9 Şubat 2012 Perşembe

Uludere-Roboski Katliamı

 Katliam sonrası Roboski köyünü ziyaret eden heyette yer alan Nuri Cemal’in yaşanan acıyı paylaşan yazısı
N. Cemal
 “Kollarından boynuma uzanan bir köprü, ah günahım, vah suçum. Ölüm yağmış dağlara, yine senin bahtına ateşten bir kor düşmüş. Yanmış körpe bedenin sıfır sınır noktası. Kaçak çay, kız saçı tütün, biraz da şeker hakkında hüküm olmuş. Kanın hudut çizgisi. Bahar küsmüş neyleyim, kış olmuş ya hep nasip. Güneş kime doğar? Nerede o yağmurun bereketi? Yeşilin kırmızıya aşkı, nerede? Doyamayacağımız aşikârdır artık, doğduğumuz yerlerde. Ekmek yoksa hangi sınır engel olabilir ki açlık ordusuna? Adalet yoksa kim hakkını verebilir ki adil barışın? Özgürlük yoksa ve bir de sırılsıklam âşıksak tüm mahrum kalmışlığımızla ona, bize düşen ölümlerden ölüm seçmek mi?


Nereye koysam kolunu, ya o bedensiz başını? Parçalanmış yüreğin ölüm tarlasında. Kin biçtik. Öfke kaynadı ocağımızda. Barışa ant deyip, kendi kanımızı içtik ya. Bese, bese, edi bese! Kollarından boynuma uzanan bir köprü, ah günahım, vah suçum benim. Gözyaşlarının ağırlığı hala omuzlarımda yük. Eksiğim sensiz. Arıyorum, anıyorum o kardeş kucaklaşmanı…”

Halkların Demokratik Kongresi’nin çağrısıyla oluşturulan ‘Uludere Halkının Acısını Paylaşıyorum’ heyetiyle çıktığımız yolda, 5 Ocak 2012 tarihinde yukarıdaki satırları not etmişim. Uludere’ye gittik. Üç köy gezerek katledilenlerin yakınlarını ziyaret ettik ve ‘acınız acımızdır’ dedik. Katliamın tanıklarıyla ve olay yerine ilk giden yardım ekipleriyle görüşüp, söyleştik.

Kürt Ve Emekçi Katliamı
Uludere’de katledilenlerin hepsi de sınır hamallarıydı. Onlar yoksul köylülerden oluşan emekçilerdi. Yaşlarına göre, çocuklarda 20-30 TL, yetişkinlerde 50-60 TL arasında değişen yevmiyeleri -veya kazançları- vardı. Güvencesizlerin en güvencesiziydiler ve ölümle yaşam arsında bir bıçak sırtındaydılar. Yıllardır, ‘taşeron çalışmak öldürür’ diyoruz ya, katledilen sınır hamalı Kürt emekçilerin durumu hiçbir şeyle kıyas götürmez. Onlar için bildiğimiz bütün kavramları, kalıpları ve nitelemeleri unutmamız ve zor da olsa kendi gerçekliklerini görebilmemiz gerekiyor. Sebahat Tuncel’in ifadesiyle, ‘yoksulluğun adı Kürt olmuş’, haritanın yırtılan o bölgesinde. Onlar yoksul köylü, sınır hamalı, emekçi ve Kürt’tüler. Uludere-Roboski katliamı, tarihe Kürt ve emekçi katliamı olarak geçecektir. Yaptığım ve kaydettiğim söyleşilerden sadece birini burada aktarabileceğim. Bombalanan yere ilk giden belediye yardım ekipleri içinde bulunan genç bir işçinin anlattıkları özetle şöyle:

“Belki Biz De Ölürdük”
“Gelen haberler üzerine belediye olarak yola çıktık. Saat 2,5-3 civarıydı. F 16’ların sesini hala işitebiliyorduk. Ambulanslar hazır bekliyor, olay yerine bir türlü gidemiyorduk. Köylüler ve katledilenlerin aileleriyle birlikte, güvenlikli bulmadığımız için bombalanan yere henüz ulaşamıyorduk. Bekliyorduk. ‘Gidersek, bizi de bombalar bunlar’ dedik. Gitsek, belki daha fazla yaralı insan kurtarırdık. Ölü sayısı daha az olabilirdi. Gitsek, belki biz de ölürdük. Olay yerine ulaştığımızda ise her yer kan ve etrafa saçılmış insan parçalarıyla doluydu. Tek tek toplamaya başladığımız insan parçalarını battaniye vs ne bulduysak sarıp sarmalayıp katırların semerlerine yerleştirmeye başladık. Bazıları paramparçaydı. Toplayarak torbalara koyuyorduk. İki cenaze bulduk, yan yana. Biri 13, diğeri 16 yaşında iki tane çocuk. El ele tutuşarak ölmüşler. Onları öylece, birbirinden ayırmadan semere yerleştirdik. Kazan bombalarının atıldığı yerlerde alanlar açılmıştı. Basınç ve ısı ile kar erimişti. Bombalarının açtığı yerlerde insan parçaları vardı. Kendi çocuklarının parçalarını toplayıp elleriyle torbalara yerleştiriyorlardı. Hepsini yan yana sıraladılar. Tablo korkunçtu.

50 TL için çalışıyorlardı. Genelkurmay ve hükümet, ‘PKK kamplarına yakın bir yer’ diye açıklama yaptı. Bu kesinlikle doğru değil. Köyden sadece iki kilometre uzakta ve araç mesafesindeydiler. Aileler çocuklarını katırlara yerleştirip köye kadar getirildiler. Orada o anda devlet diye bir şey yoktu. Sadece tepede bir helikopter dolaşıyordu. Fotoğraflar çekilip olay yeri ve vahşet kaydedildi.

Cenazeler getirildiğinde halı sahanın olduğu yere yerleştirildiler. Geceden kalma bir ayaz vardı. Ölüler kaskatı kesilmişti. Öğle saatlerinde güneş çıktı, hava ısınmaya başladı. Buzlar erimeye başladı. Ölülerimiz kanamaya başladılar. Her yer kan doldu, akmaya başladı. O an anaların feryadı dayanılır gibi değildi. Ölenlerin çoğunun ayakları kırılıp parçalanmıştı. Eller kopmuştu. Yarısı olmayan kafalar vardı. Parçalanmış bedenler gördüm. Valilik, ‘cenazeleri Malatya’ya götüreceğiz’ dedi. Aileler, ‘çocuklarımızı bombalayanlara, öldürenlere cenaze teslim etmeyiz. Otopsileri burada yaptıracağız’ dediler. Öfke inanılmazdı.

Üç cenazenin tamamen paramparça ve yanmış bir halde olduğunu gördük. Önceki gün, -3 Ocak günü- Aslan Encü’nün parçalanarak bedeninden kopan kolu daha yeni bulundu. Mezarı yeniden açıldı, kolu içine bırakıldı. Eksik bedeni tamamlandı. İlk saldırıda ölenlerin ardından -yirmi kişi kadarmış- diğerleri kayalıklara doğru kaçmışlar. Uçaklar dönüp kayalıkları da bombalamaya başlamış. Cenazelerin çoğunu o kayalıklardan çıkaramadık. Çıkarabilmek için belediyeden iş makineleri istedik. Birçoğunun mezardaki bedeni hala tam değil. Olaydan sağ kurtulan Servet Encü’nün uzun süre ifadesine bile başvurmadılar. Hükümetten, devletten arayan soran olmadı. Ama, bugün de dahil olmak üzere kalan insanlarımızı gözaltına almaya devam ediyorlar. Sizden rica ediyorum; sakın ha ismimi yazmayın. Yarın başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ki…”

Kuş Bakışı
Uludere dönüşümüzde ve bugün hala katliamın devlet ve hükümet tarafından sessizliğe mahkum edildiğini görmenin öfkesini taşıyoruz. Devletin, katliamı inceleyen olay yeri inceleme ekipleri ise, ‘infial halindeki Kürtleri gördükleri’ gerekçesiyle havadan helikopter içinden gözlem yapmakla yetinmiş, aşağıya inmemişler. Ne görmüşler peki? Bombalarla oluşan dört krater. ‘İnsan ölüsü’ görememişler, katırları da. Kan izi ve insan parçacıkları mı? Yok. İşte devletin meseleye bakışı bu. Eteklerinden bombaları yağdıran uçaklar da bu devlete aitti, helikopterin içinden kuş bakışı katliamı inceleyen de bu devlet. Sus payı ise bizzat başbakandan. Meclis tartışmalarında açığa çıkan rezalet, hükümet adına yapılan konuşmayla ve başbakanın bizzat kendi ödeneğiyle bu işin halledeceği oldu. Başbakanın, ‘örtülü ödenekle mi, yoksa bizzat cebinden ödeyerek mi’ bu işi halledeceği soruları ise ortada kaldı. Ve bugün hala ‘Katil Devlet!’ diye slogan atmak tek başına tutuklanma sebebidir.   

Hepimiz Katiliz
Peki ya meselenin diğer yüzü? Sömürge Cezayir meselesinde Jean-Paul Sartre, onurlu aydın tavrıyla takdire şayan bir yerde durmuştur. Frantz Fanon ile Jean-Paul Sartre arasındaki sömürgecilik tartışmalarında ise ‘eşitlik kardeşlik’ diye inat ve kararlılıkla yırtınan Sartre’a değil de, ‘peki ya bizim bugüne kadar çektiklerimizi nereye koyacağız’ diyen Fanon’a yakın durdum. Yine de sormadan edemeyeceğim; Uludere’nin ağırlığı bile Jean-Paul Sartre gibi ‘Hepimiz Katiliz’ diyebilen kaç kişi çıkarabildi? Bizim yoksulluğumuz ve yoksunluğumuz sadece ekonomik değil, aynı zamanda da politiktir.     

Hiç yorum yok: