23 Ocak 2013 Çarşamba

AKP VE ‘’KÜRT AÇILIMI’’


Ahmet Doğançayır

Açılımın başladığına’’ ilişkin yapılan ilk açıklamalarla bir umut pompalanmıştı. Umut şuydu: ‘’Artık savaştan bahsedilmeyecek silaha harcanan paralar eğitime, sağlığa harcanacaktı. Bu ülkede yaşayanların kendi devletlerinden korkmadıkları bir dönem başlayacak, nefret sona erecekti.’’ Verilen umut iyiydi ama resmi ideolojinin üzerinde kurulduğu toplumsal tarih farklıydı.


Evet! Resmi ideolojinin Kürt sorunu olarak yıllarca ortaya attığı görüşlerden bugüne gelmek önemli bir şeydi. Ama sadece bir şeydi. Umut etmek yetmiyor, tarihin derinliklerindeki dinamiklere bakmak gerekiyor. Bu dinamikler ortada dururken umuttan bahsetmek nasıl mümkün olabilirdi? Nitekim de öyle oldu. Umudun acısı çıkarılırcasına bir anda her şey tersyüz edildi. Çatışma haberleri gündemine geri dönüldü. O iyimserlik havasında teslim olan PKK’lileri serbest bırakan devlet bir anda ters döndü. Hepsini tutukladı. Birdenbire milli uzlaşma kuruldu. CHP’nin Kürt genel başkanı önce‘’Alın açılımınızı başınıza çalın’’, sonra ‘’Gül’ün seçilme şekline karşı çıkmıştık. Ama geçmişi geçmişte bırakıyoruz. Devlet kurumları arasında ortak akıl gerekli.’’dedi. Genelkurmay yeni keşfetmiş gibi ‘’ terör saldırılarının’’ artacağını müjdeledi. Başbakan Erdoğan ‘’şiddet sarmalına teslim olmadık, olmayacağız’’ derken ‘’silahlı kuvvetlerimiz gereken cevabı verecektir.’’diyerek şiddet sarmalına onay verdiğini söylüyor. Partilerin hepsi denenmiş ama sonuç alınamadığı/ alınamayacağı belli olan yöntemi, şiddet yöntemini kutsamaya başladı. Savaş yine çözüm oldu, ordu yine göz bebeği. İşte tam da bu noktada; Açılımın bittiği, şiddetin yükseltildiği bir dönemde yüce Türk adaleti tarafından Ahmet Türk’e yumruk atan saldırgan alelacele tahliye edildi, ya da Ergene kon sanıkları apar topar serbest bırakıldı. Sorulması gereken soru ‘’açılım’’ hamlesinin neden başlayamadan başarısızlığa uğradığı, savaş mantığına geri dönüldüğüdür.



Kontrollü açılımdan bugüne



Türk milliyetçiliğinin bütün bildik çeşitleri uzunca bir süre Kürtleri ‘’aslen Türk’türler’’ diyerek inkâr ederken, zımnen onları ‘’Türkleştirilebilir’’sayıyordu. Bir kaynaşma mümkün ve istenebilir görünüyordu. Ama bu eşitleyici gibi algılanabilecek yaklaşım Kürt’ün alt etnik köken olduğunu varsayan, kökenin unutturulması, reddi veya en azından gizlenmesi kaydıyla geçerlidir. Bu anlayış Kürt’ün Kürtlüğünü açıklaması ve hele bir de sahiplenmesiyle derhal ötekileştirmeye, düşmanlaştırmaya hazır bir tutum üzerinde kuruludur.



AKP de kurucu kadro ve omurgasının dini-muhafazakâr içeriği nedeniyle Türk milliyetçiliğini bu süzgeçten geçirerek içselleştirdiği için buna karşı çıkamaz. İşte bu nedenle AKP’nin ‘’Kürt sorununa ‘’ yaklaşımı arada farklı tonlarda konuşma denemeleri olsa da esas itibariyle yerleşik devletçi çerçevenin içinde kaldı. Bunun en basit kanıtı Erdoğan’ın meseleyi geri kalmışlık ve bölgesel eşitsizlik noktasına indirgemesi, çözümü de ekonomik tedbirlerde gören beyanlarıdır. AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımının bir diğer ayağını Kürt siyasal hareketini etkisizleştirme ondan sonra da istediği şekilde ‘’kontrollü açılım’’ yapma politikası oluşturuyordu. Ancak Kürt hareketinin sergilediği dinamizm ve elde ettiği destek bu‘’açılım’ı’’ hazırlayan/zorlayan en önemli faktörlerden biriydi.



Nitekim devlet erkânı ve hükümetin kontrolü elinde tutmak amacıyla polis akademisinde ‘’Kürt meselesinin çözümü, Türkiye modeline doğru’’ adıyla (sınırları açılımın amacıyla belirlenmiş olarak) yaptığı çalıştay Kürt sorununun devlet katında sadece önceden belirlenmiş kelimelerle ve sınırları çizilmiş bir çerçevede konuşulmasına izin veren resmi-gayri resmi politika duvarının çökmesi anlamına geliyordu. Duvarın yıkılması ile Kürt sorunuyla ilgili söz söylemek birilerinin alanı olmaktan çıkmaya başladı. O güne kadar böyle bir alanın varlığı Kürt sorununun ‘’devlet sorunu’’ olmasının bir yansımasıydı. Bu sistemin siyasal aktörlerine Kürt sorunuyla ilgili çalışmalarını resmi alanın hassasiyetlerine uygun bir şekilde ve bu alanın sınırları içinde kalarak yapmalarını dayatıyordu. Önemli bir hassasiyet de toplumun bu sorunla ilgili tartışma ve çözüm arama süreçlerine hiçbir şekilde katılmamasıydı. Sistemin büyük siyasi tarafları çalışmalarını mevcut hassasiyetlere uygun davranarak yürüttüler. Arada bir rapor hazırladılar. Ama sistemin hassasiyetleri gündeme geldiğinde bu raporları unutturma, hasıraltı etme görevini büyük bir hevesle yerine getirdiler. Artık şimdi durum farklıdır. Kürt sorunu gerçek anlamda siyasallaşma yoluna girmiştir. Öyle ki artık siyasi aktörler bu konudaki görüşlerini sunmak zorunda kalıyorlar. Çünkü aksi durum siyaset dışı bir konuma savrulmak anlamına gelecektir.



Kürt açılımının bir devlet projesi olduğu ama ortada detaylı, uzun vadeli alternatifli bir yol haritası bulunmadığı artık biliniyor. Böyle bir süreç stratejik hedefler yerine gelişmelere bağlı taktik adımlarla ilerleyeceğe benziyor. Kürt açılımı bir fikir olmanın ötesine geçmiş olmasına rağmen bu süreçte devlet, devlet bürokrasisi, AKP hükümeti, Abdullah Öcalan, PKK, BDP farklı yaklaşımlarla karşısındakinin atacağı adımlara göre refleks geliştirmek istediği de netleşmiş durumda. Bu çerçevede eski Demokratik Toplum Partililerin milletin sinesine dönme kararından vazgeçmelerinin ardından yaşanan sakin ortamın KCK operasyonları ile yeniden bozulmasını BDP kitlesini yeniden sokağa çekme girişimi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu girişim açılım konusunda sadece şüpheleri arttırmakla kalmıyor, tüm bu sürecin PKK’nın tasfiyesine bağlandığı izleniminin oluşması başlangıçtaki ümit var havayı bozduğu gibi AKP’nin ne yapmak istediği ile ilgili soruları çoğaltıyor.



Sonuç olarak başlangıçtan itibaren “AKP’nin Kürt açılımı” olarak hayli şatafatlı bir biçimde siyaset alanını dolduran başlığın, diyalog ve şiddet yöntemlerini birlikte kapsadığından söz etmek mümkündür. Diğer bir deyişle, AKP’nin bir yandan masada kalarak bir yandan da Kürt hareketine karşı saldırganlık göstermesi, bir çelişkiyi değil, AKP çözümünün ne olduğunu gösteriyor. Çünkü diyalog sözlerinin ve çabalarının en fazla olduğu dönemlerde bile, Kürt hareketine baskı ve sertlik yanlısı sözlerle saldırmak, esasında AKP’nin Kürt açılımının gerçek hedeflerini de işaret ediyor. AKP, Kürt hareketini masada tutmak ve diyalogu sürdürmek istese de, bununla beraber muhatabını masaya olabildiğince güçsüz bir halde oturmaya zorluyor. Yani çatışmalar, diyalogun sona erdiğini göstermiyor, aksine diyalogun sürdürüleceği koşulları oluşturmayı hedefliyor.



Son günlerde yükselen çatışma ortamı da, “AKP’nin Kürt açılımının’’ bu çerçevesinde değerlendirilecek özellikler gösteriyor. AKP başta anayasa, başkanlık sistemi ve Suriye konusu olmak üzere, birçok ‘’hassas’’ başlıkta Kürt hareketiyle teması sürdürmek, yani masadaki pazarlığın bitmemesini sağlamak istiyor. Fakat Kürt hareketinin güçsüzleşmiş, silahsızlandırılmış bir biçimde masada kalması için de çaba harcıyor. Bu anlamda, AKP’nin Kürt açılımı, Kürtlere yönelik artan baskılarla bir bütünlük ve uyum gösteriyor.



Ülkede askeri vesayetin sona erdiği, sivilleşmenin olduğu, demokrasinin derinleştiği ve özgürlüklerin genişlediği propagandasına ağırlık veren AKP yönetimi, bu şekilde çok kısa bir süre içinde 90’lı yılların zeminine dönebileceğini göstermiş oluyor. Bu açından, AKP’nin masadaki muhatabını zayıflatmaya çalışması kadar, ele geçirdiği devlet aygıtını baskıcı ve yasakçı uygulamaları için kullandığı da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, “AKP’nin Kürt açılımının’’, Kürt halkına yönelik saldırı ve baskılarla bir arada yürümesini, yani açılımın şiddetle beslenmesini de bu zeminde tarif etmek gerekli. AKP’nin sivil siyaset konusundaki iddialarının çöktüğü ve ülkenin 90’lı yıllardan daha çatışmalı bir ortama sürüklendiği de, Oslo görüşmelerinde neyin görüşüldüğünden bağımsız olarak ortaya çıkıyor.



Çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonyası altında olursa olsun bir’’dünya düzeni’’değildir.



AKP’nin Emperyalizmin desteğinde uyguladığı stratejinin sadece Kürdistanlarla sınırlı olmayıp tüm bölge halklarına yönelik bir strateji olduğu görülmelidir. Bu strateji sadece silahla değil, ekonomik ve sınıfsal dinamiklerle de işlemektedir. Yaşanan gelişmeler emperyalist hegemonyanın hangi araçlarla yürütüleceği konusunun gündemde olduğunu gösteriyor. Türkiye, Obama yönetimindeki Amerikan stratejisi doğrultusunda bölgede diplomasi, askeri güç karışımıyla yer almayı hedefliyor. Bu etkinliğin en önemli aracı olmakla birlikte en riskli alanı olan petrol ve su havzalarını birleştiren Kuzey ve Güney Mezopotamya politikaları aynı zamanda bu yeni stratejik konumda öne çıkarılması muhtemel olan Kürt ve Irak, Suriye meselelerini de kapsamaktadır.



AKP aslında Suriye’de ki Kürtlerin varlığına tahammül etmemektedir. ‘’Tampon veya güvenlikli bölge’’ kurma girişimlerinin arkasındaki amaçlardan biri de budur. Bu konuda Suriye ile savaşa karşı çıktığını söyleyen CHP Muhalefetinin Kürtlere karşı bir savaşa itirazı yoktur. Batılı ülkeler ve Türkiye’nin garantörlüğü altında kurulan önce özerk Kürt bölgesi sonra devleti güneyde de Barzani ve Talabani gibi liderliklere güvenini yitirmiş birçok Kürt’ün PKK ye katılmalarının önünü kesmek ve mevcut liderliklere güveni tekrar kazandırmak amacıyla oluşturuldu. Barzani ve Talabani eleştirisi ve anti-ABD söylemin güçlenmesi istikrarsız bir ortamın var olduğu orta doğuda PKK’nin istikrarsızlık içinde varlığını devam ettirecek güçlerden biri olma durumunu öne çıkarıyor. Kapitalist ilişkilerin bölgede yaygınlaşması ile birlikte yoksul ve dışlanmış Kürt gurupları arasında PKK güçlenmeye devam edecektir. Suriye politikasıyla da amaçlanan sitemin ihtiyaçları ve dengeleri doğrultusunda hedeflenen bu ‘’pürüzleri’’ ortadan kaldırıp ‘’Arap baharından’’ sonra ‘’Kürt baharının’’ önünü kesmeye çalışmaktır.

Kürt, Türk, Acem, Arap halklarını ve emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin verilmemelidir. Yaşanacak bir savaşın maliyeti dünya çapında yaşanan krizle birlikte elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten uzun zamandır hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıflara çıkarılacaktır. Bugün Orta doğu halkları ve emekçileri için tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonyası altında olursa olsun bir’’dünya düzeni’’değildir. Demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvazilere karşı, bir mücadeleden yana olmalıdır. Var olanları korumanın ve yeni mevziler kazanmanın tek yolu budur. Bu aynı zamanda mücadeleye sunulacak en geçerli ve gerekli destek olacaktır. O nedenle demokratik haklar için birleşik ve kitlesel bir seferberliğin aynı zamanda Kürtlerin barış ve özgürlük talepleriyle dayanışma tutumuyla örülmesi şarttır.



Emekçiler, ezilenler bugünün şartlarında AKP’nin silahlı silahsız saldırıları ve tehditlerinin son bulması hedefini öne çıkarmalıdır. Savaş hazırlıklarını ve silahlı tehdit ve saldırıları durdurması gerekenlerin silah tekelini elinde tutan sömürücü sınıflar olduğunu öne çıkararak, emekçilerin ve ezilenlerin ancak kendi mücadeleleriyle, kendi güç birliği ve eylemlilikleriyle kazanıp koruyacakları mevzilerin kalıcı olabileceğini göstererek hareket etmek gerekir. Bu şartlarda proleterler ve ezilenlerin bir savunma çizgisine çekilmeleri en büyük hata olacaktır. Mevcut durumu istismar ederek mevzileri korumak ve yeni mevziler kazanmak üzere mücadele ederek AKP hükümetini geriletmek için, Kürtlerle dayanışma ve eylem birliği içinde olarak seferber olmak gerekir.



Hiç yorum yok: