7 Nisan 2013 Pazar

300 Spartalı Irkçıya Hatırlatmalar…


Ahmet Doğançayır

 Irkçı örgütler milliyetçiliği sahiplenerek ve ırkçılığın ve milliyetçiliğin birbirine indirgenemeyeceğini ilan ederek en çok da ırkçı olarak nitelenmeyi inkâr ederler. Ama aslında ırk ve ulus söylemleri bir inkâr biçimi altında da olsa hiçbir zaman birbirinden çok uzak olmamıştır.
b-187266-300_spartalı
Milliyetçilik ırkçılığın tek nedeni değilse de ortaya çıkışının belirleyici koşuludur. Tüm milliyetçiliklerin tarihlerinin her anında, belirgin olmasa da kurulabilmeleri için gerekli bir eğilimi temsil eder.
 Bu çakışma durumu tartışmalı topraklar üzerine kurulmuş ulus devletlerin nüfus hareketlerini kontrol etmeye ve hatta sınıfsal bölünmelerden üstün bir cemaat olarak ‘’halk’’kavramını üretmeye çabaladıkları durumlara bağlıdır.  Irkçılık sadece Türkiye ye özgü bir olgu olmasa da en yaygın ve sistemli örnekleri de bu topraklarda görüldü. Bu topraklar ‘’Şartların iyi olduğu koşullarda’’ Ermeni’yi, Rum’u, Yahudi’yi hoş görmeye çalışan ama kendinden görmeyen bir düşünüşün ve ırkçılığın beslendiği toprak olmuştur. Bu ırkçı düşünce, kuruluşundan beri bir yandan devletin ülkesi ve milletiyle birlik içinde yürüttüğü ulusal güvenlik politikası unsurlarının zayıflamasından endişe etmiş, diğer yandan oluşturulmuş din ve ırk birleşimine dayanan tabuların yıkılmasından korkmuştur.
Bu ülkede ırkçılık; milliyetçilik, vatanseverlik, dindarlık olarak kendini gösterir. Bu şaşılacak bir şey değil. Kendini hâkim ulus olarak görme alışkanlığı içindeki Sünni-Türk nüfusun bir asırdan beri ruhunun derinliklerine işlemiş refleksten, bu statü kaybı endişesinin yarattığı tepkilerden beslenen bir ırkçılık, bu topraklarda var oldu. Bu bazen çok belirgin olarak ortaya çıkmadı, bazen ise ırkçı olmanın tüm gereklerini yerine getirdi. Türkiye toplumunun son yüz yıllık tarihinde devletin milleti ve onun ülkesiyle birlikte bütünlüğünü sağlamak adına yaptığı girişimlerin toplumun belirli kesimlerinin desteği ve onayıyla yürüdüğü biliniyor. Pek çoğu kanla, şiddetle gerçekleştirilen girişimlerin her birinde ya sosyalistler, ya Şeyh Sait de Şafi Kürt aşiretler-Dersim de Alevi Kürt  ya da 6-7Eylül de Gayrı Müslimler düşman-iç düşman muamelesi görerek hedef tahtasına konuldular.
Bu ülkede Irkçılık yoktur yalanı!
Bu çerçevede gelenekte ırkçılık yoktur yalanını bir kenara bırakmak gerekiyor. Üzerinde konuştuğumuz resmi ideoloji dünyası kanlı, karanlık girişimlerin sürekli unutulma-unutturulmasını çıkar yol saymıştır. Türkiye toplumunun neredeyse her kesimi, son kırk yılında askeri darbeler, işkenceler, iz bırakmadan kaybedilmeler, ölüm mangaları, Kürtlere ve Alevilere yönelik baskı ve saldırılar biçiminde birçok olayla sarsılmıştır. Bugün artık çökmüş olan bu dünyanın tabularının üzerindeki örtüyü kaldırmalı ve bu ‘’unutma-unutturma alışkanlığı’’ ve üstünü örtme eğilimiyle gerçek bir yüzleşme yaşanmalıdır. Asıl sorun bu unutmanın artık mümkün olmadığının kavranılmasıdır. Özellikle şu son aylar içinde ülke gündeminin başköşesine oturan olay ve gelişmeler tarafları, nasıl tarif edilirse edilsin yönetim, egemenlik aygıtları düzeyinde cereyan eden iktidar mücadelesi düzeyini aşmış, Türkiye toplumunun zaten var olan fay hatlarını tetikleyen bir deprem dalgasına dönüşmüştür. Resmikabullerle, tabularla, ön kabullerle örülmüş egemen ideoloji dünyası toptan ve çok yönlü darbelerle çökecekmişçesine sarsılır hale gelmiştir. Bu yıkım ve çöküş hali şüphesiz en açık ve çarpıcı yönleriyle resmi ideoloji cephesinde ve onun kurumlarında yaşanıyor.
Şimdi ‘’devletin milletin çoğunluğuna düşman baktığı’’ iddiasını dile getiren muhafazakâr-İslamcı çizgide bulunanların büyük çoğunluğu bu girişimler uygulanırken devletle omuz, omuza idiler. Bugüne kadar kendi dışındakileri ırkçılık, milliyetçilikle suçlayan İslamcı akım Türkiye de 1970lerin sonuna dek milliyetçi-muhafazakâr çizgiye güç sağladı. Bu dönemin İslamcılığı Anti-komünist seferberliğin hizmetinde etnik-dinsel toplulukları yücelten şoven ve ırkçı damarı güçlü bir akım oldu. Milliyetçi-muhafazakâr doğrultunun dışına çıkışlar olsa bile bunlar 90larda RP’nin iktidara yaklaşıp sistemin merkezine yerleşmesine paralel olarak geriye döndüler. İslami hareketin geleneksel ana gövdesinde dinin asli önemde bulunduğu bir Türk milliyetçiliği düşüncesinin kabul gördüğünü söyleyebiliriz. İslam ile Türklüğü madde-mana, beden-ruh, ruh-şuur tamamlayıcılığı ile sunmaya çalışılan pratik öğretilere İslamcılarda başvururlar. İslamcılıkla milliyetçiliği birleştiren bir diğer unsur öteki ve yabancı sayılana karşı düşmanlık üretme potansiyelidir. Bosna, Azerbaycan, Kıbrıs gibi ‘’milli davalar’’nedeniyle tarihi ve ezeli düşmanlar olarak algılanan Yunan, Ermeni, Yahudi, Rus, Sırp karşısında kabaran tepkiler kolayca kan-soy-sop sözcüklerinin kullanılmasını sağladı. Bunlar İslamcılığın güya reddettiği şovenizm ve ırkçılığın en açık örneklerini gösterir.
Irkçılık, Ulusalcılık konularında nutuk atan Başbakan Erdoğan’ın ve kendisinin de içinden geldiği siyasal akımın, o katliamların neresinde yer aldığını, katliamlardan kalan sürgünlere nasıl davrandığını da açıklaması gerekir. Bilinmelidir ki AKP ve şimdi çoğunluğu ile onun ardında saf tutan sağ kesimler, o düşünce dünyasıyla gerçek bir hesaplaşmadan, kalıntılarının söküp atılmasından kaçınmaya, karşılaşacağı dirençlere cepheden tavır almak yerine bir uzlaşma pazarlığına oturmaya ve ‘’kendi hesaplarını’’ görmeye niyetlidir. Türkiye’de yeni muhafazakâr siyaset kendi hesaplaşmasını ve olaylar içindeki yerini gizlemek adına bütün olup biteni CHP ye atıp işin içinden sıyrılma çabası içinde. Bu anlayışla sağ siyasal akımları ve o safta olanları o süreçlerin dışında tutarak fazlasıyla kurnaz bir şekilde geçmişi temize çekme faaliyeti yürütülüyor. Yine hükümet olmasına karşın somut hiçbir adım atmamakta, konuyu süründürme sürecine çekmektedir.  Yapılan açıklamaların çoğu hatta hepsi geçmişte yaşanmış ‘’kötülüklerin’’ acısını teskin etmeye, oyalamaya yönelik ucuz çabalardır.
Bütün göz boyama çabalarına karşın, Türk milliyetçiliğinin ırkçı bir zihniyetten muaf olmadığı son derece açıktır. Fakat bugün gelinen noktada ırk ve soy temelli bir Türklük anlayışını eskiden olduğu denli pervasızca ve açıktan açığa savunmak güçleşmiş ve bu tarz bir milliyetçilik anlayışı iyice itibar yitirmiş durumdadır. Türkiye de ’Modernleşme çabalarının’’ ideolojisi olan Kemalizm esas olarak Kürt hareketinin varlığı ve mücadelesi ile tüm birleştirici gücünü yitirmiş, iflas etmiş bir ideolojidir. Şimdilerde Tayyip Erdoğan bu hedefi kendisi bakımından eleştiriyor. Bu eleştirinin bir hedefi bu ideolojik yapıyla sorunlar yaşamış ve yaşayan kesimleri ‘’amaçları’’ doğrultusunda yönlendirmekse, esas büyük hedefinin Kürt hareketi olduğunu gizlemiyor. Çünkü Kürt hareketinin yenilgisi ve yaşanan ‘’moral bozukluğunun’’ kuzeyin ezilenlerini yakın zamana kadar olduğu gibi AKP ye yöneltilebileceğinin hesaplarını yapıyor. Yükselişi önündeki bugün için tek engelin Kürt hareketi olduğunu biliyor. Bu engeli de aşmaya çalışıyor.
Türkiye de tabular ve yasaklarla örülü miras nedeniyle mutlaka bahsedilmesi gereken konular adı açıkça söylenmese de üstü örtük bir şekilde ifade edilir. Beş on yıldır nihayet adına ‘’Kürt sorunu’’denilen ve kabul edilen meselede de böyle oluyor. Buna karşı çıkanlar tarafından önümüze çıkacağı söylenen ‘’Türk sorunu’’da uyarıcı değil tehditkâr bir şekilde ifade edilirken başa neler gelebileceği konusu ise sessizlikle geçiştiriliyor. Aslında bu sözlerle kastedilen Kürt nüfusun yaşadığı kasaba ve kentlerde çeşitli bahanelerle harekete geçirilebilen ‘’Türkçü’’ linç kalabalıkları olduğudur. ‘’Türk sorunu çıkar’’ tezinin savunucuları ‘’İmralı süreci’’ başlar, başlamaz tekrar sahne aldılar. Bunlar her zaman yaptıkları gibi ‘’Bu linç türü olayları asla onaylamadıklarını’’söyleyip, arkasından ‘’fakatlarla’’devam ederek ‘’Çözüme’’ dönük çalışmalara tepki duyan  ‘’Türklerin’’oluşacak aşırı öfkesini de anlamamız, yani hak vermemiz gerektiğini ileri sürüyorlar. Kendilerini ayrıcalıklı bir toplumsal-ekonomik konumda gören bu kesimler, bununla sağladıkları imtiyazlarını tartışmalı kılan veya sarsan durumlarla karşılaştıklarında normal şartlarda o alt statüde, değersiz gördükleri kitleyi ‘’değerli’’ bir işleve teşvik ediyorlar. Genellikle bu ‘’tuzu kuru kesimler’’ adına devlet, onun ayak sürümesi ve hareketsiz kalması halinde ise parti, dernek veya çeşitli guruplar bu kalabalıkları harekete geçirir. Ancak ‘’egemenleri’’ bu yola iten tehdit algısı ne kadar güçlü ve bu tehdit algısını ortadan kaldırmak için kullanılacak imkânların kısıtlı olduğu düşüncesi güçlenirse o kalabalıkların üstlendiği işlevde o derece artar. Bu durum Faşizm ve Nazizm örneklerinde görüldüğü gibi o hareketlerin, kalabalıkların ‘’Yönlendiricileri’’  kendilerine tabi kıldıklarını da gösterir.
Muhalefetlerini bu ’ulusalcı’’, ırkçı jargonla yürütenleri kendi muhalefet politikasının yedek gücü sayan, aslında kuruluşundan beri sosyal şoven, ırkçı politikanın mimarı olan CHP bu politikanın tıkandığı 2011 seçimleri ertesinde Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığında ‘’yeni döneminde’’laiklik yerine ikame edilecek ulusalcılık ile ‘’yenileşmeyi’’ ifade edecek ‘’sosyal demokrat’’ söylem ve figürleri öne çıkarmış görünümdeydi. Ancak partinin kadroları ve seçmen tabanında her iki vurguya da aynı kolaylıkla sahip çıkacak kesim ağırlıkla yer alırken, ‘’sosyal demokratlık’’ gibi ısmarlama söylemleri ‘’taşıyacak’’ kesim hiçbir zaman iğreti bir azınlık olmaktan ileri gidemedi, gidemezdi de. Parti vitrininin görünen yerlerine monte edilen demokrat, sosyal demokrat figürlerin yanında ve gerisinde mevzilenen partinin ‘’asli sahipleri’’ partinin 2011 seçimleri sonrasında ‘’ulusalcılık’’vurgulu bir muhalefet stratejisi izlemesi için her fırsatı değerlendirirken, Partinin bahsettiğimiz ‘’ideolojik dengesini’’koruma durumundaki genel başkanını da ne yapacağını bilemez hale düşürebiliyorlar. Kılıçdaroğlu’nun söylemine bakınca, bir şeyin değiştiğini söylemek pek mümkün değil. Onu aday olmaya cesaretlendiren geleneksel ekibin partide hala etkinliğini koruyor olması durumu daha da netleştiriyor. Kılıçdaroğlu binlerce kişinin öldüğü ülkede, hâlâ Kürt sorununu açıktan dile getirme cesaretini göstermiyor. Bu anlamda Baykal’ın ötesinde değil. Kürt ve Alevi olmasına rağmen, rejimin disipline etmiş olduğu pek çok Kürt ve Alevi’den biri görüntüsünü veriyor.
Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü CHP TC devletini kuran, bu devletin günümüze kadar sürdürülen ana politikalarını belirleyen partidir. Kurucu kadrosu kendisini “memleketin asli sahibi’’ sayan asker sivil bürokrasi ile devletle ilişkilerine dayanarak –çoğu azınlıklardan kalan- mülklere el koymuş eşraf zümresidir. CHP’nin parti olarak omurgasını oluşturan ve devleti dolaysız destekleyen toplum kesimleri de bunlardır. Ekonomik politika anlamında değil, asıl olarak ‘’Cumhuriyetin‘’ üzerine inşa edildiği ‘’laiklik, anti-komünizm ve Kürt ulusunun varlığını ret gibi üç ana devlet politikasını varlık nedenleri gereği destekledikleri, güçlü ve müdahale alanı sınırsız bir devlet aygıtından yana oldukları için de ‘’devletçidir. 1970 öncesi CHP sinden farklı olarak bugünün CHP sinin devletçiliği kendisini sahibi, oluşturucusu hiç değilse etkileyicisi gibi görmeyip daha ziyade tebaası yerine koyduğu bir devlete uyarlı görünme çabasını anlatan bir ‘’devletçiliktir’’ bu. CHP, geleneksel kadroların gözünde kendini hem halk hem devlet olarak gören bir partidir. CHP geleneksel kadroları açısından demokrasinin laiklik ve cumhuriyetin olmazsa olmaz tamamlayıcısı olduğunu kâğıt üzerinde kabul edilse de, “Türkiye’nin özel koşulları nedeniyle” demokrasinin bu ülkede cumhuriyet için büyük bir tehlike oluşturabileceğini düşünenlerin de partisidir.  CHP de temsil edilen önemli kesimiyle orta sınıf kesimlerinin ise ‘’demokrasiye’’ karşı olduğu elbette söylenemez. Ama bu kesimler için ‘’demokrasi’’kadar, hatta daha da fazla ‘’istikrarın’’ dengelerin korunması önemlidir. İstikrar ve dengelerin koruyucusu ise devlettir.
CHP’nin önde gelenleri, emekten yana görünmekle birlikte, her zaman emeğin haklarının devletin çıkarlarına feda edilebileceğini doğal bir olgu olarak kabul ederler. CHP merkez eğilimi emekçi halk kesimlerinin hangi biçimde olursa olsun partide ağırlık kazanmalarından ciddi bir biçimde ürkmekte, bunu asla istememekle birlikte onları oy deposu olarak tutmayı da o denli istemekte,  hatta bunu gerekli bile görmektedir.
Irkçılık ve sosyalizm
1970li yılların sonlarına doğru antikomünizmi anti Alevilikle kaynaştıran Sünniliğin Alevilere karşı tarihsel geleneksel önyargılarını ve egemen konumunu koruma refleksini harekete geçiren bu etnik kışkırtmanın aktörleri MHP’nin uzantısı AP ve MSP himayesindeki ülkü ocaklı faşist militanlardı. Tertiplenen kışkırtmalarda sadece MHP seçmeni ve kendisine milliyetçi diye niteleyen kitle değil kendisine muhafazakâr, dindar hatta liberal diyen kitleler sunilik ve antikomünizm adına saldırıya geçebiliyordu. Şimdi ise Türk milliyetçiliği bayrağı altında toplanan cephenin hedefinde Kürtler yer almaktadır. Metropollere göç etmiş milyonlarca çoğu Sünni Kürt buralarda yerleşik çoğunluk Sünni Türk nüfusun boy hedefi haline gelmiştir. Bugün halkın önemli bir kısmının bilerek isteyerek ırkçı davranış ve fikirleri sahiplendiğini, linç hareketlerinin birkaç faşistin kışkırtmasıyla gerçekleşmediğini görmemiz gerekiyor. Sadece “Amerika defol bu memleket bizim” gibi kapitalizmin dinamiklerini bir yana koyan devletin rolünü, sınıf çelişkilerini ikinci plana iten silikleştiren sloganlar milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacaktır. Soyut bir anti-emperyalizm sömürüsü ve ‘’cumhuriyet elden gidiyor’’ feryatları üzerinden oluşturulan milliyetçi toplamın faşist partilerin güçlenmesine önayak olacağını görmek gerekiyor.
İnsanlar baskıyla yozlaşır. Yozlaşma arttıkça kaba kuvvete teslim olması kolaylaşır vicdanlarının sesini susturabilmek için baskıcının tarafına geçip kurban aramaya başlarlar. Böyle bir durumda yani eski insani değerler sisteminin ve sosyalleşme kanallarının dağıldığı üstelik giderek ağırlaşan ekonomik sorunlarla boğuşan tek başınalık, yalnızlık duygusunu yaşayan insanlara seslenecek bir faşist hareket onlara saldırgan bir ulus organizmasının parçaları olma çağrısı yaptığında etrafında koşup gelecek yığınla insan bulabilecektir. Faşist hareketin ülkede ki bu ruh halini kullanması için ortamlar bulabilme imkânları oluşmuştur. Ortada aldatıldığı kandırıldığı şüphesini taşıyan insanlar değil iyi bir seçim yaptığını düşünen ve ya buna inanan insanlar vardır. Bu düşünce ve inanca dayanıldıklarını ciddiye alıp gereğince sarsmadıkça değiştirmenin imkânı yoktur. Faşist harekete yönelmiş kitlelere ilişkin olarak “aldatılıyorsunuz” “kullanılıyorsunuz” şeklinde yapılan ideolojik mücadelenin sözü edilebilir hiçbir etki yaratmaması aksine ters tepki yaratıp o insanların konumlarını daha da katılaştırması bundandır.
Milliyetçi refleks etkin olabilmek için mutlaka cevap vermesi gereken bir ihtiyaca karşılık düşer. Bu ihtiyaç birilerinden veya bir ulusun üstün oldukları hissiyle doyurulabilir. Normal işleyişin halen sahip oldukları üstünlük duygunun zedeleyeceğini vaktiyle aşağı saydıklarını eşitleri haline getirebileceğini sezen toplulukların halen hâkim kimlik olan ulusa ait olmayı ön plana çıkarmaları ve buna tutunmaları faşizmin kuralıdır. Bugün Kürtlere eşit hak doğrultusunda adım atılması ve ya bu sonuca dolaylı olarak götürebileceği varsayılan iç-dış politik düzenlemeler gündeme geldiğinde anti Kürt tepkinin arttığı ve açık ırkçı nefret ifadeleri taşıyan düzeye vardığı görülüyor. Bu durum faşist hareketin benzer refleksler ile harekete geçebilecek yığınlarla buluşmasına kitleselleşmesine yol açabilecektir. Karşısında güçlü bir direnişle karşılaşmaması ise ona gereken güveni kazandıracaktır. ‘Vur de vuralım, öl de ölelim’ taleplerine karşı Bahçelinin ‘onunda zamanı gelecek’ sözlerini şimdilik böyle bir tehlikenin uzaklaştığı veya en azından denetim altında tutulduğu şeklinde algılamamak gerekir. Vaktiyle MHP yönlendiriciliğindeki faşist çetelerin özellikle sağ kitleleri Maraş ve Çorum da ki gibi kitlesel katliamlara sürüklemesine benzer bir senaryonun bu kez geleneksel ülkücü faşist milliyetçiliğin özellikle kritik kentlerdeki kitlesel gücünü çok geniş kapsamlı kitlesel katliamlara çatışmalara sürükleme biçiminde devreye sokabileceğini hatta kimi kentlerde soktuğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak böylesi saldırıların tüm ülke alanını kapsaması ve yayılmasıyla oluşacak meydan savaşı “kurumlar arası savaşı” gereksiz bir formalite derecesine indirecektir.
Solun bu noktada durumunu netleştirmesi gerekir. Solun derdi devletin/sistemin sorunları çözmesini beklemek ve devlet/sistemin akıl hocalığı geleneğine geri dönmek mi? Yoksa devleti/sistemi karşısına almak mı? Sol bir yurtseverlik söylemi oldukça sorunludur. ‘’Yurtseverlik’’ sıfatı ve ona eklenecek birkaç kayıt milliyetçilik dünyasına mesafe koymayı güvence altına almaz. Türkiye’nin ideolojik ve toplumsal biçimlenmesinde de milliyetçilik ve yurtseverlik arasındaki açı fazlasıyla dardır. Yurtseverlik fiilen milliyetçiliğin öteki adıdır. Bu memlekette faydacı, araçsalcı olmayan ve milliyetçiliğe meydan okuyan bir sol yurtseverlik anlayışının üzerine konumlanacağı hazır bir dal bile yoktur.
Ancak hiçbir şey bize ezilenlerin milliyetçiliği ile ezenlerinkini, kurtuluş milliyetçiliği ile fetih milliyetçiliğini kayıtsız şartsız özdeşleştirme hakkı vermez. Fakat bu bizi dünyadaki mevcut siyasal biçimlere yapısal dâhil oluşa ilişkin ortak bir unsurun var olduğunu bilmezlikten gelmemizi gerekli kılmaz. Durumu en uç noktasına götürürsek bu biçimsel simetri tekrar, tekrar yaşamış olduğumuz acı verici deneyime yabancı değildir. Bu deneyim kurtuluşu amaçlayan milliyetçiliklerin, tahakkümü amaçlayan milliyetçiliklere dönüşmesidir.
Şu gerçeği bir kez daha belirtelim Burjuva sınıfları ilgilendiren hiçbir zaman ana yurdun savunulması olmamıştır. Onu pazarların, hammadde kaynaklarının, etki alanlarının ve mülkiyetlerinin savunulması ilgilendirir. Burjuvazi anayurdu ana yurdu savunmak için savunmaz. O özel mülkiyet haklarını, kârlarını savunur. Bu kutsal değerler tehlikeye girdiğinde anında yurtseverliği rafa kaldırır. Resmi yurtseverlik sömürücü sınıfların çıkarlarının maskesidir. Ezilen sınıfların ve sınıf bilinçli işçilerin bu maskeyi yırtıp atması gerekir. Onlar burjuva anayurdu değil, ama baskı ve zulüm altındaki kendi öz ülkelerinin ve tüm dünyanın emekçi sınıflarının çıkarlarını savunmalıdır. Burjuvazinin temsilcileri yasa silahıyla şiddetin silahını birleştiriyor. İşçi sınıfı hiçbir şeyi birleştirmiyor ve kendini savunmuyor. Örgütlenmeleri bölünmüş liderlikleri ise büyük rehavet içinde güçlerin birleştirilmesinin mümkün olup olmayacağı üzerinde tartışıyorlar. Öncü işçilerin durumun bilincine varması ve kesin olarak tartışmaya katılması söz konusu olmazsa, yansıtılmaya çalışılan ‘’iyimserliğe ’’ devam edilirse karşı devrimci umutsuzluk dalgası ile hareket eden kesimlerin işçi sınıfını da peşinden sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır. Günümüzde ırkçılıktan, sadece onu bastırma ya da vaaz yoluyla kurtulmaya umut bağlanamayacağının bilinmesi gerekir. Çünkü ırkçılık, ırkçı kişilerin basit bir hezeyanı değil, toplumsal bir ilişkidir. Irkçı biçimlenmenin sabit sınırları yoktur. Irkçılığın yok edilmesi yalnızca kurbanlarının başkaldırmasını değil, aynı zamanda bizzat ırkçılığın var ettiği cemaatin iç çözülüşünü gerektirir.
Bugün milliyetçilik, ırkçılık, faşizm, şovenizm, İslamcılık gibi kapitalizmin uzantısı ve doğal sonucu olan bu siyasetlerin sonunu getirecek geniş bir sınıfsal hat vardır. Bu hat yeterince oluşturulur ve mevcut kapitalist sosyoekonomik toplumsal sistem yok edilirse ancak o zaman dinsel ve milli kavramların yarattığı her türden ayrımcılığı, dışlama ve yok sayma politikalarını ortadan kaldırmak ve toplumsallaşmış insanı yaratmak mümkün olur. Bugün Türkiye de resmi tarihin ‘’istenmeyen, yüz kızartıcı ve ilerde sorun yaratması muhtemel’’ dönemlerini unutturma ve örtme üzerine kurulu dünyasının çöküşünden bahsetmek aynı zamanda unutturulan girişimlerin zihinlerde canlanmasından, hafızaların tazelenmesinden bahsetmek de demektir. Bugüne kadar ifade edilmemiş tepkilerin dillendirileceği, sorun haline getirileceği bu süreç, öncelikle Türkiye toplumunun gerçek ‘’bütünleşme’’ daha doğrusu ‘’kaynaşma’’ imkânlarının nasıl olacağının ölçülmesini sağlayacaktır. Bunu Türkiye burjuvazisinin gerçekleştirdiğinden-gerçekleştireceğinden bahsetmek hayal kurmaktır. Türkiye burjuvazisinin demokratik bir yönü yoktur. Yayılan tüm liberal, sol liberal, hayallere rağmen, kapitalizm altında milliyetçi, ırkçı ideolojilerin ortadan kalkmayacağı açıktır. Halkları birbirine düşüren bu zehirleri ortadan kaldırmanın yolu enternasyonalizmdir. İşçi sınıfı enternasyonal bir bilinçle mücadeleye atılmadıkça, ulusal önyargıların ortadan kalktığı, halkların bir arada ve barış içerisinde yaşadığı bir dünyaya giden yolu açmak mümkün olmayacaktır. Sorun politik ve sosyaldir. Bu kısa ve orta vadeli hesapların ve yararların, kısmi ve dağılmış çıkarların ardından gitmenin, ulusal devletlerin hâkimiyeti ve birbirleriyle yarışların aşılması demektir. Bu özel mülkiyet, rekabet ve özel çıkarlar sağlamaya susamışlığın yer aldığı bir sistem ile bağdaşamaz. Üretici ve tüketiciler özel servet peşinde koşmayı bırakıp dayanışma ve yardımlaşma içinde hareket etmeye başladıklarında sosyalizm devletlerin koyduğu sınırlardan uzak bir şekilde kendini yeniden üreten bir sosyal sistem olarak var olacaktır.

Hiç yorum yok: