8 Ocak 2013 Salı

Ne Milliyetçi Boğazlaşma Ne de Emperyalist 'Barış'


Ahmet Doğançayır


Bugün insanlığın karşı karşıya bulunduğu anahtar sorunlar ancak uluslararası ölçekte çözülebilir. Feodalizmin kalıntılarına ya da emperyalizmin baskı ve sömürüsüne karşı kullanıldığında ilerici olan sınırsız bir ‘’ ulusal egemenlik’’ düşüncesi yalnızca emperyalist devletlerde değil, bir dünya sosyalist cumhuriyetler federasyonuna, birleşik bir sosyalist dünyanın kuruluşuna uygulandığında gerici olur.


Kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu bir dünya önümüze iki alternatif koyuyor: Ya milliyetçi boğazlaşma ya da güçlü ulusların ötekileri kölece boyunduruk altında tuttuğu bir emperyalist ‘’barış’’. Bugünün konjonktürü yerini bir ‘’istikrar’’dönemine bırakana kadar bunlardan birincisi neredeyse insanlığın yaşamına damgasını vuracaktır. İstikrara ve emperyalist ‘’barış’’a geçişin yolunda milyonlarca insanın vatan ve ulus uğruna kanı akacağı muhtemeldir. Emperyalist ya da değil insanlığın milliyetçi boğazlaşmalardan kurtuluşun tek yolu uluslar arası bir devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasıdır.

Globalizm yeni liberalizm çağında emperyalist sermayenin dünya çapında dolaşımının önündeki engelleri kaldırmaya yönelik bir ideolojidir. Ancak yarın kapitalist dünyanın ekonomik bunalımı derinleştiğinde, ticaret savaşları kızıştığında, döviz piyasaları bunalıma düştüğünde, emperyalist dünyada gizliden gizliye verilmekte olan ekonomik savaş açık hale geldiğinde ve dünyayı ekonomik bloklara böldüğünde burjuva ideologları dün Keynes’çiliği nasıl terk ettilerse bugün globalist görüşlerini terk ederek kaba milliyetçiler haline gelmekte sakınca görmeyeceklerdir. Kapitalizm bir dünya sistemi yarattı. Onun yerini alacak olan bütün üstün toplumsal sistemler bu konuda emperyalist sistemden daha enternasyonal karakterde olmak zorundadırlar. Bu nedenle ‘’ Tek ülkede sosyalizm ‘’ teorisi yalnızca siyasal açıdan değil, doğrudan doğruya ekonomik açıdan da hem gerici hem de hayalidir.

Anti Emperyalizm, antikapitalist içerikten taviz verilmiş bir hat olamaz

Bugün emperyalizm ve antiemperyalizm konusu öyle bir hal aldı ki zararı ezilen halklara ve emekçi sınıflara çıkıyor. Bir tür antiemperyalizm adına, ABD kime karşıysa onu destekleyelim mantığıyla Libya ve Suriye de yaşanan olaylarda Kaddafi ve Esad yandaşlığına kadar vardırılırken diğer bir yaklaşım emperyalist müdahalelerin aslında desteklenmeye değmeyecek baskıcı rejimleri yıkmasının halkların özgürleşmesinin yolunu açacağını-açtığını öne sürüyor. Ezilen kesimlerin isyanları kafalardaki mükemmel modele uymadığı için geçersiz sayılıyor. Oysa Yapılması gereken bütün emperyalist planları açığa çıkarmak, muhalefet hareketlerindeki çelişki ve zaafları kitlelere göstermek ve yaratılması zorunluluk halini alan sol önderliğe en yakın unsurlarla bağ kurmak değil midir?

Emperyalizmin uluslararası hegemonyası ve nüfuz etme kapasitesi bu durumdan etkilenen kesimlerde nedenleri farklı tepkiler yaratıyor. Bu tepkilerin iki tarafından bahsedebiliriz: Bunlardan birincisi egemenler ittifakı içindeki konumları kapitalizmin ulaştığı aşamadan ya da politik iktisadi mantığından dolayı artık gereksizleşen çevrelerin tepkisidir. İkincisi ise toplumsal varoluş koşulları verilen toplumsal mücadeleler sonunda elde edilen hakların aşınmasıyla bu dönemde gerileyen, ya da zaten hiç böylesi ayrıcalıklara sahip olamamış emekçi sınıfların tepkisidir. Kapitalist saldırganlığın gerçek mağdurları bu ikincilerdir ve insanlığı kapitalizmin sürüklediği yok oluştan kurtaracak olan, bunların kurtuluşunun siyasi programıdır.

İktidarların yapılanması içindeki ayrıcalıkları Emperyalizmin uyguladığı politikalarla yok olmakta olan sınıf ve kesimler, eskiden beri bildikleri yöntemlere başvurarak bu tepkiselliği anti-kapitalist mecrasından çıkarmaya çalışmaktadır. Bunlar eskiden beri aşina oldukları güvenlik paranoyası, dış düşmanlarla çevrili olma hali ve benzeri yöntemlere dayanan psikolojik savaş tekniklerinin yanı sıra özellikle seksenlerin ortasından itibaren tüm dünyada yükselişe geçen milliyetçilik, cemaatçilik, dinsel tutuculuk gibi değerlerin karşıtlarını da siyasi söylemlerinde kullanmaktadır. Kabul etmek gerekir ki pek çok insanlık trajedisine yol açmalarına rağmen okul, askeriye ya da dinsel kurumlar gibi topluma ideoloji aşılamakta etkin kurumların teçhizatı arasında olan bu değerler, sıradan vatandaşlar arasında çok yaygın ve popülerdir. Üstelik bunlar sosyalizmin savunduğu ilke ve değerlerle çatışma halinde olduklarından bunlara karşı mücadele elzem olduğu kadar zor, zor olduğu kadar elzemdir.

Mücadelede başarısız olunursa karşı karşıya kalınacak tehlike ise Emperyalizmin gerçek mağdurlarının gerilemekte olan egemenlerin siyasi mücadelesine yedeklenmeleridir. Bunların böyle bir zaferi insanlığın ortak geleceğinin barbarlık terimleriyle ifade edilmesinin önüne geçemeyecek ve emekçi sınıflar nihayetinde kendi aleyhlerine olan her politik mücadele sonrasında olduğu gibi kendi iktidarsızlıklarına biraz daha ikna olacaklardır. Böylesi bir felaket senaryosunun gerçekleşmesinin, sosyalistlerin politik müdahalesi olmaz ya da bu politik müdahale kararlı bir devrimci irade göstermeden popüler eğilimlere boyun eğerek yaşanırsa, kesin olduğu söylenebilir. Ezilenlerin siyasi bilinçlerinin egemenlerin siyasi söyleminden bağımsız terimlerle ortaya konulması acil ve hafife alınması mümkün olmayan bir politik görevdir. Bu durumda sınıfsal mücadele kelimelerin tanımı üzerinde de yapılacaktır. Emperyalizm, içinden geçtiğimiz dönemde, böyle bir sözcüktür. Anti-kapitalist içeriğinden taviz verilmesi hiçbir koşulda mümkün değildir.

Emperyalist güçlerce korunan liman şehirlerinin ve buralara yerleşmiş bir avuç işbirlikçinin feodal toplumsal ilişkileri kapitalizme bağladığı, emperyalizmin sömürge coğrafyalarına dışsal olduğu dönem, yani emperyalizmin sadece savaş gemileriyle taşındığı dönem, siyasal düşünce planında üretim ilişkilerinde hâkim olduğundan daha uzun bir süre yerleşik kalmıştır. Aslında bizzat emperyalizmden dolayı eski toplumsal ilişkiler hızla dönüşerek kapitalistleşmiştir. Fakat sömürge ve yarı sömürgelerdeki entelektüel kesimler, gerek maddi varoluşlarının dayattığı ulusalcı eğilimleri, gerekse kan bağına dayalı toplumsal mensubiyetlerin popüler olduğu toplumlarda, bu mensubiyetlerin terimleriyle anlatmanın daha kolay olduğu hayal edilmiş ulusal bağlardan siyasetlerini yaygınlaştırmak için medet umduklarından bu söylemi sürdürmeye devam etmişlerdir.

Kapitalizmin bugün geldiği aşamada ise neredeyse yerkürenin hiçbir yerinde emperyalizm, ‘’ulusal kapitalizmlerin’’ dışında bir olgu olarak tanımlanamaz. Uluslar arası ekonomiye toplu bakış ‘’üçüncü dünya’’ kuramcıları arasındaki tartışmalarda onca kutuplaşmaya yol açmış bir başka efsaneye kulak asmama olanağı tanımaktadır. Az gelişmiş ülkelerin ilksel ya da yarı sanayileşmesinin ancak bir bütün olarak ‘’emperyalizme’’yani Metropollerin büyük tekellerine büyük bankalarına sürekli ve şiddetli karşı çıkışla mümkün olacağını sanmak hatalıdır. Kuşkusuz emperyalizmin yerli üretim ilişkilerine içsel bir ilişki olduğu tespitini dillendirmek değil bunun gereğine göre siyaset ve politik söylem belirlemektir. Emperyalizmi uluslararası çapta yaygınlaşmasını tamamlanmış şimdi ise sosyal ilişkilerde kamusal ilişki biçimlerini sürekli tasfiye ederek gittikçe derine kök salmaya uğraşan kapitalist üretim tarzından ayrı bir olgu olarak ele almak, milliyetçiliğin çizgisine geri gitmektir.

Ulusal düzeyde yapılacak ittifak stratejileri, yani sınıfsal olanın ‘’ulusal olanla’’ güç birliği, ancak emperyalist gücün açık işgali olduğu durumda gündeme gelebilir ve kabul etmek gerekir ki bu durumda bile ülkede çıkarları emperyalizmle ortaklaşan çok geniş bir kesim mevcut olacaktır. Bu bakımdan devrimci mücadele, içinde bulunulan durumda, esas olarak sınıfsal planda yürümelidir. Bundan her türlü sapma, yani anti-emperyalist hattın anti-kapitalist vurgusundan herhangi bir geçici politik çıkar uğruna taviz verilmesi, sınıfsal mücadele verdiğimiz kesimlerin tarafına doğru bir adım atmak olacaktır. İşte o durumda başta değindiğimiz felaket senaryosuna yaklaşırız. O zaman sosyalistlerin bu noktadaki temel politik görevi uluslararası kapitalizmin gerçek ezilenlerinin bağımsız siyasi programının oluşturulup bu programın politik söyleminin bu kesimler içinde hâkim kılınmasıdır. Bu politik görev tabii ki şiddetli bir anti-emperyalist mücadele hattı örülmesini gerektirmektedir. Fakat bu hat, Leninist emperyalizm teorisinin anti-kapitalist içeriğinden taviz verilmiş bir hat olamaz.

Ulus devletlerin egemenliklerinin sonu mu?

Düzenleyici failler arasında en yüksek mevki, bütün modern çağ boyunca devletindi. Devlet tam olarak, belli bir toprak parçası üzerinde işlerin yürümesi sırasında bağlayıcı olan kuralları ve normları koymak ve hayata geçirmek için meşru hak talep eden ve yerli kaynakları elinde bulunduran birim demekti. Dünyanın belli kısmını düzene sokmak, sadece bunu yapmak için gereken egemenlikle donatılmış bir devlet kurma anlamına geliyordu. Devletin toplumda bir güç olarak ayrılması hiçbir biçimde tesadüfî bir olay, tarihin tuhaflıklarından biri değildi. Düzen kurma görevi, gücün kaymağının ayrılması, aktarılması ve yoğunlaştırılması yönünde muazzam ve sürekli çaba gerektirir. Modern devletin yasama ve yürütme egemenliği zorunlu olarak askeri, ekonomik ve kültürel egemenlikler sacayağı üzerine oturtulmuştu. Mevcut alanın hem dışından hem içinden gelen başka düzen modellerinin meydan okuyuşlarına karşı toprağı etkili savunma gücü, ulusal ekonomi hesaplarını dengeleme yeteneği ve devletin, uyruklarının ayırt edici kimliği yoluyla kendi kimliğini ve ayrılığını sürdürmesine yetecek kültürel kaynağı toplama yeteneğiyle desteklenmedikçe bu gücün düzen kurması düşünülemezdi.

Ancak çağımızda emperyalist sistemde yaşanan değişimler her şeyden önce devletin rolünü etkiledi. Egemenliğin sacayağının üçü de onarılmayacak şekilde kırılmıştır. Herhangi bir devletin askeri, ekonomik ve kültürel kendine yeterliliği, aslında varlığını idame ettirebilmesi, artık geçerli bir ihtimal olmaktan çıkmıştır. Devletler, yasa ve düzen sağlama yeteneklerini korumak için müttefikler aramak ve egemenliklerinden giderek büyük bir parçayı gönüllü olarak teslim etmek zorunda kalıyorlar. Mevcut hallerini uzun süredir muhafaza etmekte olan devletler gibi yeni devletlerin de, bir zamanlar ulus devlet bürokrasilerinin var olma nedeni olarak görülen çoğu işlevi yerine getirmesi artık beklenmiyor. Zaman, zaman geçici ithalat ve ihracat yasakları, gümrük engelleri ya da yurt içi talebe devlet öncülüğünde Keynes tarzı teşvikler uygulayarak bir dengenin sağlanması egemen olan devletlerin pek çoğunda ellerindeki araçlarla artık mümkün değildir ve aslında onlarında böyle istekleri kalmamıştır. İç Pazar ile dünya pazarı ya da genel olarak devletin ‘’içi’’ ve ‘’dışı’’arasındaki ayrımın sürdürülmesi ‘’yurdun ve nüfusun güvenliğinin sağlanması’’gibi en dar anlam dışında başka bir anlamda son derece zor hale gelmiştir.

Egemenlik sacayağının üçü de tuzla buz olmuştur. Bunlar arasında en büyük etkiyi yaratanın ekonomik ayağın parçalanması olduğu söylenebilir. Serbest ticaret kurallarının koşulsuz ve önüne geçilmez bir biçimde yayılması ve hepsinden öte, sermaye ve finansın serbest hareketi yüzünden ‘’ekonomi’’tedrici bir biçimde politik kontrol dışına çıkmaktadır. Sermayenin, finansmanın ve enformasyonun küreselleşmesi her şeyden önce bunların yerel makamların ve öncelikle de ulus devletin denetim ve yönetiminden muaf olmaları anlamına gelir. Bunların işlediği mekânda, mevcut sığınılacak liman olarak görülen cumhuriyetçi devlet’in yurttaş katılımı için geliştirdiği araçları andıran hiçbir kurum yoktur. Ve cumhuriyetçi kurumların olmadığı yerde ‘’yurttaşlık’’da yoktur. ‘’Küresel yurttaşlık’’ kavramı içi boş bir kavramı hatta sadece bir hüsnü kuruntuyu temsil etmektedir. Uzak yerlerden esen ve birden bire çıkıp gelen fırtınanın tokadını yemek, ‘’yurttaşlığın’’ tersine olan bir durumdur. Öyle ki yaklaşan bir fırtınayı öngörmek borsada ki bir sonraki çöküşü ve güvenli gibi görülen istihdam alanlarının buharlaşıvermesini öngörmekten daha kolay hale gelmiştir bizler için. Milletler, bir zamanlar sürekli yaşam garantisi sayılan devletlerin siyasi egemenliklerini sunduğu sığınakta emniyet içinde değildir artık. Bu egemenlik de artık eskisi gibi değildir, kendine yeterliliğin ekonomik ve askeri dayanakları parçalanmıştır. Devlet otoriteleri sorumlulukları altındaki insanların emniyetini garanti etmeye muktedir, istekliymiş gibi bile yapma ihtiyacı duymuyor, kişinin kendi ayakları üzerinde durması gereği ve görevini gittikçe daha fazla dile getiriyor.

Sık, sık tekrarlanan ve bu yüzdende geçersizleşen düşüncelerin aksine sermayenin yeni yurtsuzluğu ile zayıf bağımlı egemen devletlerin çoğalması arasında mantıksal ve faydacı açıdan bir çelişki yoktur. Hep daha yeni ve hep daha zayıf ve yoksul, ‘’politik olarak bağımsız’’yurt temelli devletler oluşturmak uluslar arası ekonomik eğilimlerin doğasına aykırı değildir. Politik parçalanma, ortaya çıkan ‘’dünya toplumunun’’ ‘’tekerine sokulmuş bir çomak’’değildir. Tam tersine ekonominin bütün yönlerinin ‘’küreselleşmesi’’ile ‘’yurt ilkesine’’yeniden vurgu yapılması arasında yakın bir kan bağı, karşılıklı koşullama ve pekiştirme vardır. Küresel finans, ticaret ve enformasyon endüstrisinin hareket özgürlüğü ve amaçlarının peşine kısıtlamalar olmaksızın düşebilme özgürlüğü dünya sahnesinin politik parçalanmışlığına bağlıdır. Zayıf olan ama yine de devlet olarak kalan devletlerin varlığından hepsinin de çıkar sağladığı söylenebilir. Uluslar arası sermayenin onayıyla varlık kazanmış bu tür devletlerarası kurumlar sermayenin serbest hareketini engelleyebilecek veya yavaşlatacak ve piyasa serbestliğini daraltabilecek her şeyi sistematik olarak yok etsinler diye kendi üyelerine ya da bağımsız olan devletlere basınç uygularlar. Kapıları ardına kadar açmak ve özerkliğe yönelik ekonomik politikalara dair her türlü düşünceyi terk etmek, dünya bankaları ve para fonlarının finansal yardımına layık olmanın ön ve uysallıkla razı olunması gereken koşuludur. Zayıf devletler ‘’yenidünya düzeninin’’kendini sürdürmek ve yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu şeyin ta kendisidir. Zayıf, sözde devletler, kendi ülkelerinde sistemin sürmesi için gerekli olan, ama emperyalist şirketlerin özgürlüklerine etkili kısıtlamalar getirme korkusu yaratmayan, faydalı yerel polis karakolları rolüne kolaylıkla indirgenebilirler.

Bu duruma karşı tepki olarak ‘’dışa kapanma ve var olanı koruma’’ anlayışı egemen oluyor. Şu ana kadar bu anlayışa karşı seslerini yükseltenler mekânla bağını koparan sermaye ve finansman sözcüleri olmuştur. Ama onlar yalnızca belli şeylere kızarlar. Ticaret duvarlarından, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesinden ve ülke halklarının çıkarlarının dünya çapında ki rekabetin, serbest ticaretin ve verimliliğin üzerine çıkarılmasından şikâyet ederler. Dışa kapalılık hisleri bir kere harekete geçtiğinde güç yitirmekten çok, güç kazanma eğilimi gösterir. Bir türlü azalmak bilmeyen endişeleri için suçlu arayan seçmenler ve seçmenleri bir işe yaradıklarına ikna etmenin yollarını arayan siyasetçiler, karşılıklı birbirini güçlendiren bir halka içine hapsolup, dışa kapalılık hislerini desteklemek, hatta kızıştırmak için ihtiyaç duyulan bütün kanıtları birlikte üretirler. Böylece uluslararası eylem ihtiyacı görüş alanından giderek silinir ‘’cemaatlerin’’ve ‘’ulusal egemen devletin ’’ savunulması saplantılı bir hal alır. Dikkatlerin ‘’cemaatlerin ve egemen devletlerin savunulması’’ üzerine odaklanması küresel iktidar akışını her zamankinden daha fazla serbestleştirir. Kabileler de milletler de doğaları gereği uluslar arası boyutlara çekilmeye uygun değildir. Bunlar gezegen ölçeğinde bölünme ve ayrılma etkenleri olmuşlardır ve öyle de kalacaklardır. Milli savaş baltalarını çıkartıp ‘’cemaat kalelerini’’ve’’egemen devleti’’ tahkim ederek küresel egemenlik kaynaklarına siyasi kontrol dayatacak gezegen çapında bir dayanışma oluşturulabileceği umudu, yaygın olduğu kadar yanlış olan umuttur.

Kapitalist dünya sistemi içinde gerek egemen, gerekse ‘’yarı egemen’’ devletlerin burjuva sınıfları kitleleri yerleşik düzenle bütünleştirmek, bu düzene bağlı ve bağımlı kılabilmek için maddi gerçeklikleri süslendirip çarpıtma zorunluluğu duyar. Kitlelerin kurulu egemenlik ilişkilerini değiştirebilecekleri ve tarihlerini bizzat yapabilecekleri bilincine erişmelerini bütün ideolojik çarpıtma ve karartma araçlarını seferber ederek önlemeye çalışır. Devletin üretici güçlerin gelişme aşaması ile üretim ilişkileri tarafından belirlenen, topluma egemen olan üretim araçları sahibi sınıfın ortak çıkarlarını ve iradesini temsil eden ve sınıfsal egemenlik ilişkilerini koruyup geliştiren bir politik sınıf örgütlenmesi olduğu gerçeği gizlenip, bir ideolojik jargona indirgenir. Bu çerçevede devletin ekonomik üretim sürecini egemen sınıf yararına nasıl düzenleyip geliştirdiği, devletin toplumdaki egemenlik ilişkilerini ‘’düzenle bütünleştirme ve zorla bastırma ‘’ teknikleriyle nasıl koruyup sürdürdüğü bir örtü altına gizlenir. Devleti toplumsal sınıflar üstüne, bir rüya âleminin pembe bulutlarına çıkaran bu burjuva öğretilerinin maddi-ekonomik kökeninde liberal bireyci burjuvazinin siyasal-kamusal iktidarı özel-sivil ekonomik yaşamdan , ‘’serbest yarışma pazarından ’’ kovup tecrit ederek kişiler üstü özerk ‘’gece bekçisi devleti’’ oluşturması zorunluluğu yatıyor. Kapitalist sömürünün işgücünün serbestçe alımını sağlayan ‘’özgür sözleşme’’ aracılığı ile işlediği unutulmamalıdır. İş gücünün serbestçe satılmasını sağlayan özgürlük ve eşitlik efsaneleri kapitalist toplumda siyasal ve hukuksal ufku baştanbaşa kaplar. Böylece devletin sınıflar üstülüğü ve tarafsızlığı ile ilgili yanılsama iyice allanıp pullanır. Sermayenin kendi içinde çeşitli hiziplere, fraksiyonlara bölünmüşlüğü bu sınıfın salt kendi düzeninin ekonomik yasaları uğruna değil, fakat aynı zamanda geniş kitlelere karşı bir bütün olarak egemenliğini sürdürebilmesi içinde devleti soyut bir düzeyde kurumlaştırıp özerkleştirmesini gerektirir. Dolayısıyla devlet belli kişilerin, belli bir zümrenin değil de bütün bir sınıfın sömürüsünün devamını sağlamakla görevli kılınacak, sermayenin çelişen öğeleri arasındaki çatlakları yapıştırıp çelişkileri törpüleyecek ve böylece tek, tek sermayecileri olmasa bile bir bütün olarak kapitalist sistemi ve bu sistemden nasiplenenleri koruyup geliştirecektir. İşte bu ‘’kişiler üstülük’’ de devleti sınıflar üstünde yer alan bir tarafsız hakem görünümüne bürümüştür. Burjuvazi sınıfsal egemenliğini koruyup, sürdürebilmek için egemenliğinin bu özel aracını aynı zamanda meşru, kaçınılmaz, önünde kayıtsız koşulsuz boyun eğilmesi gereken ve korku dayatan ‘’ bir sınıflar üstü kurum ‘’ olarak sunup göstermeye muhtaçtır. Öyle ki devletin tarafsızlık maskesini düşürüp onun iç yüzünü, gerçek sınıfsal içeriğini ve işlevini gün ışığına çıkarabilecek oluşumlar ve gelişimler gözden ve bilinçten uzak tutulabilsin.

Oysa devletin sonsuz bir geçmişi yoktur. İşlerini devletsiz yürüten, devletten devlet gücünden habersiz toplumlar var olmuştur. Devlet toplumun sınıflara bölünmesi üzerine zorunlu bir şey haline geldi. Sınıfların varlığı zorunluluk olmaktan çıktığında devlet de kaçınılmaz olarak yok olacaktır. Üretimi üreticilerin özgürce ve eşitçe ortaklığı temeli üzerinde yeniden örgütleyen bir toplum bütün devlet aygıtını antikalar müzesine postalayacaktır.

Mesele siyasi eylem kılıcı nereye vurulursa etkili sonuç alınır onu bulmaktır. Hayat koşullarının artan’’esnekliği’’üzerinde ve dolayısıyla insan hayatlarının bütün akışına daha fazla nüfuz etmekte olan güvensizlik ve belirsizlik düzeyini azaltmayı amaçlayan etkili bir eylemin ön koşulu, siyaseti, günümüz egemen güçlerinin iş gördüğü düzey kadar uluslar arası bir düzeye çıkarmaktır. Siyaset kendini ondan koparmış güçlere yetişmelidir. Bunun içinde söz konusu güçlerin içinde ‘’aktığı’’ mekânlara ulaşmasını sağlayacak araçlar geliştirilmelidir. Uluslar arası güçlerin işleyiş ölçeğiyle kıyaslanabilir ölçekte uluslar arası bir kurumdur, bir enternasyonaldir gerekli olan. Bu tür bir evrensellik’’ cemaatlerin’’ ve egemen ya da yarı egemen devletlerin sınırları ötesine ulaşacak bir sosyalist cumhuriyetin olmazsa olmaz ön koşuludur.

Emperyalizme karşı mücadelede sosyalist strateji

Bugünün uluslar arası ekonomisi çerçevesinde hayalci ve geçersiz olduğu vurgulanarak karşı çıkılması gereken, kapitalist yığılmalı ve devamlı sanayileşme projesidir yoksa onun giderek biri diğerini ikame eden özel ve konjonktürel biçimleri değil.‘’ Ulusal’’ tekelci burjuvazi ve hükümet teknokrasisinin emperyalizmle artan ortaklığı bağımlı ülkeler de yaygınlaşan derin bir eğilim halinde. ‘’Ulusal burjuvaziler’’ bugün doğrudan çatışmadan çok, ülkeler üreticilerinin emeği üzerinden elde edilen kârlardan daha fazla pay alabilmek için emperyalizmle pazarlığın yollarını aramakta. Bağımlı ülkelerin burjuvazileri emperyalist merkezlerle bazen büyüyen, bazen de çatışmalı bir ortaklık içinde hareket ediyorsa bu ne cansızlığından, nede güçsüzlüğünden ileri gelmektedir. Tersine bu burjuvazi iyice anladığı kendi öz ekonomik, toplumsal ve siyasi çıkarlarına bağlı olarak böyle hareket etmektedir. Dönemsel ekonomik yükseliş dönemlerinden bağımsız olarak sistemin tarihsel olarak çöküş halinde olduğu günümüzde bu ülkelerin egemen güçlerinin kaderi, ayrılmaz bir biçimde sistemin, yani sistemin temel direkleri olan Metropol güçlerin kaderine bağlıdır. Bu güçleri çökertmek bu ülkelerin egemen güçleri için düştüğünde hiçliğe yuvarlanacağı bindiği dalı kesmek olacaktır.

‘’ulusal burjuvazilerle’’ emperyalizm arasındaki çatışmalar kuşkusuz kaybolmadı fakat içerik ve biçimleri değişime uğradı. Bu durum işçi sınıfının sayısal olarak büyümesiyle birlikte ulusal burjuvazileri kitlelerin örgütlenmelerinden geçtik, geniş hareketlenmeleri karşısında düşman bir hale getirmekte. Yaşanan deneyimlerle milliyetçi burjuva ve küçük burjuva halkçılığın sınırlarını gören ve giderek sınıf çıkarlarının bilincine daha fazla varan proletarya, anti-emperyalist kavga niteliğini yitirmeksizin sınıf çıkarlarını ‘’ulusal dayanışma’’ için kurban vermeyi kabullenmekten giderek uzaklaşmakta.

Uluslar arası kapitalist sistemin bunalımının derinleşmesi sonucu yükselecek anti-emperyalist mücadelede yarı-sömürge ülkelerin milliyetçi burjuvazisiyle ilişki sorunu artan bir keskinlikle gündeme gelecek gibi görünüyor. Popülizm çöküş halinde fakat kaybolmuş değil. Özellikle ona hata ve ihanetlerle manevra kolaylıkları sağlandığı ölçüde kendini yeniden öne sürebilmenin sınırlı alanlarını muhafaza etmekte.

Anti-emperyalist mücadelede doğru taktik proletaryanın örgütsel ve eylemsel bağımsızlığının kazanılması, korunması, sağlamlaştırılması ve güçlendirilmesinden ibaret olan stratejinin içinde yer almaktadır. Bu hiçbir şekilde tüm anti-emperyalist ittifakların reddedilmesi anlamına gelmiyor. Bu emekçilerin ve yoksul köylülerin reddedilmesinden başka bir anlama gelmeyecek olan burjuvazi ile tüm siyasi blokların toptan reddi anlamına geliyor.

Anti-emperyalist mücadelede sekterlik ne kadar zararlıysa, Latin Amerika, Asya ve Afrika da sayısız yenilgi ve felaketlere yol açan oportünizm de en az o ölçüde zararlıdır. Latin Amerika, Asya ve Afrika burjuvazilerine verdikleri koşulsuz destekle parlamentolarda konumlarının keyfini çıkaran, birçok ülkede KP’lerin yok olmasına ve işçi hareketinin zayıflamasına yol açan Stalinist önderlikler acınacak bir üne sahiptir.

Anti-emperyalist mücadelede oportünizm tehlikeleri üzerinde dururken ulusal kurtuluşun görevlerinin dar ve ekonomist bir ‘’uvriyerizme’’ tabi kılınması gerektiğini söylemiyoruz. Emperyalist baskı söz konusu az gelişmiş ülkelerin temel gerçekliği olmaya devam ediyor. Bu baskının sonunda halk kitlelerinde emperyalizmin krizine bağlı olarak giderek büyüyecek olan meşru tepki sanayi proletaryasının bu kitleler içindeki önemli ağırlığı ile çelişki içinde değil. Proletaryanın ulusal demokratik ve anti-emperyalist devrimin görevlerine sırt çevirmesi veya hafife alması, halkçılığın ya da burjuva milliyetçiliğin geniş köylü, kentli, küçük burjuva, yarı proleter ve hatta işçi kesimleri üzerindeki nüfuzunu güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Emperyalizm, kapitalizm ve ulus devlet Var oldukça felaketleri ortadan kaldırabilmenin mümkün olduğuna inanmak hayalciliktir. Yerel savaşlar ve nükleer savaş tehdidinden ilelebet kurtulmak için sosyalizm uğruna mücadele etmek, iş yerlerinde ve mahallelerde öz örgütlenme ve burjuva yönetim cihazına doğrudan meydan okuma süreci içinde iktidara adım attıracak bir geçiş programı için mücadele etmek ön koşuldur. Bu amacın görünüşte dayatan görevlerin yanında ikincil konuma getirilmesi nükleer savaş tehlikesini azaltmayacak, çoğaltacaktır. Egemen sınıfların insan soyunun devamı üzerine kumar oynamalarının engellenmesi kapitalizmin dünya ölçeğinde yıkılışını, dünya sosyalist federasyonunun oluşturulmasını, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını, gizlilikten uzak en geniş kamu denetimi altında kullanılmasını gerektirir.

Devrimci Marksistler için iki kamp vardır. Ama bunlar devlet kampları değil sınıf kamplarıdır. ‘’Devlet kampçılığı’’stratejilerinin altında bir ülkede işçi sınıfının ve devrimin çıkarlarını devletlerin savunma çıkarlarının yanında ikincil duruma düşürme tehlikesi yatmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun işçi sınıfı davasını ileriye götüren her şeyi destekleriz. İşçi sınıfının çıkarlarına aykırı olan her şeyin karşısında sömürülenlerin, ezilenlerin yanındayız.

Burjuva milliyetçiliğinin anti-emperyalist mücadeleyi saptırmasını engellemek için proletaryanın elindeki tek olanak bu mücadelenin ve bu mücadeleyi kitleler gözünde temsil eden; Yabancı üslere, ulusun siyasi, ekonomik ve mali yaşamına dolaysız ve dolaylı emperyalist müdahaleye karşı mücadeledir. Proletarya emperyalist saldırının kurbanı durumundaki halklarla uluslararası dayanışma gibi mücadele gündeminin ilk sırasında bulunan talep ve somut hedeflerin başını çekmelidir. Bu, emperyalizm çağında ulusal burjuva devrimin görevlerinin de ancak proletaryanın devrimci sürece katılan toplumsal güçler içinde hegemonyasını kurabilmesi ve siyasi önderliği ele geçirebilmesi ile bütünüyle gerçekleştirebileceği anlamına gelir. Politik öncülüğün kazanılması işçi sınıfı bilincinin tüm burjuva ideolojilerle bağlarını kopartarak gelişimi, proletaryanın örgütsel(sendikal ve politik) bağımsızlığının kazanılması, kırların ve şehirlerin yoksul kitleleri üzerinde proletaryanın siyasi hegemonyasını kuracağı görevleri başaracak nitelikte bir devrimci önderliğin, devrimci bir işçi partisinin yaratılmasıyla mümkündür

Türkiye de anti-emperyalist mücadele

Türkiye de burjuva devriminin tarihsel bir konusu, Osmanlı'nın çöküşü ardından kalan toprakların Türkleştirilerek bir ulus devletin inşasıdır.Türkiye'nin kuruluştaki 'ulusal bağımsızlık' konusu budur.1923te kurulan TC devletinin bir sömürge devlet olduğunu söylemek olanaksızdır. Anadolu'da varolan Hıristiyan anasır sürülerek veya kırıma tabi tutularak yok edilmiş, Kürtler de zora dayalı asimilasyonla Türkleştirilerek, böylelikle Türk ulusunun birliğinin sağlanması denenmiş ve ulusal bir devlet inşa edilmiştir. İzlenen bu stratejinin son dönemde binlerce cana malolması yanında, bu Türk devletinin emperyalizmden siyasi ve askeri ve ekonomik açıdan bağımsız olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm bir dünya sistemi durumuna dönüştükçe az gelişmiş ülke burjuvazilerinin emperyalist sistemle bütünleşmeleri daha büyük bir zorunluluk olmaktadır. Türk burjuvazisinin de emperyalizmden siyasi ve askeri bağımsızlığa gereksinimi yoktur. Bu anlamda bir ulusal devletin kurulmasına yol açan Türk burjuva devrimi çağın özellikleri nedeniyle tamamlanmadan kalmış ve biçimsel bir bağımsızlık aşamasında durmuştur.



Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Bu anlamda üretici güçlerin gelişimi emperyalist boyunduruktan kurtulmayı gerektiriyor. Fakat bu hiçbir şekilde emperyalist boyunduruğun mekanik, Türkiye’nin tüm sınıflarına aynı şekilde boyun eğdiren bir boyunduruk olduğu anlamına gelmiyor. Türkiye de yabancı sermayenin güçlü rolü burjuvazinin, bürokrasinin ve ordunun çok güçlü kesimlerinin kendi kaderlerini emperyalizminkiyle birleştirmesine yol açtı. Bu bağ olmaksızın militarizmin yaşamdaki muazzam rolü tasavvur edilemez. Yabancı sermayenin ekonomik ve politik acentesi konumunda olan çeşitli burjuva kesimler arasında bir uçurum olduğuna inanmak saflık olacaktır. Bu kesimler işçi ve köylü kitlelerine büyüyen bir düşmanlıkla bakmakta ve emperyalizmle uzlaşmaya varmaya daima hazır hale gelmektedir.

Türkiye de bütün olup bitenlerin bir yabancı elin müdahalesi ve onayıyla yapıldığı meselesine gelirsek günümüzün emperyalizme bağımlı toplumlarında oluşan bağımlı bir devlet tipi vardır. Ortaya çıktığı bütün toplumlarda emperyalizmin dayattığı genel dönüşümlere uyduğu sürece belli benzerlikler gösteren bu devlet, emperyalizmin şimdiki aşamasında payına düşen işlevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak şu kadar açıktır ki bu devletin aldığı görünüm ister askeri diktatörlük ister demokratik cumhuriyet olsun bu toplumların iç etkenlerine de bağlıdır. İç ve dış etkenler arasındaki ilişkiyi mekanik bir biçimde kavramaktan vazgeçmek gerekiyor. Çünkü emperyalizmin bu günkü aşamasında böyle bir ayrım bir yanda yalnızca dışarıdan faaliyet gösteren dış etken, diğer yanda da tek başına kendi alanına çekilmiş tüm sınıflardan bağımsız bir iç etken karşıtlığı yoktur. İç etkeni vurgulamamızdaki bir diğer neden bir süper devlet gücünün hedeflerinin ancak o ülkenin çelişkileriyle birleştiği zaman tesir edebileceği gerçeğidir. Zaten bazı bakımlardan bu çelişkilerin kendileri de zaten emperyalist sistemin çelişkilerinin değişik ülkelerde zoraki olarak yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Dış müdahale ve yabancı eli gibi unsurların bu kadar etkili olmalarını sağlayan esas, iç koşulların tümüne insanların sessiz kalmasını sağlamak gibi daha büyük bir avantaj oluyor galiba.

Emperyalizmin mekanik olarak Türkiye de ki tüm sınıfları kaynaştırdığını düşünmek yanlıştır. Emperyalizm Türkiye’nin iç ilişkilerinde hayli kuvvetli bir güçtür. Bu gücün temel kaynağı yabancı sermaye ile yerli burjuvazi arasındaki ekonomik ve politik bağdır. Bu anlamda emperyalizme karşı devrimci mücadele sınıfların politik farklılaşmasını zayıflatmaz tersine güçlendirir. İşçileri ve köylüleri emperyalizme karşı harekete geçirmek ancak onların temel ve en yaşamsal çıkarlarının ülkenin toplumsal kurtuluşu hedefiyle bağlantısını kurmakla mümkündür. Bağımsızlık sorununun gerçek çözüme ulaştırılabilmesi görevi emperyalizmle kader birliği yapan Türk burjuvazisinin değil emperyalist ittifaktan hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfının omuzlarında durmaktadır. Bu anlamda burjuva devriminin görevlerinin kaderi sosyalizme bağlanmıştır. Kurtuluşun sınıf mücadelesinin ılımlılaştırılmasıyla, grevlerin ve kitle hareketlerinin frenlenmesiyle, özgürlüğün kitlelerin iyi tavırlarından dolayı emperyalist cömertlik şeklinde elde edileceğini düşünenler yanılmaktadırlar. Bir emperyalizmi diğerinin karşısına koyma ve onların arasındaki çelişkilerden yararlanmayı ancak bir devrimci hükümet emperyalizmin aleti haline gelmeden gerçekleştirebilir. Sekterizm’e düşmemek adına proletaryanın ve devrimci öncüsünün anti-emperyalist mücadele gerekçesiyle sınıf uzlaşmasına götürülmesi mücadeleyi ilerletmek şöyle dursun başarısızlığa uğramasının, siyasi olarak daha yumuşak ve daha az kışkırtıcı biçimlere bürünse de uluslar arası sermaye egemenliğinin sürdürülmesinin kapısını açar. Türkiye başta Türkler ve Kürtler olmak üzere çeşitli halklardan meydana gelen bir ülkedir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının sonuna kadar savunularak yürütülecek devrimci anti-emperyalist mücadele NATO ve emperyalizmle imzalanmış bütün askeri anlaşmaları yırtıp atacak, Kürt ve Türk emekçilerini parçalayacak gelişmelere izin vermeyecektir. Bugün tımarhaneden çıkışın yolu bir emperyalist ‘’barış’’,’’demokrasi’’hangi emperyalist güçlerin hegemonya sı altında olursa olsun bir’’yenidünya düzeni’’değildir. Yaşanan deneyler göstermiştir ki Diktatörlerin ve başka sömürgeci güçlerin boyunduruğundan kurtulan halklar yıllarca diğer başka güçlerin egemenliği altında kaldılar. Emperyalist boyunduruktan kurtuluş, mücadelenin proleter devrimin devlet anlamında cisimleşmesi demek olan Sovyet cumhuriyetleri federasyonlarına evirilmesiyle gerçekleşecektir.

Hiç yorum yok: