11 Nisan 2012 Çarşamba

AKP’nin Yeni Kürt Stratejisi ve Newroz


Mahmut Balpetek

Amed Newroz’da yasaklar yasaklandı!
            Uzun bir aradan sonra Newroz, iktidar tarafından yeniden yasaklı ya da en hafif deyimiyle yarı yasaklı hale getirildi. Diyarbakır ve İstanbul illerinde daha kitlesel olması açısından 18 Mart Pazar günü yapılmak istenen Newroz etkinlikleri iktidar tarafından “Newroz’un bağlamı ve amacı dışında kullanılmasına izin vermeyeceğiz” denilerek yasaklandı. Ancak bu yasaklanma özelikle Amed’de milyonlar tarafından yok hükmüne dönüştürüldü. Başka bir ifadeyle Amed halkı yasakları yasakladı. Kolluk güçlerinin bütün abartılı şiddet yöntemleri ve kışkırtıcı davranışlarına karşın milyonu aşkın kalabalığın Newroz’u kutlamasının engellenmesi başarılamadı.
Bir hafta süren etkinlikler, öncekilerle kıyaslanmayacak bir kalabalık tarafından yaygın biçimde gerçekleştirildi. Dahası, devletin Newroz’u yozlaştırmaya kalkışmasına yaygın ve güçlü bir tepki anlamı içerecek şekilde il, ilçe ve köy düzeyinde kutlandı. Dikkat çekici olan birkaç şey farklılığın algılanmasına yardımcı olur nitelikteydi. Bunların başında korucu köylerinin de Newroz kutlamalarına gösterdiği ilgi ve yasağa gösterdikleri tepkiydi. Diğeri ise bütün yollarda, yüksek tepelerde ve köylerde bir hafta boyunca yakılan Newroz ateşiydi. Newroz ateşine Amed halkı tarafından atılan kıvılcım, bütün coğrafyayı içine almıştı. Böylelikle Newroz, seksen yerleşim biriminde kutlama hedefinin sınırını da aşarak bütün coğrafyaya yayılmıştır. Hava karardığında mahallelerde gençlerin lastik yakması, polisin müdahalesi ve karşılıklı kovalamacalar bu Newroz’un mutat halleriydi. Öne çıkan bir diğer husus ise devletin, yasaklama kararına ve sert müdahale uyarılarına karşın toplumun sarsılmayan özgüveni ve kararlılığıydı. İtidalini bozmayan yığınların, her şeyi normal seyrinde götüreceklerinden emin bir biçimde hazırlıklarını sürdürmeleriydi. Mücadele kılavuzluğunu; çiçeğe duran ağaçların, bulutları aşıp özgürlüğe kanat çırpan kırlangıçların yaptığı bu sürece, yığınlar hep bir ağızdan “kavgam seni bahar gibi seviyorum” diyerek yanıt veriyordu. Bunları yaşarken devrim fikrinin hiçte hayal olmadığı geçti aklımdan. Bütün değişimlerin dönüşümlerin tarihlerin anası olan örgütlü halklar bir yola dizile görsünler, bütün barikatları aşar sel olup yeni tarihlere uzanır giderler.
            Newroz’un gülmece konusu ise bir dönem kırmızı, yeşil ve sarı renklere getirilmeye çalışılan yasağı ifrata vardıran Tansu Çiller’in trafik ışıklarının rengini değiştirme önerisini andıran, plakalarında “KCK” olan araçların bu plakları değiştirmesi için trafik müdürlüklerine başvurmaları için gönderilen davetiyelerdi. Bu trajikomik durum, devletin gerçeğe sırtını dönme ve bu tutumunda ısrarı ile içine düştüğü ve daha da düşeceği aciz halin belgesi gibi ortalıkta dolaşıyor olmasıydı. Bu trajik durum nedeni ile kargalar hak ihlaline uğramışlardır. Zira bu tür durumlar karşısında en temel hakları olan gülme etkinliğini gerçekleştiremez duruma gelmişler. 
           Öte yandan bugün bütün sosyal siyasal yaşamımızı kuşatan, Anayasa, partiler, sendikalar , dernekler yasası ve YÖK gibi, 12 Eylül kurumlarının   varlıkları AKP tarafından koruma altına alınan alınmış durumdadır.Siyasal ve sosyal hayatımıza yön veren darbe ideolojisi  ve kurumlarına sahip çıkarak toplumu ona göre yöneterek,darbeyi değil beş generali yargılamaya çalışmanın yetersizliğinin yaratığı çarpıklık bölge halkının tartışma gündemini işgal eden konular arasında baş köşedeki yerin almış durumdadır. 

            Kürt Sorununa Stratejisiz Strateji
           
      Uzun bir erteleme sürecinin ardından iktidar, Kürt sorununda muhataplık ve bu eksenli bir “stratejiden”  söz eder oldu. Kürt açılımı diye nitelendirilen, kifayetsizliği açığa çıkmış önceki yaklaşımının bile çok gerisinde kalan bu “yeni strateji”, ülkede Kürt sorununun kronikleşmesi, bölgede ise baş döndürücü değişimin sonucudur. Yani, böylesi bir gündemleştirmenin AKP’nin kendi siyasal tercihi değil, kaçınamayacağı bir zorunluluğun sonucu olduğunun altını çizmek gerekir. Yeni stratejinin en belirgin özeliklerinden biri muhatabın şartlı olarak BDP olabileceğinin yanı sıra, önceki ile kıyaslanmayacak denli güvenlik merkezli olmasıdır. Bizatihi “stratejinin” yumuşak karnını oluşturan bu özellikler, “stratejinin” şimdiden mezar kazıcılığını yapmaktadır. Barış ve çözüm denilen kavramların iç içe geçişgenliklerinin olduğunu teslim etmekle birlikte birbirlerinden bağımsız yönlerinin ve bağımsız olan yönlerinin kalıcı bir çözüm için daha öncül olduğunu görmek gerekir. Şöyle ki, silahlar susmadan durum normalleşmeden müzakere evresine geçmenin mümkün olduğunu var saymanın gerçekliği var mıdır? Yaşanan deneyler bunun olmadığı yönündedir. Peki, o zaman silahları kim susturacak? Açıktır ki, savaşanlar susturacak. O zaman savaşanların da direkt ya da endirekt bu sürece dahil olmaları kaçınılmazdır. Silahların susması normalleşmenin bir ön zorunluluğu, kat edilmesi gerekilen bir aşamasıdır. Üstünden atlanarak aşılacak gibi duran basit bir merhale değildir. Devamında her kesimin tedavülde tuttuğu savaşın dilini kadükleştirerek, barışın ve çözümün dilini tedavüle sokarak bütün toplumu çözüme ortak etmesi gerekir. Çok açıktır ki bu gün barış ve çözüm konusunda toplum siyaseten muhafazakar ve statükocu pozisyonunu korumaktadır. Topluma rağmen kalıcı barış ve bunun üzerine çözüm inşa etmek mümkün gözükmemektedir. Bütün bu ön gereklilikler oluşturulduktan sonra müzakere ve çözüm olanakları olgunluk kazanabilir. Yani bütün tarafların farklı düzey, farklı yöntemlerle de olsa katılımını ve katkısını almadan bir çözüm tasarlamak ve bunu “strateji” olarak öne sürmek yarayı tedavi etmekten çok kanamasını çoğaltmaya yol açmak demektir. Kaldı ki, sorun tek başına siyasilerin çözebileceği sınırları çoktan aşmış, toplumun katkısına muhtaç duruma gelmiştir. Bu dolayım ile çok farklı kesimlerin sürece müdahil olması, fikri katkı koyması bir fanteziden ziyade, çözümü için, sorunun kendisinin dayattığı bir zorunluluğu olarak görünmektedir.

            Durumu anormal kılan bir diğer unsur ise, KCK iddianamelerinin mantığında yatmaktadır. Bu iddianamelere göre, bütün BDP’lilerin KCK üyesi ve bütün sivil eylemlerin de suç sayılıyor olmasıdır. Bu mantığın kapsamı, sadece özel yetkili savcıların zihniyeti ile sınırlı değildir. Zira iktidar ve devletin ortalama aklı ve algısının da bu yönde olduğu dava hakkında ki beyanları ile anlaşılmaktadır. Bütün BDP’leri potansiyel KCK’li gören ve yargılayan anlayış, BDP ile sağlıklı bir müzakereyi nasıl icra edebilir? Muhatap alacağını, daha yolun başında suçlu ilan ederek ve muhataplığı bir dizi önkoşula bağlayarak bu denli zor bir sorunu çözeceğini öngörmek ve bizim de buna inanmamızı beklemek tipik bir AKP klasiği olsa gerek. Devlete hakim olan algının yol açtığı sertleşme ikliminin kendisi siyasal atmosferi zehirlemeye yeter de artar durumdayken “kimin, hangi temelde, hangi sorunu çözmeye muktedir olacağı” merakımıza mucip olmayı sürdürmektedir. O zaman, sorunun böyle çözülmeyeceği gün gibi ortada iken AKP’nin maksadı nedir sorusu akıllara takılıyor? Buna verilecek yanıt AKP’nin Kürt sorunundan daha elde edeceği siyasal rantın olduğuna inanıyor olmasıdır.

Hiç yorum yok: