31 Ocak 2012 Salı

Hrant’ın Dostları…

Murat Tanakol
Hrant Dink’in, devlet tarafından örgütlenmiş faşist bir tetikçi aracılığıyla katledişinin beşinci yılı dolduğunda, TC hukuku, kendisinden beklenebilecek şanına yaraşır bir karara imza attı. Yani cinayeti hasıraltı ettiğini açıkladı.Ve dört bir yandan yeniden sesler yükselmeye başladı. Maktülün yanında saf tutanlar adaletsizlikten, karşı taraftakiler yapılacak bir şey olmadığından “tarafsızlık” rolü oynayanlar vicdanların rahatsızlığından dem vurur oldular. Adalet mekanizması üzerindeki bu karşılıklı atışmalar sürüp giderken ben, beş yıl önce “adalet”in ağzını bıçak açmayan günleri hatırladım.

 Hrant’ın katledildiği haberini alır almaz oraya –niçin gittiğini bile bilmeden- koşan insanların o gün akşama doğru on bin kişiye varan buluşmasını anımsadım. Hani o, insanlığa karşı hunharlığını,-bırakın masumiyeti, silahsız bir sivil oluşunu- kurbanını sırtından vuracak kadar bilinçli bir korkuyla icra edenlere, onlardan korkmadığını göstermek için koşa koşa gidenlerin buluşmasını…

 Ardından, kadın erkek, 200 bin kişilik cenaze alayını, parkalı, postallı, kalın sakallılarla, çıtı pıtı giyinmiş hanımların beylerin nasıl yan yana yürüyüp; “susma sustukça sıra sana gelecek”, “hepimiz ermeniyiz” diye haykırdıklarını; işinden öğle tatili için çıkıp cenazeye gelmiş iyi giyimli hanım ve beylerin, keskin sloganlar atılırken sustuklarını ama sonra ortak sloganlara aynı istekle saatlerce eşlik ettiklerini gördüğümü hatırladım.
 Dile kolay! İki yüz bin kişi… o gün ve sonrasında arkadaşlar arasında şunu konuştuğumuzu da hatırlıyorum: “ulan böyle bir bileşimle iki yüz bin kişinin toplanması için ben her gün on kere canımı verirdim…”
 Hrant’ın cenazesi, adeta bir mucize gibi, bugüne kadar bu topraklarda görülmemiş bir sınıfsal bileşimde iki yüz bin kişilik bir cenaze alayı yaratmıştı. Hepimiz şaşırmıştık. Ama siyasi odaklar daha çok şaşırmıştı. Örneğin, Hrant’ı sırtından vuran bilinçli korku, bilincini kaybetmişti. Öylesine kaybetmişti ki, adına Türkiye Cumhuriyeti denilen topraklarda “hepimiz Türküz” deme ihtiyacı duyacak kadar altlarındaki toprağın kaydığını görüp, o kıytırık mitinglerini düzenlemeye koşmuşlardı. Siyasetin ve siyasetçilerin dengesi işte o kadar bozulmuştu. Asker, polis, siyasetçi kim varsa hepsi bir ağız dolusu konuşur olmuştu. Onlara göre, öyle olur olmaz sloganlar ve taleplerle kitleler sokağa inmemeliydi. Adalete güvenmek gerekirdi!…
 Cenaze katılımı bizim cenahtaki siyasi odakları da şaşırtmıştı. Çünkü hatırlıyorum, laf gevelemekten başka bir şey yapmadılar o dönemde, o adına “önderlik” denilen siyasi yapılar. Öylesine bir kitleyi yeniden buluşturabilecek “canlı” formülleri yoktu belli ki. Ellerindeki tek imkan Hrant’tı, ama kendi değil, cenazesi…
 Sonra, belki siz de hatırlarsınız, bir milliyetçilik dalgası vurur olmuştu sokaklara, kitleler sokağa inecekse Türk bayraklarıyla inmeli diyerekten mitingler düzenlenir olmuştu. İşte öyle hizaya getirmeye çalışıyorlardı siyasetin dengesini. O günlerde hesaplanan, tüm ülkede neredeyse 6-7 milyon insanın sokaklara döküldüğü idi. Hangi sloganlarla hatırlıyor musunuz? Sadece içinde “milli…”, “kemal…” geçenlerle değil “susma…” diye başlayanları da sahiplenerek yürüdüler, o sloganı ortaya atıp da sahiplenmeyenlere inat… Nasıl olmuştu da mesele birden “Kürt sorunu”na dönüşüvermişti?… bir bomba mı patladıydı, yoksa iki mi?… Hatırlıyor musunuz?
O sıralarda, yine hatırlıyorum, “bir bilen” zuhur edivermişti birdenbire, engin tecrübesiyle. “…seçime gitmek gerekir…” diyordu, “…kitlelerin böyle sokaklara taşması doğru değil…” diyordu, bir zamanlar “…yollar yürümekle aşınmaz…” diyen sahtekarlığı ile…
 Geometride gördüğümüz, öğretmenlerin içine bin bir türlü geometrik şekil sokup problem haline getirdikleri “kare”ye benzer cüsseli bir genelkurmay başkanı vardı o zamanlar. O da  siyasete burnunu sokardı da hani, bir güzel benzetmişlerdi “Dolmabahçe”de… ne zaman vermişti o “muhtıra”mı “muhtura”mı neyse, onu?… Hatırlıyor musunuz işler bir anda laiklik-din tartışmasına dönmüştü?… Hrant’ın cenazesinde üç ay, Bağcılar’da Kürtlerin üstüne yıkılan bombalamadan iki ay, cumhuriyet yürüyüşlerinden bir ay sonraydı sanırım, değil mi?!…
 Şimdilerde Hrant’ı hatırlarken, bazen yakın geçmişte olup bitenlerle o zamanki olayları karıştırıyorum. Biliyorum, Tunus’ta bir gencin kendini yakmasıyla başlayan kitlesel hareketin kıvılcımları hızla diğer Arap ülkelerini de sarıp “Arap baharı” adını aldı. Halbuki Hrant’ın yok edilmesiyle başlayan kitlesel hareketlilik, siyaset-suikast-asker marifetiyle “cumhuriyet mitingleri” halini alıp sonra da 22 temmuz seçimleriyle sandığa geri sokulmuştu… Yok, yok ikisi aynı şey değil, değil mi? Yoksa Mısır’da öyle mi olmuştu? develi faşistler-siyaset- asker üçgeni sonunda kitlesel hareketliliği seçim sandığına mı sokmuştu?…
 22 Temmuz seçimlerini hatırlıyor musunuz? Sol önderliklerin kitleleri örgütleme yetenekleri, ancak ve SADECE Kürt meselesi temelinde bir biraraya gelişi sağlayabilmiş, Türkiye cumhuriyeti topraklarında “sosyalist” olduğu iddia edilen milletvekili ancak Kürt oyları sayesinde seçilebilmişti…
 Hrant katledildiğinden beri, “hukukun üstünlüğü” denilen ne idüğü belirsiz kavrama yapışmış kimi gerçekten iyi niyetli bir avuç insan, tıpkı siyasetin dengesi bozulduğunda egemenlerin yaptığı gibi, ama onlardan farklı olarak mahkeme önlerine yığılıp, yıllarca, adaletin böyle geleceği inancını pompalamaya çalıştı durdu. Diğer sol önderlikler ise, böyle zamanlarda “canlı” formüller üretmek yerine suskun kaldıkça siyaset ortamında doğan boşluğu, egemenler gibi bu sözünü ettiğim reformistler de “adalete güven” duymayı tembihleyen “ölü” formülleriyle doldurup durdular. Ve işte bugüne geldik…
 Reformizm dahil, kimseyi ya da hiçbir siyasi anlayışı mahkum etmek benim harcım değil. Devrimci önderliklerin harcı. Bu yüzden hiçbiri hakkında, olsa olsa beni rahatlatacak şeyler söylemeye ihtiyacım yok. Onların da siyasetin boşluklarını kendi tarzlarında doldurmaktan başka çareleri yok. Bazen bunu yapmaya çalışırken birbirlerinin rollerine soyunduklarını bile görüyorum. Gün geliyor kendine “sol” diyen önderlikler canlı formüller sunmak adına reformistlerin “ölü” formüllerine sarılıyor. Gün geliyor reformistler “ölü” formülleri canlı görünsün diye, mesela ÖDP’nin bölünmesinden kendine “don biçip” siyasi bir odak haline gelme fikrine yaklaşıyor. Ve sarkaç misali bir o yana bir bu yana salınıp duruyorlar. Mesela kendini “Hrant’ın arkadaşları” diye isimlendirenler arasında bilim adamı ciddiyetiyle tanınmış siyasi rant endişesi olmayan birçok ismin, EDP’nin kuruluş aşamasında yer alıp, daha parti kurulmadan ayrılması başka nasıl açıklanabilir? Olaylara “dışarıdan” bakanlar için bunlar olsa olsa “tuhaf ve karışık işler”…
Oysa, eskiden işler bu kadar tuhaf ve karışık görünmezdi kimseye. Hatırlar mısınız, eskiden olsaydı mesela, Demirel kırk takla bile atsa, kimseyi “demokrat” olduğuna inandıramazdı. Halbuki şimdi, hani derler ya “at izi it izine karışmış” diye; bugün kim ne olduğunu söylerse, öyle kabul görüyor. Faşistler “demokrasi”ye inandığını söyleyince, öyle olduğuna inanılıyor. Bir başkası “ben Hrant’ın arkadaşıyım” deyince öyle kabul görüyor. Sonra isterse yolda bir sepet yumurta da kırsa, etiketi baki kalıyor. Hrant’ı öldüren faşist katil, “beni kullandılar” deyince “haa, vah yazık, öyleyse asıl katilleri bulunması için çalışmalı…” diye adaletin peşinde darı aramaya koşuluyor.      
Hrant’ı sokaklarda sahiplenen onbinleri, yüzbinleri başka önderlikler sahiplenmediği için, onları; Hrant’ı içi boş bir “adalet”le sahiplenmeyi tavsiye ederek evlerine sokmayı; ve bu sayede yoldaşımız Hrant’ı, arkadaş Hrant’a dönüştürerek kendilerine de siyasi bir kimlik edinmeyi başarabilmiş olanların Hrant’la ilişkilerinin arkadaşlıktan öteye gittiğini düşündüğüm için yazımın başlığı “Hrant’ın dostları”… 
Not: Bu yazı başlığı her ne kadar, yetişkinliğe adım attığımda öykünmeye başladığım biri tarafından yazılmış broşürün başlığını (Halkın dostları kimlerdir ve sosyal-demokratlara karşı nasıl savaşırlar) hatırlatıyorsa da, bunu şimdi otuz küsur yıl sonra sümsük bir ihtiyarın içine sıkışmaktansa sıska bir hayalet olarak geri dönmeye hevesli “çocukluğu”ma verin…

Hiç yorum yok: