22 Şubat 2012 Çarşamba

Devlet İktidarının Yeniden Paylaşım Savaşı

Mehmet Özgen

Böylece Özel yetkili savcıların açtığı ve Özel yetkili Mahkemelerin sürdürdüğü Ergenekon, KCK ve Devrimci Karargah davalarının hukuki meşruiyeti de ortadan kalkmış oluyor. Polis ve yargının, AKP iktidarının bir "siyasi sopası" olduğu kadar illegal bir siyasal hareketin (Cemaat'in) politika yapma araçlarına da dönüştüğü bir yerde hiç bir anlamda hukuki meşruiyetten sözedilemez. 
Ergenekon davası ile ilgili Amerikan Büyükelçiliğine Emniyet tarafından brifing verilmesi skandalının yankıları sürerken şimdi de Polis ve Yargının MİT'e karşı operasyonu gündeme oturdu.
KCK soruşturmasını yürüten özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Sadrettin Sarıkaya, 8 Şubat Çarşamba günü, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı, eski Müsteşar Emre Taner, eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve MİT Müsteşar Yardımcıları Yaşar Yıldırım ile Hüseyin Kuzuoğlu'nu ifade vermeye çağırdı. Ancak Müsteşarlık, MİT özel yasasına dayanarak çağrıya uyulmayacağını açıkladı. Buna karşılık Savcılığın talebi üzerine 14. Ağır Ceza Mahkemesi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ifadesinin alınması için Ankara özel yetkili Cumhuriyet Savcılığı'na talimat yazılmasına ve diğerleri hakkında yakalama emri çıkarılmasına karar verdi. Ardından Sadrettin Sarıkaya, İstanbul Cumhuriyet Başsavcivekili Fikret Seçen tarafından soruşturmadan alındı.
Soruşturmanın yalnızca MİT'in KCK ile "ilişkilerini" değil, Oslo görüşmelerini de kapsadığı artık netlike kazanmış durumda.
 Hakan Fidan ve MİT bir süredir Cemaat'in odağındaydı. Uludere katliamında MİT'in istihbarat verdiği, Cemaat'le ilişkisi olduğu bilinen Taraf yazarı Mehmet Baransu tarafından iddia edilmiş, dolayısıyla katliamdan MİT'i sorumlu tutan açıklamalar yapılmıştı. Ancak bu, MİT tarafından yalanlanmış, Başbakan Erdoğan da bunun arkasında durmuştu. Son olarak KCK operasyonlarında bazı MİT elemanlarının KCK eylemlerinde aktif olarak yer aldığı iddiası, yeniden MİT'İ ve müsteşarını hedef tahtasına oturttu.
Bu iki olaydan geriye doğru baktığımızda, PKK-MİT arasındaki Oslo görüşmelerinin kayıtlarının sızdırılmasının da aslında bu çatışmanın bir ilk dışavurumu olduğu anlaşılıyor; dolayısıyla deşifrasyonun kimlerin marifeti olduğuna da açıklık kazandırıyor.
 Polis ve Yargı, Cemaat'in siyaset yapma araçlarına dönüştü
MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Ones, Cemaat'in rolünü şu cümlelerle dile getiriyor: "MİT üzerinden AK Parti iktidarını kuşatmak isteyen bir güç var. Bu olay bu süreçte bir adımdı.. Bu kriz bürokrasi alanında ciddi bir sorunun olduğunu gösterdi. Özellikle emniyet ve yargı alanında ciddi bir sorun ve kadrolaşma olduğu ortaya çıktı. Savcı karar alıyor, onun üstünün haberi yok. Soruşturmayı medyadan öğreniyor." (12 Şubat, Vatan) Cengiz Çandar'ın ise "sivil darbe" girişimi olarak nitelediği bu olay, yeni bir kojonktüre geçişi simgeleyen önemli bir siyasal gelişme.
 Çünkü, MİT'in kullandığı elemanların KCK'ya sızmakla kalmayıp eylemlere göz yumma, silahlı eylemleri teşvik etme gibi ciddi iddialar var. Polis ve Yargı'nın, MİT'in KCK'yı denetlemek yerine o örgütü yönlendirip kışkırtmasından kuşkulandığı ve MİT ile KCK arasında kuvvetli bir bağ olduğunu düşündükleri söyleniyor. Bir süredir Cemaat medyasında emniyet kaynaklı olduğu belli olan PKK-Devlet, PKK-MİT ilişkisi olduğu, PKK'nın MİT tarafından kurulduğu yönündeki haber ve yorumlar, böyle bir suçlamanın zeminini oluşturmaya yönelik olduğu anlaşılıyor.
Bu vahim bir iddia. Bundan daha da vahimi Oslo müzakerelerinin bir suç olarak soruşturma kapsamına alınarak Kürt sorununa barışçı çözüm arayışının da sorgulanmasıdır. Bu, polis ve savcılığın siyasete müdahale etmesi demektir. Çünkü Oslo süreci siyasi bir karardır ve Hakan Fidan Başbakanın temsicilcisi olarak o görüşmelerde yer almıştır.
Soruşturmanın emniyet ve savcılık tarafından siyasete müdahale etme niteliği taşıması, aslında bugüne kadar dile getirilen eleştirilerin haklılığını teyit ediyor. Bu olayla birlikte, Özel yetkili savcılıkların siyasi kararla hareket ettikleri artık kesinlik kazanmış oluyor. Böylece Özel yetkili savcıların açtığı ve Özel yetkili Mahkemelerin sürdürdüğü Ergenekon, KCK ve Devrimci Karargah davalarının hukuki meşruiyeti de ortadan kalkmış oluyor. Polis ve yargının, AKP iktidarının bir "siyasi sopası" olduğu kadar illegal bir siyasal hareketin (Cemaat'in) politika yapma araçlarına da dönüştüğü bir yerde hiç bir anlamda hukuki meşruiyetten sözedilemez .
 Boomerang etkisi
Ortaya çıkan tabloda ilginç olan şu: MİT Müsteşar ve yardımcıları görevlerinden dolayı Başbakanınizniyle Yargıtay tarafından soruşturulup yargılanabiliyor. Ancak Fidan ve Taner ‘şüpheli' sıfatı ile çağrıldıkların için, savcı, 250'inci maddede sayılan katalog suçlar kapsamında bir soruşturma yürütüyor demektir ki, bu durumda Başbakan'ın izin vermesi şartıyoktur. 250. Madde devlet aleyhindeki suçları nitelikleri itibarıyla görev suçu olarak görmüyor ve bu suçların özel yetkili mahkemelerde yargılanmasını öngörüyor. Bu durum, emekli genelkurmay başkanı İlker Başbuğ'un tutuklanması üzerine yürütülen tartışmaları akla getiriyor. İnternet andici davasından tutuklu bulunan subayların verilen emri uyguladıkları yönünde verdikleri ifadeler eski genelkurmay başkanını sorumluluk altına sokmuş ifadesine başvurma gerekli hale gelmişti. Ancak Özel yetkili savcılık ve mahkeme Başbuğ'un 250. Madde kapsamında terör suçlusu olarak tutuklanıp yargılanmasına karar vermiş görevinden dolayı Yüce divanda yargılanması gerektiği yönündeki itirazları da reddetmişti. Hukukçular ve muhalefet partileri bu itiraza destek verirken hükümet yetkilileri ve AKP sözcüleri ise özel yetkili savcı ve hakimlerin arkasında yer aldılar. Başbakan Erdoğan, "olması gerekenin olduğunu" söylerken yalnızca tutuksuz yargılanması temennisinde bulunmuştu.
Kısacası, Özel yetkili savcılık ve mahkemeler, boomerang etkisi yaratarak  dönüp hükümeti vurmaya başladı; onlara verdiği yetkilerle kazdığı kuyuya kendisi düştü! Başbuğ'un başına gelen Erdoğan'ın başına çarptı. Yani Cemaat "hukuku"na göre Başbakanın da terör zanlısı olarak tutuklanıp yargılanması gerekiyor. Üstelik başbakan hakkındaki deliller Başbuğ'unkilerden daha kuvvetli. Çünkü Oslo görüşmeleri de, İmralı'da Öcalan'la yapılan görüşmeler de onun siyasi sorumluluğu ve bilgisi dahilinde gerçekleşti.
 Gelinen noktada, hükümet, Cemaat'in bu hamlesini savuşturmuş görünüyor. MİT yöneticilerinin ifadeye çağrılmasıyla KCK operasyonlarını yürüten Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayun ve İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan'ın görevden alınmaları ile ilk hamlesini yaptı. Ardından Özel yetkili savcı soruşturmadan alındı. Şimdi de, Eski genelkurmay başkanına hukuka uygun yargılanma imkanının ortadan kaldırılmasına ses çıkarmıyan iktidar, "adamına göre adalet" anlayışıyla MİT'İ kurtarma yasasını meclisten geçirmeye hazırlanıyor.
Cemaat'in bu karşı hamleleri öngörmemiş olması çok zayıf bir olasılık. Fidan, Erdoğan'ın en yakın danışmanlarından ve 'içeri'den biri, onun ifadeye çağırılmasının aslında hükümetin izlediği siyasetin sorgulandığı ve dolayısıyla Başbakan'ın ifadeye çağırıldığı anlamına geldiği açık. Bu nedenle Cemaat'in hamlesini başbakana gözdağı olarak yorumlamak gerekir.
 Bu olay, yalnızca Cemaat'in devlet içinde, dolayısıyla MİT içinde daha çok mevzi elde etme anlayışının göstergesi değildir. Amacın bunun daha da ötesinde olduğu kanısındayım. Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimleri varsa ve Tayyip Erdoğan kesin adaysa, bu sadece mevzi savaşı olarak yorumlanamaz. Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle, gerekli anayasal değişiklikler olmasa bile, fiilen bir yarı-başkanlık sisteminin gündeme geleceği bellidir. Bu durumda iktidarın nasıl paylaşılacağı, başbakanın kimden olacağı sorusu kritik bir sorudur ve Cemaat'in şimdiden bu stratejik soruya ilşkin taktik adımlar atması doğaldır.
 Olayın önemli bir boyutu Kürt sorununun çözümünde, hükümet bugün bundan vazgeçip topyekün savaş konseptine dönmüş olsa bile, yeniden kullanabileceğini ima ettiği 'müzakere siyaseti'ni kriminalize etmektir. Dolayısıyla, onu suç kapsamına alıp yeniden müzakere kapısını açmaya engel olmaktır. Bu yukarıda söylediğimiz gibi, bir iktidarın siyasi programına ve siyaset yapma tarzına müdahale etmek demek olduğu gibi Kürt sorunun çözümünde daha baskıcı yöntemlere yönelmektir. Eskiden bu tür müdahaleler ordudan gelirdi. TSK ya doğrudan görüş bildirir ya da MGK toplantılarında baskısını yürütürdü. Şimdi askeri vesayetin yerini Yargı ve emniyet bürokrasisi ya da Cemaat vesayeti almış bulunuyor. Ama bu basit bir ikame meselesi değildir.
Cemaat Nazi Partisinden daha illegal bir örgüt
Çünkü cemaat hiyerarşik ve ideolojik bir yapı; örgütsel ilişkileri itaate dayalı. Mantığı gereği yayılmacı. Devletaygıtını ele geçirmekte toptancı davranmak, yani iktidarın tümünü istemek bu yapının doğal eğilimi. O nedenle Cemaat devlet aygıtlarının göreli özerkliğini istemez; kendi yapısına uygun olarak emniyet, yargı ve sivil bürokrasi arasında tam bir şebeke tarzı kaynaşma ister.
Aslında Cemaat ve AKP arasındaki koalisyonun dünyada örneği yok. Yasadışı olan Müslüman Kardeşler örgütü, Arapa Baharı sürecinde yasal partiler kurarak Mısır'da, Tunus'ta seçimlere girip iktidar ortağı oldular. Bölgede bunun tek istisnası Türkiye. Cemaat, partileşme
diği için bir illegal örgüt gibi hareket ediyor. Bir tegel ipliği gibi yatay olarak bir çok siyasi hareketin içinden geçmekte ama kendisi siyasal bir varlık olarak ortaya çıkmamaktadır. Onu tehlikeli kılan da bu yönüdür. Bu yönü itibariyle, Nazi partisinden daha tehlikeli bir yapılanma olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Şöyle ki, 1929'dan önce Hitler'in Nazi Partisi (NSDAP), küçük bir partiydi. Aynı yıl içinde daha geniş olanaklara sahip Alman Milli Halk Partisi ile ittifak kurdu. Parti başkanı Hugenberg varlıklı biriydi, yayınları vardı, bu ittifak Hitler'in hem ülkede adının öne çıkmasına, hem de iş çevrelerinin kendisini ciddiye almalarına, partiye parasal destek vermelerine yaradı. Nazi partisinin militer gücü (SA'lar) vardı ve homojen bir gruptu. Bir süre sonra, küçük parti (Nazi Partisi) bu büyük partiyi yuttu.  Elbette ki, tarihsel koşullar, güç konumları farklı. Cemaat hem geniş uuslararası ilişkilere sahip hem de büyük bir ekonomik gücü kontrol ediyor. Ama AKP karşısındaki Cemaat'in konumu Nazi Partisiyle benzeştir. Militer gücü de esas olarak polis içinde. Bunu mevcut dava dosyalarından, polis fezlekelerinden okumak mümkün. Liberaller yıllarca Cemaat'i bir sivil toplum hareketi olarak yutturmaya çalıştılar. Şimdi bu ahmaklara sormak gerekir. Ülkenin polis teşkilatına, yargısına hakim olan bir sivil toplum hareketinin dünyada başka bir örneği var mıdır?
Yaşanan, Cemaat ve AKP arasında iktidarı paylaşma kavgasıdır
Ahmet Altan gibiler, gelişmeleri AKP'nin arkasındaki koalisyonun parçalandığını şeklinde yorumluyor. Taraf'in hangi ilişkiler ağı içinde kimin tarafı olduğunu izole ederek, ama bu yorumcunun bir tür suret-İ hak nümayışçısı olduğunu bilerek söyleyelim. Bu, kavganın doğasını kavramamaktır. Koalisyon parçalanacak olsa, AKP ve hükümet sözcülerinin olayla ilgili tavırlı konuşmalarına tanık olurduk. Oysa başbakan konuşmadığı gibi, diğer sözcüler de genel-geçer, yasak savar tarzda beyanlarla durumu idare ediyorlar. Nerde o Yağıtay başsavcısına kükreyen aslan ve tosuncuklar. Evet şimdi kavgalı olabilirler, ama bu kavga herşeyden önce onların hakimiyetlerinin derinlik ve yaygınlık kazandığını, kısacası devlet iktidarını bütünüyle ele geçirdiklerini, rakiplerini saf dışı ettiklerine emin olduklarını gösterir. 1. Cumhuriyet, postmodern "devrim"le  coşuşturulup rakipler safdışı edildikten sonra iktidarın yeniden paylaşımının gündeme gelmesi bu bakımdan doğaldır. Bu iktidar mücadelesinin doğasında vardır. Bu yüzden, buradan -en azından- şimdilik bir parçalanma-dağılma çıkmaz. Bugüne kadar devletin içine sızarak, adım adım kaleyi içten fethetme stratejisi izleyen, gerektiğinde temkinli olan Cemaat, birden bire herşeyi niye riske atsın?
 Cemaat, ABD'nin iktidar içindeki en güvenilir müttefikidir
Üstelik, şurası açıktır ki, Cemaat, ABD'nin İktidar içindeki en güvenilir müttefikidir. ABD, cemaat vasıtasıyla Erdoğan'ı denetim altında tutumaktadır. Mavi Marmara olayında Fetullah Gülen'nin, iktidarın yaklaşımını sert bulduğunu ABD ve İsrail'in politikasını desteklediğini hatırlamak gerekir. Bu ilşkiler çerçevesine koymamız gereken diğer bir olgu da şudur: Deşifre olan Oslo görüşmelerinde Hakan Fidan, PKK'lı muhataplarına nükleer kriz sürecinde İran ile ABD arasında arabuluculuk yaptığının altını çizerek aktarmıştı. İsrail'in, Fidan'ı, Ortadoğu'da kendisine en büyük tehdit olarak gördüğü İran'a yakın bulduğu belirtiliyor.
 Dahası ve çok önemli bir boyut da şu.. Tutuklu gazeteciler Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu'nun "Sızıntı:Wikileaks'de Ünlü Türkler" kitabıyla gündeme geve 3 Şubat 2012 tarihinde basında daa yer alan önemli bilgiler arasında, ABD Büyükelçiliği Müsteşarı Daniel O'GRADY'nin 24.11.2008 de Washington'a gönderdiği kriptoya Türk Emniyeti'nin ABD Büyükelçiliği yetkililerine Ergenekon soruşturması hakkında geniş kapsamlı bilgilendirme verildiği iddiası yer aldı. Müsteşarın yazdığı kriptoda CHP'nin o dönemdeki Genel Başkanı Deniz Baykal'ın rüşvet aldığına ilişkin kanıtların elde edildiği de yer almaktaydı. Emniyet Genel Müdürlüğü bunu yalanladı. Ama ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hürriyet gazetesine yaptığı açıklamada, Türk polisinin, Ergenekon soruşturması ile ilgili Ankara'daki ABD Büyükelçiliği yetkililerine brifing verdiği iddiaları hakkında sessiz kalınacağını açıkladı. Yani yalanlama yok!
Anayasa Mahkemesi başkanının da elçilikle görüşüp bilgi verdiği başında yazılıp çizilmişti. Bu, Türkiye Cumhuriyet devletinin polisi ve yargısının ABD ile birlikte çalıştığının zımni kanıtıdır. Ve bu ilişkilerin hangi güçler tarafından kurulmuş ve geliştirilmiş olabileceği, CIA'in ne ölçüde işlerin içinde olduğu artık anlaşılmaz değildir. Cemaat'in ABD de hangi güçlere dayanarak geliştiği, oradaki örgütlenmesinin ne işe yaradığı da öyle.
 MHP'nin yeniden-yapılanması gündeme gelebilir
Bu iktidarın yeninden paylaşımı mücadelesi ise, tarafların kendi pozisyonlarını güçlendirmek için yeni müttefikler arayasının gündeme gelmesi de doğal olacaktır. Ya da bu yeniden paylaşım, iktidarın dışındaki güçlerlerle ilşkilenme biçiminin yeniden-üretimini de gündeme getirecektir. Bu muhalefetin de yeniden-yapılanması anlamına gelecektir. Dolayısıyla, taraflar arasındaki kavganın, medyada yazıldığı gibi, "güvenlikçi" ve "müzakereci" politikalardan kaynaklandığı şeklindeki yorumlar yanıltıcıdır. Evet, Özel yetkili savcılığın harekete geçmesine mesnet oluşturan şey, Kürt sorununun çözümünde "müzakereci" eğilimlerdir. Ama bu esas meselenin perdelenmesi sağladığı kadar muhalefetin yemlenmesine de hizmet ediyor. Kürt siyasal hareketinin temsilcileriyle müzakere yürütülmesinden en rahatsız olan parti ise MHP'dir. MHP siyaset arenasındaki varlık nedenini inkar politikasından ve Kürt sorununun çözümüne temelden karşı oluşundan almaktadır. Doğuda PKK ve Kürt siyasi hareketiyle soğuk savaş yaşayan Cemaatin, MHP'ye yaklaşması, MHP'yi kendisiyle özdeşleştirecek operasyonlara girmesi mümkündür. Bu konuda pek fazla zorlanmıyacaktır, çünkü Cemaatin MHP tabanında etkili olduğu biliniyor. Bu etki 12 Eylül 2010 referandumunda görüldü. Cemaat yanlısı Taraf yazarı Emre Uslu'nun deyişiyle "Gülen cemaati okulları veya dershanelerinde eğitim görmemiş MHP'li aile neredeyse yok gibidir." (Devlet Bahçeli, bütün siyasi aktörler içinde meseleyi derinliğine analiz eden siyasetçi oldu ve temel mesajı Erdoğan'nın Yüce divandan kaçamıyacağı biçimindeydi. CHP içindeki ulusalcı kanadın -üstelik Kürt sorununa siyasi çözüm arayışlarını ilgilendiren bir bağlamda- özel yetkili savcılar ve polis birimleriyle aynı çizgide durması da dikkatlerden kaçırılmamalıdır.
 ABD Erdoğan'ı gözden çıkarmış olabilir mi?
Krizin bütün basamakları ve parametrelerinde Kürt sorununun durduğunu söylemeye gerek yok. Erdoğan, Kürt Siyasi hareketine karşı topyekün bir savaş başlattı. "Kürt Sorununda Osmanlı"da oyun çok" başlıklı yazımda bu savaşın Erdoğan'ın son savaşı olduğunu söylemiştim. Bu savaşı kazanarak Başkan olma sevdasındaydı. Öyle görünüyor ki, Kürt sorununun demokratik çözümüne direnmek, öncellerine olduğu gibi, Erdoğan'ın başına da bela getirdi.
Öte yandan, krizin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kapsayan bir iktidar paylaşım savaşı olduğunu da söyledik. Tayyip Erdoğan'nın, Abdullah Gül'ün süresini uzatarak devreden çıkarması ile adaylığının kesinleşmesinden sonra bu krizin patlak vermesi, bu durumda sadece iktidarın nasıl paylaşılacağı sorusunu değil, bizzat Erdoğan'nın cumhurbaşkanlığının engellenme ihtimalini de içerir. Yeni-Osmanlıcılık rüzgarı ile "dünya lideri" kibrine kapılan, seçimlerden sonra kendisini padişah gibi gören; İsraille çatışması dışında, Libya ve İran meselelerinde uyumsuzluk gösteren bir lider Batı için ve özellikle ABD ve İsrail için, güvenilir olabilir mi?

Hiç yorum yok: