir Üçüncü Sayfa Haberi Olarak Demokrasi!



“Demokrasi” veya “demokratikleşme” en azından 1908’den beri (Ki, o zaman “hürriyet” denirmiş.) zaman zaman ucunu gördüğümüz, ancak tamamıyla tanışma şerefine nail olamadığımız bir “şey” olarak hayal dünyamızın baş köşesine yerleşmiştir. Buna da şaşırmamak gerekir. “Eski sağ”ın (Demireller falan) ideolojik-politik kapışmalarda seçimleri ve parlamentoyu, “hür teşebbüsü”, hatta (bir gün hesabını vermek üzere) konuşan muhalifleri işaret ederek “Daha ne istiyorsunuz, işte size demokrasi!” söylemini saymazsak, demokrasi özellikle neoliberal zamanlarda, serbest piyasa ekonomisi temelinde ve elbette “zihniyetimizi” değiştirip bir de askeri vesayeti yıkmamız şartıyla ulaşabileceğimiz “sivil” bir cennet vaadine dönüştü. Bu nedenle, halkımızın zaman zaman depreşen demokratikleşme umudu gerçekte, yakın tarihimizin “üçüncü sayfası”nda yer alan ve “Demokratikleşme vaadi ile kandırdığı…” diye başlayan, taciz, tecavüz, iğfal haberlerinin konusudur. En kötüsü de bu umut, yıllar boyunca elden ele geçtikten sonra en nihayetinde AKP’nin kucağına düşmüştür. Yani, demokrasi rüyamız, yüz yıldır sonsuz bir hayal kırıklığı olarak bir çıkmazdan öbür çıkmaza dolanıp durur; tabii bugüne kadar askeriyenin elinden çok çekmiş olan Türkiye solunun bir bölümünü de peşinden sürükleyerek.







Soyuttan Somuta



Uzun sayılabilecek bir tarihsel dönem boyunca tartışageldiğimiz “demokrasi” ve “demokratikleşme”, bir türlü elle tutulup gözle görülür bir somut gerçeklik haline gelemediği için ister istemez bir genellemeye ve haliyle hazır bir soyutlamaya dönüşmüştür. Elbette genellemeler ve soyutlamalar olmadan ciddi hiçbir teorik-düşünsel faaliyeti yürütmek mümkün değildir. Ancak unutulmaması gereken, genelleme ve soyutlamaların esasen maddi gerçekliğin kendisi değil, yansıması olduğudur; insan zihninin bütün faaliyetleri gibi.



“Demokrasi” meselesi üzerine yürütülen son tartışmalardan da anlaşılacağı üzere soyutla somut iyice birbirine karışmıştır. Tartışmaya şu veya bu ölçüde katılanların AKP ve memleketin gidişatı üzerine yürüttükleri tartışma ve en önemlisi son birkaç yıldır hem dünyada hem de ülkemizde yaşananlar, yine bir “geçiş” döneminde olduğumuzu gösteriyor. Zaten bu konuda bir anlaşmazlık yok. Bütün sorun, nereden nereye geçtiğimiz üzerine.



“Geçiş” dönemlerinin en önemli özelliği o güne kadar kullanılan bütün hazır kavram ve genellemelerin hızla eskimesidir. İşi bilenler, böyle durumlarda yapılması gerekenin, bu hazır kavramların yerine yeni kavramların konulması veya var olanların daha açık, kullanışlı ve somut bir hale getirilmesi olduğunu söylerler. Çünkü Troçki’nin tanımıyla “Keskin toplumsal çatışmalar, hızlı politik kaymalar ve durumdaki ani değişmelerle dolu” bu “ara” ve “geçiş” durumları yine onun ifadesiyle “Doğru bir teorik yönelişin olağanüstü pratik önemini” ortaya koyar. Çünkü “geleneksel örnekler (…) kısmi ve yetersiz bir tarihsel deney temeli üzerinde ortaya çıkarılmış soyut kategoriler” artık hiçbir işe yaramaz. Bu durumda mücadeleyi “normal dönemlerde” yetinilen “hazır soyutlamalarla” yürütmek imkânsızdır; çünkü “Doğru her zaman somuttur!”



Demokrasiyi Yeryüzüne İndirmek!



Konumuz demokrasi ve demokratikleşme olduğuna göre her şeyden önce bu soyut kavramları somutlamakta yarar var. Bunun için bence atılması gereken ilk adım, sorunun tarihsel ve toplumsal boyutunun ortaya konmasıdır.



Demokrasi, öyle boşlukta dolanan ilahi bir varlık değil, her şeyden önce belirli sınıf ilişkileri üzerinde var olan bir devlet biçimidir. Tarihte çeşitli biçimler alan devlete gelince, özü itibarı ile o da “toplumsal ilişkilerin siyasi ifadesi” ve bu ilişkilerin yeniden üretilmesinin siyasi garantisinden başka bir şey değil. Diğer sınıflı toplumlarda olduğu gibi burjuva devleti de toplumdan ayrılan ve toplumun kendine ait faaliyetleri (yasama, yargı, yönetme, savunma vb.) tekeline alan bir güçtür. Üstelik bu ayrılık, burjuva devletinde en derin ifadesini bulur. Bunun nedeni kapitalist toplumda ekonomik ilişkilerle siyasi ilişkilerin birbirinden farklı alanlarda yer almasıdır. Her ikisi de burjuvazinin egemenlik biçimlerini temsil eden, metalaşmış emek gücünün alınıp satıldığı, normal şartlarda siyasi zora başvurulmadan sömürüldüğü, yani sömüren-sömürülen ilişkisine ve dolayısıyla “tam eşitsizliğe” dayalı (sivil) ekonomik alan ile toplumun yönetildiği, herkesin “eşit” hak ve özgürlüklere sahip kabul edildiği, devletin tüm toplumu temsil ediyor göründüğü siyasal alan.



Bu ayırım sayesinde tam eşitsizliğe dayalı ekonomik alan, kapitalistlerin neredeyse dokunulmaz “özel hayatı” durumuna gelirken, siyasi alan biz sömürülenler için bile neredeyse bir “eşitlik ve demokrasi parkı”na dönüşür! Tabii, ekonomik ve siyasi alanların “ayrılığı” aralarında bir ilişki olmadığı anlamına gelmez, sadece kapitalizm yüzünden iki yakamızın bir araya gelemediği anlamına gelir. Yoksa, iktisadın efendileriyle siyasetin efendileri para, nüfuz ve ortak çıkarlarla, kimi zaman kördüğüme dönmüş binlerce bağla ve altın saadet zincirleriyle birbirlerine bağlıdırlar. Aynı sınıf egemenliğini temsil ederler.



Yukarıda sözünü ettiğimiz ayrımlar nedeniyle burjuva demokrasisi kaçınılmaz olarak siyasal ve temsili bir demokrasidir. Bu demokrasi, “tek adam tek oy” kuralı gereği, “seçmen” haline getirilerek pasifleştirilen “özgür birey”in, toplumun yönetimine doğrudan katılımına izin vermez. Aynı zamanda, devletin tek tek bütün ölümlüleri temsil ettiği türünden bir yanılsamayı da içerir. Bu yanılsama nedeniyle devlet, geniş halk kitlelerinin gözünde, “normal şartlar altında”, kutsal bir varlıktır; aynı, kimi “saf ve sek” demokratların söyleminde demokrasinin neredeyse dünya dışı bir kutsallık kazanması gibi!



Kısacası demokrasi meselesine tarihsel ve toplumsal boyutundan azade bir soyutlama veya soyut bir genelleme olarak değil, somut bir olgu olarak bakmamız gerekir. Böyle yaptığımızda devlet gibi, onun bir biçimi olan demokrasi de gökyüzünden yeryüzüne iner; üzerindeki her türlü kir, pas ve defoyla birlikte! Bu somutlama, ekonomik alanla siyasi alanın birbirinden bilinçli olarak ayrılması temeline dayanan burjuva demokrasisinin bugünkü “vaatlerinin” anlaşılması açısından da zorunludur. Malum, “Doğru, her zaman somuttur!”



Kuşkulu İlişkiler!



“Serbest piyasa” ve “demokrasi” kavramları uzun süredir kuşku uyandıracak bir biçimde iç içe kullanılıyor. Liberallere göre demokrasi, kapitalizmin, özellikle de serbest piyasa kapitalizminin doğal sonucudur. O halde piyasa ne kadar serbestleşirse, yani sermayenin önündeki engeller ne ölçüde temizlenir, ayak bağları (Mesela emeğin sosyal hakları ve örgütlü güçleri!) ne ölçüde çözülürse demokrasinin de önü o ölçüde açılır. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, günümüzün serbest piyasacı “vahşi kapitalizmi” şartlarında burjuvazi ve “hık” deyicileri liberaller, kendilerinden başka herkesi açıkça aptal yerine koyarak aslında şu önermeyi getiriyorlar: İşçi sınıfı ve emekçiler, ekonomik ve sosyal haklarını ne ölçüde kaybeder ve ne ölçüde örgütsüz bireylere dönüşürse, demokrasi o ölçüde kazanır! Kısacası “demokrasi” derken, belli ki burjuvazinin mutlak egemenliğini (iktisadi ve siyasi) kast ediyorlar. Bize önerilen “çağdaş” ve “ileri” demokrasi, toplumsal-ekonomik temelleri açısından tam olarak budur.



Demek ki mesele, somut sınıfsal ilişkiler açısından ele alındığında, hükümetin her “kafa karıştırıcı” icraatının ardından zuhur eden siyasi kafa karışıklığına da (İdeolojik ve politik olarak ipleri koparıp “öbür tarafa” geçmiş olanlardan söz etmiyorum.) devrimci bir çözüm bulmak mümkün.



İleri Demokratik Polis Devletine Doğru!



Ancak yine de bütün bu söylenenlerin “teorik”, dolayısıyla da yeterince “somut” olmadığı öne sürülebilir. O zaman bir adım daha atıp “demokrasi” meselesini biraz daha güncelleyelim.



Hatırlarsınız, bizim Başbakan daha sonuncu Kürt harbi patlak vermeden çok önce, bir tören esnasında “Polisin teşkilatının demokrasinin teminatı” olduğunu söylemişti. Tabii, sadece AKP’nin ve temsil ettiği güçlerin kıçının geçebileceği genişlikteki bir demokraside, bütün “demokrasi düşmanlarının” derdest edilip içeri tıkılması için tek başına polisin varlığı yetmez. Öyle bir durumda, kimi liberallerin bile moralini bozacak derecede kaba bir “polis devletine” dönüşmemiz mümkündür! Ancak hedef, dindar ve milliyetçi bir muhafazakârlık temelinde “(ileri) demokratik polis devletine” dönüşmek olduğuna göre, mesela yargının da işin içinde olması bir zorunluluktur. Sağ ve sol liberallerin “Yetmez ama Evet!” dedikleri anayasa referandumunun asıl amacı, yüksek yargının ele geçirilmesi yoluyla bu bütünlüğün AKP’nin elinde yeniden üretilmesiydi. Böylece AKP ve destekçileri açısından Kürtler ve sosyalistler de dahil tamamı birer “Ergenekon fraksiyonu” olarak kabul edilen muhalefetin, “hukuk devleti” ilkeleri içinde içeri tıkılması imkân dahiline girecekti. Nitekim, hemen her gün bunun örneklerini yaşıyoruz. Her türlü muhalefetin “terör” veya “terörle bağlantılı” kabul edildiği ve ucu açık “torba” davalarla sindirilmeye çalışıldığı bir dönemde, artık hepsi hükümetin mutlak denetimine girmiş polis-savcı-mahkeme (Hem de özel yetkili!) tarikiyle cezaevine düşmek her zamankinden daha kolay. (Tabii, darbe ve diktatörlük dönemlerini saymazsak!) Üstelik her neden alınmış olursanız olun uzunca bir süre çıkmamak üzere; “Doğrudan terör örgütü üyesi olunmasa bile örgütün propagandasını yapmaktan” veya “Bilinen bir terör örgütüne üye olmamakla birlikte…” falan filandan. (Bak: Hopa örneği vb…)



“Güneydoğu”da Bir Köy Düğünü Olarak Demokrasi!



Bu noktada yazının girişinde sözünü ettiğimiz Kürt savaşı meselesine geri dönelim; en azından “polisiye” açıdan. Yakın tarihimizde sembolik olarak “Susurluk Vakası” diye anılan olgunun temel unsurlarından biri, “yeni konsept” ve “topyekûn savaş” adıyla yürürlüğe konulan Kürt karşıtı güvenlik politikalarının, askerin yanı sıra ağır silahlarla mücehhez özel polis birimleri eliyle yürütülmesiydi. Zaten “vaka” da bu özel polis gücünün adeta bir iktidar alternatifine dönüşmesi üzerine asker ve MİT’in yaptığı ihbarların ardından meydan gelen bir kaza sonucu ortaya dökülmüş ve daha sonra bu polis gücü TSK’nın talebi üzerine ağır silahlardan arındırılmıştı. Bugün aynı güç, bu defa AKP hükümetinin denetiminde, üstelik TSK’nın ancak arada bir “mızmız” edebildiği şartlarda, eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde silahlandırılıyor. “Tek devlet-tek millet- tek bayrak- tek dil!” parolasını ziyadesiyle benimsediği anlaşılan milliyetçi Başbakanımızın iddiası, neredeyse “başka hiçbir şeye zarar vermeden ‘terörü’ vurmak!” (Bir nevi tıbbi tedavi!)Yani bundan böyle kurşunlar kafamızın üzerinden geçip dururken, üstelik AKP tarafından sıkıca örgütlenmiş bir yargı tarafından (denetlenmek ne kelime) desteklenen bir polis gücünün gerçek bir savaş aracı olarak varlığını sürdürdüğü şartlarda, sanki hiçbir şey yokmuşçasına, öyle “demokratik demokratik” yaşayıp gideceğiz. “Güneydoğu”da korucu düğünlerinde olduğu gibi; otomatik silahlar tarayacak, roketler atılacak, bombalar patlayacak ve bu arada ahali halay çekecek… Tek tehlike “münferit” bir “maganda kurşununa” kurban gitmek!



Bu arada, iktidara boyun eğemeyen Kürtler konusunda Başbakan’ın “Sözün bittiği yere” geldiğimizi ilan etmesi gerçekten anlamlı. Elbette sadece Kürt meselesiyle değil, genel demokratikleşme meselesi ile de ilgili olarak. Parlamento onayına gerek duymadan memleketin Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetilmeye başlanması boş yere değil. Malûm, parlamento “konuşulan yer” anlamına gelir. Eğer Başbakan’ın dediği gibi “söz bitmişse” parlamentoya da konuşacak bir şey kalmamıştır. O zaman parlamenter sistemden başkanlık sistemine de geçilebilir, başka bir şeye de; tabii, kimsenin ağzını açmasına izin vermeden ve elbette büyük bir oy çokluğu ile!



İki Cihanda Cehennem Azabı!



Demokrasiye ilişkin bütün bu “somut” gerçeklere ve açık tehlikelere vurgu yaptıktan sonra, kendi özgül ve “milli” nedenlerinin yanı sıra, krize girmiş burjuva demokrasisinin evrensel eğilimleri yönünde de “otoriterleşen” bir AKP iktidarından söz edebiliriz. Bu elbette sadece tespit etmekle yetinmeyip mücadele etmemiz gereken bir durum. Ancak bu yazının amacı bir mücadele programını ortay koymak değil, demokrasi veya demokratikleşme mücadelesine mümkün olduğunca açık, anlaşılır ve somut bir anlam kazandırmak.



Yaşadığımız üç seçimi ve onca yıllık AKP iktidarını düşündüğümüzde sözü edilen mücadelenin laiklik, şeriat ve tesettür vb. üzerinden sürdürülemeyeceği açık. Bu zaten başından beri AKP’nin tercih ettiği, hatta diğerlerini girmeye zorladığı bir alan. İşçiyle patronu bir cemaat dayanışması içinde birleştirip AKP etrafında kenetleyen sistemi ancak açık bir sınıf mücadelesi ile kırmak mümkün. Bu fitre-zekât-sadaka düzeni içinde sahte cemaat dayanışmasının yerini sınıf dayanışmasının alamaması halinde mücadelenin yeterli bir gücü kazanması zor görünüyor. AKP de bunun farkında, hem de fazlasıyla. “Demokratikleşme, sivil anayasa” gibi konularda “bireysel hakları” ısrarla vurgulaması, ancak toplumsal ve kolektif haklardan söz edildiğinde şeytan görmüşe dönmesi bu yüzden. AKP’nin “otoriterlik” sınırları içinde parlamentoya da, seçimlere de, seçme-seçilme hakkına da yer var. (Elbette her şeyin dev bir telekulak sistemi ile takip edilmesi şartıyla!) Serbest girişimden, serbest ticaretten ve özelleştirmeden söz bile etmiyorum. Ancak bu “cömert” tavır iş güvencesi, gerçekten kullanılabilir sendikal haklar ve örgütlenme hakkının garanti altına alınması, kayıt dışı çalışma, taşeron işçiliği, kıdem tazminatı hakkının geleceği, düşük ücretler ve karşılıksız uzun çalışma saatleri vb. konularda tam bir pintiliğe dönüşüyor. (Aynı, Kürtlerin “kolektif” hakları konusunda olduğu gibi.) Bu noktada hükümet, ancak “sek” liberallerin farkında olduğu, ancak “saf” ya da “sol” liberallerin “Yetmez ama..!” diyerek onayladığı bazı “demokratik” numaralara baş vuruyor. İçinde her türlü “hinliğin” yer aldığı “torba” yasalar yoluyla verildiği veya verileceği söylenen haklar bir yana, halihazırda var olan haklar bile fiilen kullanılamaz hale getiriyor. Yani kitap üzerinde var olduğu söylenen haklar gerçekte yok oluyor. Peki nasıl?



Var olan yasal ve fiili engellerin yanı sıra, her an işini kaybetme korkusu içinde yaşayan işçi ve emekçiler, yürürlüğe konulmak istenen esnek çalışma, kıdem tazminatının kaldırılması vb. yasaların da yardımıyla fiilen felç edilip örgütsüzleştirilerek tamamen kıpırdayamaz hale getirilmek isteniyor. İşçi sınıfı, sadece toplumsal haklarını değil, bütün toplumsal ve dolayısıyla siyasal ağırlığını da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. (Artık ne kadar kaldıysa!) Bunun anlamı emekçilerin, artık bir emekçi olarak değil, sadece yoksul birer “vatandaş” olarak, bireysel haklarla sınırlı sembolik bir “siyasi demokrasi” alanına hapsedilmesi. (Yapılması düşünülen “sivil” anayasanın mantığı da bu.) Burada yazının başlarında sözünü ettiğimiz siyasi alan- ekonomik alan ayırımı, yani burjuva demokrasisinin temel niteliği, burjuvazinin her iki alandaki mutlak egemenliği olarak ve de en “somut” haliyle karşımıza dikiliyor. Ekonomik alanda hiçleştirilen işçi ve emekçiler, siyasi alanda da bir hiç haline getiriliyor. Atomize bireyler durumuna düşürülen örgütsüz emekçiler, dört yılda bir oy vermenin dışında fiilen siyasi demokrasi alanından da silinip “her iki cihanda” da cehennem azabına mahkûm ediliyorlar!



“Sınıfsız” Bir Toplumda Devlet ve Demokrasi!



Demokrasi umudunun AKP’nin eline düşmesi, solun bir bölümünü neredeyse “demokrasi düşmanı” yapmıştı! Kısa bir zaman öncesine kadar “demokrasi” dendiğinde kimi insanların aklına neredeyse sadece Soroslar, Tayyipler, Amerikan ve Avrupa emperyalizminin çevirdiği dolaplar gelmekteydi. Tabii, bir de işin öbür yüzü var. O yüzde de demokrasi aşkı kimi solcuları önce emperyalizmin varlığını inkâr etmeye, sonra “demokratik” bir emperyalistin kuyruğuna takılmaya son olarak da AKP’ye oy vermeye kadar götürdü. Ancak birbirlerinin gırtlaklarına sarılacak kadar öfkeli bu düşman kardeşlerin ortak paydası, toplumsal sınıflar, sınıf mücadeleleri ve demokrasinin cinsiyeti üzerine tek bir kelam etmemeleridir. Sanırsınız ki özgürlük ve demokrasi mevzularında kopan fırtınalar, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitlenin” içinde veya sınıflar üstü, şeytani bir devletle meleklerden müteşekkil bir sivil toplum arasında cereyan etmektedir. Yani kendilerini solcu olarak tanımlayanların önemli bir bölümü demokrasi konusunda en kibar deyişle tam bir şaşkınlık içindedir. Üstelik bir dönem, TÜSİAD’ın “demokrasi raporları”ndan, burjuvazi eliyle “burjuva demokratik devrimi” sonucu çıkartacak kadar!



İki Yakamızı Bir Araya Getirmek!



Demokrasi mücadelesi devrimci sosyalizm açısından her şeyden önce “iki yakamızı bir araya getirme” mücadelesidir. Bu, burjuva demokrasisinden farklı olarak, siyasal demokrasi ile yetinmeyen bunu ekonomik demokrasi ile birleştiren bir demokrasi anlayışıdır. Zaten vakti zamanında Marksizmin, siyasi planda kendine “sosyal demokrasi” adını vermesinin sebebi hikmeti budur. Tabii, sözünü ettiğimiz devrimci sosyal demokrasinin bugünün Avrupa sosyal demokrasisi veya mesela CHP tarzı bir “cumhuriyet balosu” ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu nedenle “demokrasi” meselesi toplumsal-sınıfsal karakteriyle ele alınmak ve mücadele bu temelde yürütülmek zorundadır. Böyle bir bakış açısı bizi bazı “aşamaları atlamak” zorunda bıraksa da gerçek demokrasiye, yani “iki yakamızın bir araya geldiği”, devletin giderek “yarı devlete” dönüşme sürecine girdiği bir “işçi demokrasisi”ne taşıyabilir. Bu, yine de güncel gerçekliği es geçen bir “soyutlama” olarak kabul edilebilir; ancak yukarıda AKP dönemine ilişkin tasvir etmeye çalıştığımız güncel ve somut toplumsal gerçekler bağlamında düşünüldüğünde bugünkü demokrasi mücadelesi, “somut” olarak siyasi alanın ötesinde kaçınılmaz olarak iktisadi alanı da kapsamak zorundadır. İşçi ve emekçilerin, artan “otoriterleşmeye” karşı kitlesel mücadelesi, eğer bu gerçekleşmeyecek bir hayalden ibaret değilse, büyük bir ihtimalle, mesela burjuva demokrasisinin temel bir ilkesi olarak “kuvvetler ayrılığı”nın tesisi meselesi tarafından değil, iktisadi-toplumsal bir mesele tarafından tetiklenecektir; aynı 15-16 Haziran 1970’te olduğu gibi. Yine büyük bir ihtimalle mücadelenin politik bir boyut kazanması da bu temelden kaynaklanacaktır. Bunun anlamı iktisadi-toplumsal mücadelenin, güç kazanması halinde, daha da otoriterleşen bir Türkiye’de yasal veya fiili olarak daraltılan siyasal demokrasiyi de emekçiler lehine genişletebileceğidir. “Alışılmış” sıralamanın dışına çıkmakla birlikte böyle bir devrimci ihtimal de vardır ve muhtemelen “geleneksel” sıralamadan daha güçlüdür.



Üzüm ve Bağcı Meselesi!



Bütün bunlar, elbette siyasi demokrasiyi, burjuva demokratik haklar mücadelesini küçümsemek, umursamamak anlamına gelmiyor. Siyasi demokrasi, ekonomik diktatörlüğü perdelese de emekçilere nesnel olarak yönetime ve diğer toplumsal alanlara müdahale imkânı verir. Bu nedenle, bugün çok doğal gibi görünen birçok burjuva demokratik hak işçi sınıfı tarafından kimi zaman kanlı mücadeleler ve büyük kayıplar pahasına kazanılmıştır. Buna genel oy hakkı ve kadınların seçme seçilme hakkı da dahildir. Siyasi alan- ekonomik alan ilişkisi üzerine kafa yoranlar, “Emekçilerin siyasal özgürlüklerinin genişlemesinin sermayenin ekonomik özgürlüklerini daralttığını” söylerler. Kesinlikle doğrudur.



Bu aynı zamanda, sermayenin ekonomik özgürlüklerinin genişlemesinin emekçilerin siyasal özgürlüklerini daralttığı” anlamına da gelir.



Burjuva demokrasisinin zannedildiğinin aksine birçok memlekette, bu arada ilk ortaya çıktığı yerlerde bile çeşitli bahanelerle (terör!) daralıp otoriterleştiği; işçi sınıfını sosyal haklar açısından yüz-yüz elli yıl geriye götürmeye niyetlendiği (birçok yerde götürdüğü) bir zamanda onun sınırlarını genişletmenin kavgasını verirken, aynı zamanda onu kıyasıya eleştirmek ve bütün bu mücadeleleri toplumsal kurtuluş mücadelesine bağlamak zorundayız. Tabii, “İşte demokrasi, daha ne istiyorsunuz?”, “Az kaldı biraz daha dişiniz sıkın!”, “Yetmez ama evet!” veya “Bardağın yarısı boş, ama yarısı dolu!” türü, onun sınıfsal karakteri üzerine tek laf etmeden anlatılan bardak hesabı ile demokrasi hikâyelerine aldanmadan.



Burjuva demokrasisi de aynı işçi demokrasisi gibi sınıfsal karakteriyle tanımlanır. Bu nedenle demokrasi kavramını bir soyutlama olmaktan çıkartıp kendi tarihsel ve güncel gerçekliği içinde ve en “somut” haliyle ele almak zorundayız. Buna, bir “rejim” olarak “demokratik cumhuriyet”ten söz eden dostlara “O cumhuriyetin iktisadi ve sınıfsal karakterinin ne olacağı” üzerine sorular sorarak başlayabiliriz. Unutmayalım, “demokrasi mücadelesinde” amacımız sadece üzüm yemek değil, aynı zamanda bağcıyı dövmektir. Zaten bağcının asıl işi bize üzüm yedirmemek, üstelik de sıkıp suyumuzu çıkarmaktır.



Demokrasi meselesinin daha somut, açık ve anlaşılır hale getirilmesi bütün bunlardan dolayı kaçınılmaz bir görevdir. Yazıyı yine Troçki’nin bir sözüyle bitirelim: “Teori alanında soyut kategorilerle iş gören kimse, olgulara körce teslim olmaya mahkûmdur!”

Hiç yorum yok: