7 Nisan 2013 Pazar

Bir Devrimcinin Anıları 1/ ŞARKIŞLA’NIN GARNİK’İ …


Rıza Aydın

‘Sonra ben tekrar Adana’ya geldim. Doğru Yol Partisi ile Sosyal Demokrat Halkçı Partinin (DYP ile SHP’nin) koalisyon kurup hükümet oldukları dönemdi, milliyetçilik duygularının şaha kalktığı o dönemde, poşulardan biri nacağı kapıp, Allah Allah diyerek Garnik’e saldırmış, elindeki nacahla vura vura Garnik’i öldürmüş.
k baba
Bunun burası Şarkışla, Garnik’e şahitlik yapacak adam bulunamamış. Sonra Garnik’i öldüren deli raporu alıp, az bir ceza ile kurtulmuş ya da kurtarılmış. Bunu Şarkışla’ya gelip duyduğumda vicdanım sızlamıştı.’

Çocuk yıllarımı düşündüğümde aklıma gelen ilk şey yalnızlığımdır. Babam ile amcam yeni ayrılmışlardı. Bu ayrılık sırasında neler yaşandığını hiç bilmiyorum ama annem ile amcamgilin arasındaki havanın soğuk olmasından dolayı, bazı kırgınlıkların yaşanmış olacağını sezinliyorum. Babam sesiz, her şeye aldırış etmeyen bir adamdı, bu yüzden annem babama amcamgil ile mal bölüşümün de hakkını yedirdiği için sohranıyordu. Amcamgille annemin arasındaki soğukluktan bizde etkileniyorduk. Amcamın çocukları daha çok yukarı obadaki dayılarının çocukları ile oynuyor, onların yanlarına gidip geldiği için ben yalnız kalıyordum. Aşağı oba ile yukarı obanın arasında kalmıştı bizim ev. Amcamın kayınları aşağı obadan Gara Beldir diye birini öldürmüşlerdi. Gara Beldir’i hayal meyal hatırlarım, annemin dayı tarafından akrabası olduğundan dolayı bize gelir giderdi. Bu ortamın sıkıntıları bana yalnızlık olarak yansıyordu. Çünkü ne aşağı obanın çocuklarının yanına gidebiliyordum ne de amcamın çocuklarıyla yukarı obanın çocuklarının yanına gidebiliyordum.
Annemgil ile amcamgil ayrılmışlardı ama birlikte olunan zamanın ilişkileri evde hâkimdi. Mesela ben de amcamın çocuklarının dediği gibi babama “Gamber emmi”, anneme de “aba” diyordum. Anneme ana, babama da baba demeye başlamam ilkokulu bitirip hatta Adana’ya okumaya geldiğim zamanlara rastlar.
Amcamla babam ayrılmışlar, Aydınoğulları ailesi parçalanmıştı ama köyde ayrılmayan büyük evler vardı. Mesela Gül Ali’nin dört oğlu, gelinleri, torunları bir hanede yaşıyorlardı. Bunlardan başka, bunlar gibi Cirikgil, Ali kağgil büyük evlerdi, altı yedi gelin, bir sürü torun, çoluk çocuk aynı evde hep birlikte yaşıyorlardı. Bu yüzden köyde bir döküm dökülüp, salma salınırken bizim ev orta haneler içinde anılırdı.
Köyün genellikle iki sürü koyunu olurdu. Annem koyunlarımızı kimi yıl aşağı obanın sürüsüne, kimi yıl da yukarı obalıların sürüsüne katıyordu. Kuzularımızı ayrı yayıyorduk, çünkü iki obanın çocuklarıyla da yakınlığım yoktu, ikisinin de arasına sığmıyordum. Köyün malının, davarının yayıldığı, köylünün ortak malı olan, ortaklaşa yararlandığı meraları vardı. Şimdi devletin gelip, bütün köyün ortaklaşa yararlandığı bu meraları devlet hazinesi diye kendi üzerine tapu edince, anladım ki eskiden bütün köylünün ortaklaşa kullandığı mülkleri varmış; bu farklı bir mülkiyet biçimiymiş1. Pınarlar, seten, soku, dere, dağ, bayır bütün köylünün ortaklaşa kullandığı yerleriydi. Şimdi bütün buraları “devlet hazinesi” adına tapuya kaydettiler.
Köydeki hayatımı renklendiren en büyük şey, kışları köyde yapılan cemler ile düğünlerdi. Bir de köye kuyumcular ile kalaycılar gelince değişiklik olurdu. Kuyumcular ilginç insanlardı, senede bir köye gelir, köyün ortasındaki bir harmana çadırlarını kurup, gelinlerin, kızların yüzüklerini, küpelerini yaparlar; rengi solmuş olanları yeniden savatlayıp parlatırlardı. Kuyumcular gelince biz çocuklar onların yanına gidip, onların yaşantılarını seyrederdik. Hatta bana kuyumcu körüğünü çektirirdi. Bunu yaparken onları izlemekten büyük keyif alırdım. Hiç unutmam, bir defasında topal Hatun’un bileziği savat tutmadığı için, Necip usta ile Topal Hatun yanımda cebelleşmişlerdi, sonunda çaresiz kalan Necip usta baktı ki ne dese kar etmiyor, çekici Hatın’ın önüne atıp, kendine has o şivesiyle, “ne yapayım be kadın, işte savat tutmuyor, al çekici vur kafama” demişti. Bu “al çekici vur kafama” sözü nasıl bir sözdü, nasıl bir söylenişti bilemem ama çocukluğumdan buyana o sözü de, Necip ustanın o sözü söyleyişini de hiç unutamamışımdır. Birde Necip ustanın elindeki maşayla, o kor halinde yanan ocaktan aldığı közü üfleye üfleye cızgarasını yakışını hiç unutamam; o bu işi öyle bir keyifle yapardı ki anlatamam, o manzara gözümün önünden hiç gitmez.
Köyde ki hayatımızda bir değişiklikte Cemler birlenip, düğünler olduğunda olurdu. Düğün olacağı zaman bizim eve de misafir geleceği için o hayatımızda bir değişikliğe yol açardı. Misafirler için yiyecekler içecekler hazırlanırdı.
Köyde düğün olmadan önce, düğünü yapacak hane, köyde ki her evden bir kişiyi davet edip, köylüye birdanışık yemeği yedirirdi. Bu danışık yemeği sırasında, köydeki bütün hanelerin temsilcilerinden oluşan heyet, ortaklaşa düğünün ne zaman olacağını, damadın evinde oturacağı düğün kâhyasının kim olacağını, hangi köylere ohuyuntu salınıp, güreşçilere ne ödül verileceği gibi düğüne ait her şeyi konuşulup kararlaştırırdı. Düğün, beyaz, yeşil, kırmızı renkli bezlerden oluşan üç bayrağın düğün evinin kapısına davul zurna eşliğinde dikilmesiyle başlardı. Ortadaki kırmızı bayrağın üzerinde bir elma olurdu, gelin damadın evine getirilip attan indirilince, bu bayrak yıkılır, bu elma da müjde olarak damada götürülürdü. Bu elmayı götürüp, damadı müjdeleyene damat bahşiş vereceği için, biz çocuklar bu elmayı kapıp götürme yarışına girerdik. Bu hoş bir rekabetti. Ayrıca köyümüzün kendine has bir bayrağı, bir de bayraktarı vardı. Düğün evine bayrak dikildikten sonra, damadı bir yerde çimdirir, bayraktar önde davul zurna eşliğinde damadı düğün kâhyasının evine götürürdük. Düğüne diğer köylerden gelen misafirler gelirken, yanlarında saçı denilen hediyeler getirirlerdi, bu çoğunlukla koyun keçi ya da çebiş olurdu. Bir düğüncünün gelmekte olduğu görülünce, bayraktar bayrağını çeker, davul zurna eşliğinde düğüncüyü karşılayıp, onu düğün kahyasının evinde oturan damadın odasına götürürdü. Gelen misafire düğünün “gahvecisi bir gahve yapar” sonra da misafir, misafir evine giderdi. Gelen misafirlerin paylaşılması, genellikle kendi doğal ortamında olup biterdi. Eğer misafirin köyde yakın konuştuğu bir gardaşlığı varsa onlardan biri hemen gelip misafirlerini alıp götürürlerdi. Gelen misafirin böyle bir kimsesi yoksa, bunlarla o köyün ohuyuntusunu dağıtan adam ya da bayraktar ilgilenirdi. Velhasılıkelam köye gelen mihman baş tacıydı, onula ilgilenmek herkesin zevkle yerine getirdiği onurlu, güzel bir işti. Gelen misafir kim olursa olsun mihmandı, mihman Aliydi, onu güler yüzle karşılayıp ağırlayıp ikramlamak hane halkının onuruydu. Biz çocuklar için eve misafir gelmesi, bir mihmanımızın olması güzel yemeklerin yenip güzel muhabbetlerin olacağı değişik keyifli bir günün olacağı anlamına geliyordu. Bu yüzden eve bir misafirin gelmesini dört gözle beklerdik.
Ben düğünlerde, en çok yengelerin toplanışını severdim. “Gız üstüne gidileceği” günden bir gün önce, gelini getirecek olan kızlardan, gelinlerden oluşan yengeler tek, tek evinden alınıp, davul zurna eşliğinde düğün evine getirilirlerdi. Yenge gelecek evin önüne, bayraktarın öncülüğünde davul zurna çalınarak yedeklerinde bir atla gidilirdi. Atın başını düğün evinden olgun yaşlarda olan biri çekerdi. Bu düğün evinin komşularını sayıp onore etmiş olmasının da bir nişanesiydi. Yenge olacak gelin ya da kız, evden çıkana kadar yengenin kapısında “nöbet vurmak” denilen davul zurna çalınırdı. Sonra yenge evinden çıkar, hazırda bekleyen ata biner, önde bayraktar, arkada davul zurna, onun ardında da yenge adayıyla biz çocuklar güle oynaya düğün evine gelirdik. Bu yengeler gelini getirmek için, “gız üstüne giderken” düğün alayı içinde atlı olurlardı. Diğer düğün alayı genellikle yayan gitse de, yengeler mutlaka at üstünde giderlerdi. Düğünde yenge olmak havalı bir işti. Düğün alayının en önünde bayraktar, onun arkasında davul zurna, onun ardında da köyün ileri gelenleri ile düğün sahiplerinin öncülük ettiği ehil insanlar olurdu. “Kız üstüne gelini almaya gelen düğün alayını, gelinlik kız köyün içindeyse gelinin obası, yok eğer başka bir köyden getirilecekse o köyün ahalisi aynı şekilde toplanıp, gelen düğüncülerini karşılardı. Onların da bir bayraktarı olurdu, iki alay bir birleriyle karşılaşınca, önce bayraktarlar bir birlerine sivaller sorarlardı. Bayraktarların birbirlerine sival sorması hem büyük bir incelik hem de bir maharetti. Karşı tarafın bayraktarının soracağı soruya, bu tarafın bayraktarı cevap yetiştirememişse bu sorunun cevabını bilen biri bayraktarın kulağına bunu fısıldardı. Bayraklar bir birine kavuşup, bayraktarlar birbirlerine sarılana kadar düğün alayları birbirleriyle birleşmezlerdi. Bayraktarlar birleşince, bu defa iki bayraktar önde davul zurna çalınarak “gız üstüne” gidilirdi.
Köyde kendi kendine yeten ya da yetmeye çalışan kapalı bir ekonomi hakimdi. Mümkün olduğu kadar her ihtiyacımız, kendi evimizde yapılıyordu. Benim giydiğim içlikleri, donu, gömleği ablamın fistanını annem dikerdi. Babama pantolon yapmak için köylünün toplanıp keçe dövdüklerini hatırlıyorum.
Babam Şarkışla’ya daha çok çit demirini yaptırmaya, gaz lambasına gaz, şeker, bez, pazen gibi evde yapamadıkları şeyleri almaya giderdi. Kabları köye gelen kalaycılara kalaylattırsak da bazen babam kabları Şarkışla’da da kalaylatırdı. Babam Şarkışla’ya gidip, kabını kalaylatıp, demirini yaptıracağı zaman bunları daha çok Ermeni ustalara yaptırmaya çalışırdı. Sanırım bunu Ermenileri daha çok sevip takdir etmesinden dolayı değil, onların işinin erbabı, mülayim, efendi insanlar oldukları için tercih ederdi. Babamda mülayim, sertlikten hiç hoşlanmayan, muhabbet etmeyi seven, nüktedan bir adamdı. Şarkışla’daki bu ustalar, babamı nerede görseler, “Gamber hoca” diye babama dahılıp onunla yarenlikler eder, onunla şakalaşırlardı. Neşeli, kendine özgü bir adamdı babam.
Bir meslek öğrenmek için bizim köyden Şarkışla’ya ilk giden iki kişiden biri amcamın oğlu Yakup’la Külpücün oğlu Şeref’ti. Yakup abi ile Külpücün oğlu Şeref’i Şarkışla’da Garnik ustanın yanına terzilik öğrenmeleri için vermişlerdi.
Evde babamın ballandıra ballandıra anlattığına göre bu Garnik usta alem bir adammış. Garnik ustanın elinden her iş gelirmiş. Garnik önceleri yörede çok tanınan, Yahyalılı çok saygın bir dede ailesi olan, Dedeağgilin Gasım ağanın değirmeninin ustalığını yaparmış. Sonra Gasım ağanın çocuklarına değirmen ustalığını öğretince Şarkışla’ya gelip terzi dükkanı açıp terziliğe başlamış. Babamın anlattığına göre Garnik dili tatlı, hoş sohbet biriymiş. Aleviliği Yahyalı Dedeağagilde, Gasım ağanın evinde öğrendiği için çok derin bir bilgiye sahipmiş. Hafızlar falan onunla bu konuları konuşamazlarmış. Garnik lafını şakaya getirip, insanın yüzüne öyle bir çarparmış, öyle bir çarparmış ki, onun lafının altından hiç kimse kalkamazmış. Garnik’in olduğu bir mecliste yapılan Alevi muhabbeti dadından yenmezmiş. Aleviliği onun kadar bilen, onun kadar güzel anlatan, dede bile az bulunurmuş. Sonra Garnik ne yaparsa yapsın onun yaptığı iş, ona yakışacak şekilde iyi olurmuş. Kem söz söylemez, kimselerin gönlünü yıkmazmış. Onun yaptığı ceket, içinde adam olmasa bile dimdik durur, koluna bıçak vursan bıçak ceketin kolundan içeri geçemezmiş; babam Garnik’in yaptığı ceketleri överken hep böyle derdi. Bir de derdi ki, “Garnik şakacıdır, insanlara takılıp yarenlik etmesini sever ama onun lafı kimseye dokunmaz, ondan ağrıyıp incinen, onun sözünden darılan kul hiç olmamıştır” derdi. O söz söyleme ustalığını öyle bir bilirmiş ki, ne söylerse söylesin, insanın gönlünü incitmeden söylemesinin bir yolunu bulur, onun gönlünü hoş tutarak onu söyler derdi. Çocukluğumda bana en gizemli gelen, merak ettiğim adam bu Garnik’ti. Babam Garnik’i öyle bir anlatırdı ki, babamdan dinleyip de Garnik’e hayran olmamak, onu merak etmemek mümkün değildi.
Ben köyde ilkokulu bitirip Adana’ya okumaya geleceğim zaman, Yakup abi ile Şeref Ankara’da tüccar terzilik yapıyorlardı. Yani terzi dükkânlarına gelen müşterilerine, elbise dikecekleri kumaşları da kendileri satıp, bu kumaşlardan elbise dikiyorlardı. Annemgil beni Adana’ya okumaya gönderirken, elbisemi diksin diye Ankara’ya Yakup abinin yanına göndermişti. Yakup abinin Ulus’ta, Saman pazarındaki bir hanın içinde dördüncü katta dükkânı vardı. Asansörü de ilk defa orada görmüştüm. Yakup abinin dükkânında zaman zaman Garnik ustasını andığını, onu anlattığını duymuştum ama Garnik’i hayatımda hiç görmemiştim.
12 Eylülden sonra, Niğde cezaevinde yatıyorduk, bir gün gazeteleri okurken Ertuğrul Kürkçü, “Ali Rıza gözün aydın, hemşerin bunca yaşından sonra nihayet hidayete erip Müslüman olmuş” diyerek, Tercüman Gazetesinin bir haberini gösterdi. Tercüman Gazetesin o haberine göre, yılların Ermeni’si olan Garnik, sonunda Müslüman olup adını da Ahmet diye değiştirmişti. Gazetede Garnik’in hafif uzamış sakallı bir resmi vardı. Resimdeki Garnik bakımsız, kötü görünüyordu, gözüme çirkin gözüktü. O gün arkadaşlarla bu haber üzerine Garnik’i konuştuk, onlara Garnik’in hayatımdaki bu yerini anlattım.
Bor cezaevinden çıkarken beni, on beş gün içinde sürgün yerim olan Burdur’a gitmem koşuluyla serbest bıraktılar. Hapis cezam bittiği halde, cezaevinin baş çavuşu çeşitli sorunlar çıkarak, akşam saat beşe kadar beni orada tutmuştu, 12 Eylül koşullarıydı yapacak bir şey yoktu. Hapisten çıkar çıkmaz önce nişanlımın yaşadığı Ankara’ya gittim. O günü, Ankara’ya o gelişimi, o anki umutlarımı, hayallerimi hiç unutmam. Ankara’ya gelişimin üçüncü günü, nişanlımı görmek için evlerine geldim. Nişanlım kendisi gibi üniversiteyi bitirip iş hayatına atılmış bir grup arkadaşını ağırlıyordu, üç dört saat onların sohbetlerini dinledim. Nihayet konukları gidip, baş başa kaldığımızda nişanlım “Rıza kusura bakma cezaevindeyken sana söylemedim, ben senden ayrıldım bir daha görüşmeyelim” dedi. Nazım’ın hapiste yatacak olanlara öğüdünde söylediği gibi ufak bir iş demeyin buna, beş yıl boyunca cezaevinde oluşturduğum koskocaman bir hayal dünyam çöküvermişti birden bire.
Cezaevinden çıkınca gördüm ki dışarıda devrimciliği bırakıp, o yüklerinden kurtulma modası hâkim bir eğilim olmuştu, öyle ki bu insanlar bir gün benim de devrimciliği bırakacağım konusunda neredeyse benimle bahse tutuşurcasına konuşuyorlardı. Devrimciliği bırakan her kişi, sanki kendisinden önce bu işi yapan her kişinin suçunu meşrulaştırıyordu; bu acayip bir ruh haliydi kartopu gibi yuvarlanarak büyüyordu. Bunlar, bu yaptıklarınız yanlış diyene hep birlikte saldırıyorlardı. Bu ruh hali bizim cezaevinde itirafçılık diye bildiğimiz eğilimin dışarıdaki farklı bir versiyonuydu ama dışarıda onlar daha kalabalık daha güçlüydüler. O günler de, “Vahşi fillerin en büyük düşmanı evcilleştirilmiş fillerdir” sözünün haklılığını görüyordum. Bunları görünce, dışarıda ödemem gereken önemli bir faturanın daha olduğunu anladım. O günlerde eve de yalnız olduğum zamanlarımda Ruhu Su’nun türkülerini söyleyip, içten içe, sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Ruhi Su türküsünde “Zamanede bir hal gelmesin başa / Ahdı bütün bir sadık yar kalmamış …” diyordu. Okulumu bırakmış olmamın, elimin kopmuş olmasının acısını yeni yeni duyup o günlerde hissetmeye başlamıştım. Polisin sürekli beni takip edip izimi sürdüğünü sanıyorduk. Yapabileceğim bir işim, bir mesleğim olmadığı gibi, ellerimde yoktu. Beni terk edenlere ben de hak veriyordum, ben bu dünyada bir işe yaramıyordum, benim için o limon bile satamaz dediklerini duyuyordum; benimde limon satmaya niyetim yoktu zaten. Koskocaman Ankara bana dar gelmişti, sığınabileceğim bir liman yoktu. O yalnız anlarımda, sıkıntıdan türküler söylerken bir yandan da içten içe ağlıyordum. Belki de bu yüzdendir, ne zaman Ankara’ya gelsem, içime bir hüzün çöker, sıkılırım. Kendi içime kapanıp, sorunlarımı kendi kendimle tefekkür ederek halletmeyi, bir çare olarak bunları günlüğüme yazarak rahatlamayı o günlerde öğrendim; buna melankoli dendiğini o günlerde bilmiyordum.
Ankara’daki yakın aile çevremde bana karşı, 12 Eylül öncesinden kalma bir kırgınlık, bir soğuk atmosferin oluşumu vardı ama o soğukluk şimdi, beni üşütüyordu.
Sürgün yerim olan Burdur’a gidene kadar, başıma gelenin ne olduğunu yerli yerine oturtmak için amaçsızca Ankara sokaklarında dolaşıp, olup biten hakkında gördüklerimi uzun uzun düşünüyordum. Sokaklarda dolaşarak düşünmenin bana iyi geldiğini anladım. İşte o zamanlarda, Ankara sokaklarında dolaşırken, önemli bir şeyi görüp hissettim. Ankara’daki toplumsal psikoloji değişmişti. Caddeler, sokaklar, evler yerli yerinde duruyordu, insanlar görünüşte bilip tanıdığım o insanlardı ama sanki “Nötron bombası” gibi, evlere, araçlara zarar vermeyip, sadece insanların ruhunu etkileyen bir bomba atılmış, bu bombanın etkisiyle de insanların ruhu değişmiş gibi geldi bana. O evler, o sokalar aynıydı, o sokaklarda gezerken, duvarlarda kalmış olan slogan izlerinden, o sokaklarda bir zamanlar hangi siyasi gurupların etkin olduğunu anlayabiliyordum, ama, o sokaklarda evlerinden çıkıp işine gücüne giden o insanların ruhu aynı ruh değildi. Sanki buralara atılan bomba gibi bir şey bu insanların ruhunu kökten değiştirmişti. En çok değişen, değişmiş olan da değer ölçüleriydi.
Eski değer ölçüleri geçerli olmuş olsa, o değer ölçülerine göre benim bir değerim olurdu; çünkü o değer ölçülerinin geçerli olduğu cezaevlerinde, kendi aramızda benim mutlak bir değerim vardı. Devrimci mücadele için elimi kaybetmiştim, poliste, hapishanede iyi bir sınav vermiştim, hapiste yatarken zamanımı boşa harcamayıp, kendi kendimi Marksist bilgi ile donatmıştım, bu anlamda moralim müthişti, arkadaşlarımın yanında mutlak bir değerim vardı ama cezaevinden çıkınca gördüm ki, dışarıdaki toplumsal ilişkiler içinde bu değerler bir işe yaramıyor. Dışarıda ki değerler içerisinde benim bir değerim yoktu. Birden bire biriktirdiğim hazinenin işe yaramadığı farklı bir dünyaya geldiğimi hissettim. Bu bana ebemden dinlediğim Esefikef hikâyesini hatırlatıyordu, benim taşıdığım değerler burada tedavülden kalkmış bir işe yaramıyordu. Dışarıda geçerli olan toplumsal değerlere uygun değerlerse bende yoktu, örneğin diplomam yoktu, bir iş kuracak sermayem yoktu, yapacak bir iş bilmiyordum, arabam yoktu, evim yoktu, üstüne üstlük benim gibi olan vasat insanların yaptığı vasıfsız işleri yapacak elim de yoktu. Bir de bütün bunlara ilaveten belki de en önemlisi polisin benim peşimi bırakmayacağı kanısı hâkimdi.
Kendi durumumu anlamak için, içine düştüğüm bu toplumsal ruhu, toplumun bu psikolojisini anlamaya çalışıyordum. İşte bunu arayışımda Plehanov’dan okuduklarım işime yaradı. Plehanov diyordu ki, bir toplumdaki toplumsal psikolojiyi, o toplumdaki üretici güçler ile üretim ilişkileri değişmediği halde, ezilen sınıflarla egemen sınıfların durumu, örgütlülüğü, bunların birbirlerine karşı verdikleri mücadeledeki konumlarındaki değişiklikler belirler. Eğer ezilen sınıfların örgütlülüğü güçleniyorsa, bu örgütlü güçleriyle mücadeleler edip egemen sınıflardan haklarını alıyorlarsa böylesi bir konumda toplumsal psikoloji farklı olur; yok eğer ezilen sınıfların örgütlü güçleri dağılmış, egemen güçler ezilen sınıfların üzerine üzerine gelip onların haklarını buduyorsa böylesi bir konumun toplumsal psikolojisi farklı olur. Buna komşu ülkelerdeki, hatta bütün Dünyada ki ezilen sınıflarla egemen sınıfların birbirlerine karşı aldığı konumlar yani devrimler ile karşı devrimler de etki eder. Örneğin komşu ülkede hatta dünyanın her hangi bir yerinde ezilenler zafer kazanıp o ülkede devrim olmuşsa, ya da egemenler ezilen sınıfların mücadelesini bastırıp karşı devrim olmuşsa bunlarında diğer ülkelerin toplumsal psikolojisinin oluşumunda etkileri vardır.
Ben 1983’ün son baharında (14 Eylülde) hapisten çıkıp, geldiğim Ankara’nın sokaklarında dolaşırken, bu toplumun üzerine çökmüş olan, toplumsal psikolojinin bu ağır havasını gördüm, adeta iliklerimde hissettim. Üç yıl önce, bu sokaklarda devrim olacak umuduyla örgütlenip, bir birleriyle dayanışarak mücadele eden halkın dayanışmacı, paylaşımcı ruhu ölüp gitmiş, bunun yerine bu insanlarda bireyci, her durumda kendi kişisel çarını gözeten, kardeşi de dâhil en yakınındaki insanların bile omzuna basıp kendini yükseklere tırmandırmaya çalışan, elindeki üç beş kuruşu günlük faize yatırıp, kardeşine bile verdiği paradan faiz alan, kendi kendinden başkasını umursamayan bir ruh hali gelip bu topluma tebelleş olmuştu. Dün devrimci mücadelelerde fedakârca ekmeğini birbiriyle paylaşan bu insanların devrimci ruhu gitmiş, bunun yerini gün günlük döviz kurlarını takip ederek kazanacağı üç beş kuruş parayı hesap eden bireyci bir ruh hali gelmişti. Kimsenin kimseyi düşündüğü yoktu, kardeş kardeşine yardım etmez olmuştu. Öyleki bir kişi kardeşine borç para verirken bile bunu döviz olarak veriyordu. Gerçi bu toplumun içinde, bazen beni anlayıp, bana değer verecek tek tük kimi insanlara da rastladığım oluyordu ama onlarda öyle zayıf, öyle bir kötü durumdaydılar ki ancak kendi başlarını şüddebiliyordu, bu kimselerin kimsenin yardımına koşacak takatleri yoktu.
Bu bana çocukluk günlerimde ebemin anlattığı bir hikâyeyi hatırlattı. Ebem bize “gıyamet gününü” anlatırken o ortamı şöyle resmetmişti. Cebrail aleyisselam gelip bir dua (ismi azam duasını) okuyacak, Cebrail ismi azam duasını okuyunca o zamana kadar bu dünyadan gelip geçmiş olan bütün canlılar dirilip Arasat meydanında toplanacaklar. Sonra Azrail gelip bunların hepsine kılıç çalacak. Bundan sonra bu canlılar, kanlarının düştüğü topraktan canlanan çimenler gibi canlanıp, yeniden yaşamaya başlayacaklar. Yaşamaya başlayacaklar ama bu canlılar öyle güçsüz olacaklar, öyle güçsüz olacaklar ki, herkes ancak kendi başını şüddede bilecek, kimsenin kimseyi düşünüp ona yardım edeceği mecali olmayacak. Ebemden bunları duyunca, ebeme bu Cebrail ne zaman gelecekmiş dedim. Ebem de “altmışa gelmem yetmişe kalmam” demiş dedi. Bir düşündüm, -1956 doğumluyum ben,- altmışı geçmiştik yetmişe doğru gidiyorduk, daha büyümemiştim, hâlbuki sevdiğim kardeşlerim vardı, büyüyüp sevgililerim olsun istiyordum ama demek ki bunların hiçbirine zaman kalmadan kıyamete düşüp o ortamda ot gibi yaşayacaktım. Bunu gözümün önüne getirip, düşününce halime ağlamaya başlamıştım, ebem niye ağlıyorsun, o güne erişip Cebrailin önünde turap olmak bile bir mutluluktur bundan korkma diye bana bir sürü dil döküp teselli etmeye çalışsa da ağıdımı kesemediler. Sevmemiştim bir defa Cebrail’ide, onun getireceği “kıyameti de”. Şimdi sanki o korktuğum başıma gelmiş, kıyamet gününde yaşıyordum. Ot gibi yaşayan bu insanlardan kimsenin kimseyi düşündüğü de düşüneceği de yoktu. Çocukluğumda korktuğum o şey, her neyse işte o zaman başıma geldiğini anladım.
Peki, toplum niye bu hallere düşmüş, niye bunlar böyle olmuştu? O gün sorulması gerek asıl soru buydu, bu soruyu kendi kendime sorup cevabını arıyordum. O günkü bilincimle buna şöyle cevap verebiliyordum. Bizler bin dokuz yüz yetmişli yıllarda yükselen devrimci dalgayı arkamıza alıp, halkı örgütleyerek, ezilen halkın örgütlü mücadelesini yükseltmiştik ama bu devrimci güçler 12 Eylül darbesi geldiğinde, darbeyle hiçbir ciddi mücadeleye girişmeyi göze alamadan, yelkenleri suya indirip, yenilgiyi kabullenmişti. Bu kabullenişin bir nişanesi olarak, 12 Eylül darbesinden sonra, DİSK’e bağlı işçi önderlerinin tutuklanmak için Selimiye kışlası önünde sıraya girişiyle, “Yazarlar ve Gazeteciler Cemiyeti” başkanı, Tahriri Muharririn Burhan Felek’in çocuğu yaşındaki Evren’in elini öpüşü gözümün önünden gitmiyordu. Bizler (Türkiye’deki devrimci güçleri) böylesi bir yenilginin atmosferini yaşarken, bunun üslüne üslük, birde buna ilave olarak, İran’da yükselen gerici dalgayla, oradaki bütün halkın umutlarını, devrimci değerlerini yıkarak oluşturulan karşı devrimin yarattığı kötü havada gelip bunun üzerine tuz biber olurcasına binmişti. Şimdi cezaevinin dışında, cezaevinden yeni çıkmış biri olarak bu gerici, karşı devrimci atmosfer içinde, bunu iliklerime kadar hissederek yaşıyordum.
Peki, neden darbeye karşı hiçbir ciddi mücadele veremeden, darbecilere karşı bir direniş gösterip, bir tek silah patlatmadan yenilgiyi kabullenmiştik. Sorulup cevabı aranması gerek asıl soruda buydu. Ben bunu, yükselen sol dalganın, yetmişli yılların sonuna doğru kendi içinde yaşadığı iç savaşa bağlıyordum. Yetmişli yılların sonlarına doğru sosyalist güçler, bütün enerjilerini birbirlerine karşı verdiği iç savaşta tüketip moral değerlerini kaybetmişti. Hiç unutamam, Cemal Altınbulduk’u2 mahallemizdeki bir sol guruptan insanlar öldürdüğünde, annemi yanlarına alıp cezaevine görüşüme gelen kadınlar, “Rıza söyle, bu başımıza gelen nedir, biz kimi düşman bileceğiz” diye –adeta bağırırcasına- sorduklarında, onlara verecek bir cevap bulamamıştım. Çünkü Cemal Altınbulduk’u (hepimiz ona Cemal abi derdik) öldürenlerde, mahallede birlikte solculuğa başlayıp bir zamanlar birlikte mücadele ettiğimiz eski arkadaşlarımızdı. Sol içinde yaşanılan bu iç savaş, halkın sola olan umudunu da, sola olan güvenini de öldürmüştü, bu yüzden 12 Eylül darbesinin karşısına çıkacak moral değerlerini bulamadık. Ben bunu böyle görüp, böyle yorumluyordum. Sol içinde yaşanılan o iç savaşta, sosyal emperyalizm teorisi ile solun bir grubunu diğer bir grubuna düşman gösteren sosyal faşizm teorisinin temel bir fonksiyonun olduğunu düşünüyordum. Hala da böyle düşünürüm.
Cezaevinden çıkınca yaşamakta olduğumuz dönemi, bu dönemin özelliklerini kendi bilincime göre anlayıp, tahlil ederek, kendi kendime devrimci görevler veriyordum. Bu atmosferde üçlü bir devrimci görevim olduğunu düşünmüştüm. Bunun gereği olarak, bir yandan, elimin erip, dilimin döndüğü kadarıyla kendimi ele vermeden solun, sosyalizmin propagandasını yapmalıydım, bu topluma karşı görevimdi. Bunu yaparken bir yandan devrimci arkadaşlarımla mektuplaşıp, onlarla ilişkilerimi geliştirmeye çalışırken, bir yandan da ilerde bir örgütsel ilişkiye dönüşebilir umuduyla, mümkün olduğu kadar en geniş bir çevreyle dostluklar kurmaya çalışmalıydım, bu da örgütlenme çalışmamdı. Bir de kendi kendime karşı görevim vardı, bunu da kitaplıklar kurup, kitaplar okuyarak, kendi bilincimi diri tutmaya çalışarak yapacaktım. Bu bilinçle, Kenan Evren’e telgraf çekip, ona hakaret etme suçundan aldığım sürgün cezamı çekmek için, sürgün yerim olan Burdur’a gittim.
Burdur’da bir ayı aşkın bir zaman kaldıktan sonra, orada artık yaşayamayacağımı başsavcıya kanıtlayıp, mahkeme kararıyla sürgün yerimi Ankara’ya aldırdım. Ankara’da bu sürgün cezamı çekerken, bir ara Çağdaş Sahne Tiyatrosunun fuayesinde kitap sergisi açıp, kitap satarak haçlığımı kazanmaya çalıştım. Bu yaptığım işten işkillenip gıcık alan Ankara polisi beni gözaltına alıp, DAL’da işkence etti. DAL beni kendi usulünce sorguladıktan sonra, serbest bırakmak yerine, Adana Emniyetinin polislerine teslim ederek, Adana’ya gönderip bir de orada sorgulattı. Bu gözaltına alınışımda geçirdiğim toplam yetmiş günlük süreyi de mahkeme kararıyla sürgün cezama saydırınca, Kenan Evren’e telgraf çekme suçundan aldığım altı aylık sürgün cezamdan kurtulmuş oldum.
Ankara’da ne iş bulabiliyordum, ne de kendi kendime yapabileceğim bir iş kurabiliyordum. Ellerim olmadığı için, vasıfsız işleri de yapamıyordum zaten, bir mesleğimde yoktu, bir iş kurabilmem için sermaye yapacak param da yoktu, yapacak bir iş de bilmiyordum, bu durumda önümde üç seçenek olduğunu gördüm; ya intihar edecektim, ya yurt dışına kaçacaktım, ya da köye gidip ana ocağına sığınarak bu dönem geçene kadar burada yaşayacaktım. Carlos Marighella’nın “Şehir gerillasının el kitabı” adlı eserinde tanımladığı militan kadro tipinin yanlışlığını bu dönemimde daha iyi anladım. C. Marighelle, kadro politikasını anlatırken, lise öğrencilerini örgüte kazanıp onlara okullarını bıraktırırsak, gidecekleri bir yer, yapacakları başka bir iş olmadığı için örgütten başka bir yere gidemezler diyordu. Bunu ilk okuduğumda da bu kafama yatmamıştı.
Bu bilinçle intihar edemezdim, var olan bilincim buna engel oluyordu. Yurt dışına kaçma olanağım vardı ama bunu yapmakta kendi geçmişimin değerlerine ihanet etmişim gibi geliyordu bana. Çünkü yolları bir biçimde benimle kesiştiği için devrimci olan, benim yönlendirmemle ya da benim katkımla devrimci mücadeleye atılan hem kardeşim hem de kardeşim kadar sevdiğim birçok kişi bu yolda ölmüştü, asılanlar olmuştu. Böylesi bir maziden sonra, benim kendi kendimi kurtarmak sevdasına kapılıp, onlar ile güttüğümüz sevdamızdan ayrılıp yurt dışına kaçmak bana onların ruhuna ihanet etmek gibi geliyordu. Geçmişimin ruhu, tıpkı ayaklarıma bağlanmış bir pranga gibi, gelecekte atacağım her adımda bana kendini hissettiriyordu. Başta kardeşim Camal olmak üzere, bazen onların hayalini düşünüp, onlarla içten içe hesaplaşıyordum. Onlar o günkü duygularıyla gözümün önüne gelip, bugünkü halimdeki beni yargılıyorlardı. Bu açıdan içler acısıydı halim. Her adımımda, içten içe içimdeki bu hesaplaşmayı yapıyordum. Bazen onlara isyan edip, ulan siz de şimdi burada benim yerimde olsanız, benim yaptıklarımdan gayrı bir şey yapamazdınız diyordum, bazen içimde başka rüzgarlar esip beni alıp götürüyordu. İçimdeki bu duyguların yarattığı ruh halimle Ankara’dan kaçıp köye sığındım.
Annemgilin yanından çocukken ayrılmıştım, bu yüzden onları çokta tanıdığım söylenemezdi, şimdi onca mazının yükünü sırtımda taşıyarak geri onların yanına geliyordum. Aslında onlar beni bende onları fazlacana tanımıyordum. Kısacası onlar benim, bende onların taşıdığı yükten haberdar değildik. Köye geldiğimde annem bana nasihat edip tembihte bulunurken şöyle dedi: “Oğlum biz seni tanımıyoruz, şu an neler düşündüğünü de bilmiyoruz, ne yapacaksın neler yapmak istiyorsun onu da bilmiyoruz, yanına gelen kimselere pişmanım falan deme, böyle demenin kimseye bir yararı olmaz, bir de kimseye söz verme, söz verirsen de öl sözünden dönme. Yoksa üç gün sonra adın güven vermez bir adama çıkar. Biz senin devrimciliğinden hep onur duyduk, bununla övündük, bundan dolayı bir sıkıntımız yok bunu bil” dedi. Aslında ben de içinden çıkıp, dönüp dolaşıp geri içine geldiğim bu toplumu, bu gözle gözlemleyip yeniden tanımaya çalıştığımı biliyordum, annemin bu yaklaşımından mutlu olup rahatladım. Selinti teorim, selinti üzerine düşünceler oluşturmam burada başladı.
Annemgilin bu yörede sadece Alevi toplumu içinde değil, kendilerinin “Sünni Türkler” dediği sağcı köylüler içinde de genişçe bir ahbapları, dostlar vardı, onlar da beni hem bu açıdan, hem de devrimci namımdan dolayı tanıyorlardı. Bunlar sayesinde nereye gitsem, bana sevgi gösteren, saygı duyan insanlarla karşılaşıyordum. İşte hayatımın bu döneminde bana bir hayli ilginç gelen bir durumla karşılaştım. Daha çok sağcı olan, hatta Türk milliyetçisi olmayı bir övünç, bir gurur kaynağı gibi görüp, öyle görünmeye çalışan, annemgilin tanışı olan bu kitle içinden kimileri bana gelip, dostane bir tavırla “Ali Rıza, senin bir iş yapmana gerek yok, bizi örgütüne üye et, bize bir örgüt kimlik ver, kaç lira istersen vereyim”, ya da “Ali Rıza senin çalışmana ne gerek var, bizi örgüte üye et, bizden de paranı kazan” diyorlardı. Bunlar çevrede adı sanı olan, Avrupa’ya gidip gelmiş, saygın insanlardı, annemgilin de ahbaplarıydı, bu yüzden onları azarlayamıyordum. İçimden de “yahu bu devlet ne kadar salak, ya da beni ne kadar salak sanıyor, ben hiç bu numaraları yutar mıyım, örgüte girdirmeyi bu insanlar ne sanıyorlar” diye düşünüyordum. Aklımca ben, bu durumlarla karşılaşınca, devletin istihbarat güçleri beni yakalayıp tekrar hapse atmak için bunları bana gönderiyorlar, diyordum. Aklıma bundan başka bir seçenek gelmiyordu. Bu tür talepler rahatsızlık verecek boyuttaydı. Hatta bir ara savcıya, kaymakama, ya da jandarma komutanına gidip, “yahu bu istihbarat birimlerinize söyleyin, bana sürekli böyle adamlar gönderiyorlar, ben bu numaraları yutmam, beni rahatsız edip boşu boşuna benimle uğraşmasınlar” demeyi düşünüyordum.
Ben bu sorunu nasıl halledeceğimi düşünüp dururken, bir gün bize Karavuz köyünden Şefika teyze ile köyün muhtarlığını da yapan Hasan amca geldiler. Annem Şefika teyzeyi çok sever, çocuklukları birlikte geçmiş, eskiden bizim köy Sünnilerle Alevilerin birlikte yaşadığı bir köymüş, sonra Sünniler bizim köyden Karavuza göçmüşler. Şefika teyze ile Hasan amcagilin aileleri bizim köyden göçtüklerin de onlar daha çocuklarmış, evleri annemgilin evle birbirlerine yakın olduğu için annemle birlikte oynarlarmış, güzel bir dostlukları arkadaşlıkları varmış. Onlar köyden göçünce de çocukluktan kalma bu dostlukları, birbirlerine karşı besledikleri bu sevgileri, bu ilişkileri öylece sürüp gitmiş. Annem beni yanına çağırdı, “oğlum bunlar bizim ana ata dostlarımız, şunun şurasında sana bir işleri düşüp, bizi deyip bize gelmişler, elinden geliyorsa bunların işlerini gör” dedi. Bu insanların bana ne işi düşer diye merak edip Şefika teyze ile Hasan amcanın yanına geldim. Hoş beşten sonra, Şefika teyze bana dedi ki, “İrizam yavrum, sana bir işimiz düştü, bizim küçük oğlumuz Garabağ İtalya’da, oradan sığınma hakkı istedi. Eğer sen Garabağim’i örgütünüze üye edip, ona bir örgüt kimliği verirsen, oradaki mahkemece, Garabeğ’in sığınmasını kabul edilecekmiş. Bunu için ne dersen, biz de üzerimize düşeni yaparız. Bizler ana baba dostuyuz, bizler sizi severiz, bizim bu işimizi gör. Garabağım diyor ki ‘İriza abi bu bizim örgütümüzün üyesidir’ diye bir yazı verse, benim işim hemen hallolur’ diyor, Garabeğime bir yardım et, çocuk orada çok darda” dedi. Donup kalmışım, neye uğradığımı, ne diyeceğimi şaşırdım. Tıpkı bir şimşek çakıp, bir anda aydınlanmışım gibi son dönemde yaşadığım bütün bu karmaşayı anlayıverdim. Bu işlerin böyle olmadığını, böyle olmayacağını biliyordum ama bunu bu insanlara nasıl anlatabilirdim? Anlatılması zor bir durumdaydım.
Şefika teyzegile “Şefika teyze, sizler beni tanıyorsunuz ama İtalya’daki kurumlar sizlerin beni tanıdığınız gibi tanımazlar. Bu yüzden de benim yazacağım bir yazı ile sizin köyden her hangi birinin yazacağı yazı arasında fark görmezler. Bu işler sizin sandığınız gibi olmuyor, bu işler şöyle oluyor. Avrupa’daki hükümetler, Türkiye’deki solcuya solcu olduğu için değil de, bunların düşüncesinden dolayı aranan, hapse atılacak olan, eziyet görme tehlikesi olan kişiler oldukları için bunlara sığınma hakkı veriyorlar. Yani eğer bir kişi solcu olduğu için burada aranıyorsa, Türkiye’ye gelince hapse atılıp, işkence göreceğine dair bir belge varsa, onu bundan korumak için onlara sığınma hakkı veriyorlar. Bunun için benim vereceğim yazıyı hiç kale almazlar, ama isterseniz şöyle bir şey yapabiliriz. Ben de normal yollarla yazılıp dışarıda serbestçe satılmayan bazı örgütlerin kendi iç yazışmaları, gizli yayınlanmış bazı yazılar var, bunlar gibi biraz daha belge bulurum. Ben bunları size veririm, siz bunları götürüp oğlumuzun çantasında bunlar çıktı, bunların ne olduğunu anlamadık diye karakola ya da savcıya verirsiniz, bunun üzerine de oğlunuz polis tarafından aranmaya başlanır. Polisin arma belgelerini de siz oğlunuza gönderirsiniz, oğlunuzda arandığına dair bu belgeleri oradaki kurumlara verir, böyle bir iş yaparsak, bu işe yarayabilir, isterseniz böyle bir şey yapabiliriz, ama bunun da şöyle bir sakıncası var onu da bilmelisiniz; oğlunuz herhangi bir şekilde bir gün Türkiye’ye gelirse, o zaman da Türkiye’deki polis onu yakalayıp ona sıkıntı verir. Vallahı bunların böyle olduğunu polise anlatana kadar ona olmadık işkenceler ederler, sonunda o sizin bu işi yaptığınızı söyler, siz bunları benden aldığınızı söylersiniz, zincirleme hepimiz bunun sıkıntısını çekeriz. Ben böyle şeylere alışkınım, başıma gelecek olanlara katlanırım, ama siz de oğlunuza bunları sorun, kabul ederseniz gelin ben gerekli belgeleri vereyim” dedim. Gittiler.
İşte böylesi şeylerle karşılaştığım bu süreçte bir gün babamla Şarkışla’ya gelmiştik. Babam, kolunda, omzunda taşıdığı konfeksiyon ürünü elbiseleri satan, hafif göbekli, elinde küçük bir değnekle gezen bir adamı göstererek “seninkini gördün mü” dedi. Kim benimki dedim. “Kim olacak Garnik” dedi. Garnik bu mu dedim, evet dercesine kafasını sallayıp “ o meşhur Garnik bu işte” dedi. Ne yapıyor bu böyle, kendi diktiği elbiseleri böylemi satıyor dedim. “Yok” dedi “yaşlandığı için terzilik yapamıyor, böyle hazır dikilmiş şeyleri satıp Şarkışla’nın itlerine yediriyor, kafayı yemiş manyak” dedi. Niye manyak diyorsun, Garnik sahiden mi delirmiş dedim. “Yok, canım, lafın gelişi öyle söyledim, öyle bildiğin gibi delilerden değil bu, cin gibi her şeye aklı yeter, bilmediği ona küsmüş, bir konuşsan şaşar kalırsın, her şeyi bilir” dedi. Öyleyse niye adama deli manyak diyorsun, eskiden onu öve öve bitiremeyen sen değil miydin dedim. “Yahu bunun gardaşları, bacısı, Avrupa’da çok zenginlermiş, fabrikaları neyi varmış. Geldiler bunu Avrupa’ya götürdüler, manyak oradaki rahatı tepip geri buraya geldi, burada da doğrucu Davutluk yapıyor, elindekini avucundakini ite köpeğe yediriyor, bu manyak deli olmasa, biraz akıl etse bunu yapar mı diye deli diyorum, yoksa senden benden akıllıdır” dedi. “Elindekini avcındakini ite köpeğe yediriyor da ne demek Garnik’in Şarkışla’nın itiyle köpeğiyle ne alakası var ki” dedim. “Garnik’in yaşadığı yere bir gitsen o zaman ne demek istediğimi anlarsın, bahçesinde kedi köpek kaynıyor. Kazandığı üç beş kuruş parayı, sokaklardaki sahipsiz itlere yediriyor, Garnik’e bir sor da gör, ona göre sokaktaki bütün bu itler sanki onun itleri, acıkan it onun kapısına varıyor” dedi. Herkesin Avrupa’ya gitmek için bin bir türlü şeytanlık düşündüğü Şarkışla’da Garnik’in Avrupa’daki o rahatı tepip buraya gelmesi, burada kazandığı üç beş kuruş parayı sokak köpeklerine yedirmesi banada bir hayli ilginç geldi. Düşündükçe bunları merak ettim.
Babamla pazardaki işlerimizi halledip geldik, kahvehanede çay içiyorduk, baktım Garnik camekânın önünden geçiyor. Babama “baba şu Garnik’i çağarsan da biraz konuşsak olur mu” dedim. “Niye ben çağırıyorum sen çağırsana” dedi. “Baba Garnik beni tanımaz ki, benim sözümle gelir mi hiç” dedim. “Gelir gelir, sen çağır bak nasıl geliyor, o Şarkışla’da uçan kuşu tanır, seni de tanıdığını göreceksin” dedi.
Kahvehanenin kapısından başımı uzatıp “Garnik” diye bağırdım, bana dönüp baktı: “ne diyon lan dedenin torunu” dedi. “Eğer zamanın varsa gel de biraz konuşalım, hem de bir çay içelim” dedim. “Hay hay” deyip kahvehaneye yanımıza geldi.
Garnik kahvehaneye yanımıza gelince, babam saygıyla önünden kalktı, onun altına bir sandalye çekip oturttu, can ciğer hoşbeş ettiler. Garnik’le babamın muhabbetinde Garnik’in köydeki herkesi tanıdığını gördüm. “Acırlıoğlu nasıl, ayağına yiğit mi, yine dedeliğe gidiyor mu” diye sordu gülerek. “Acırlıoğlu bir hayli yaşlandı ama henüz ayağına yiğit, kendi başını şüddediyor ama artık dedeliğe gitmiyor, onun yanına gelip gidenler oluyor” dedi babam. “Akli melekeleri yerindeyse iyi, az zamanın adamımı yeter artık otursun oturacağı yerde, sizi de köyde dedesiz bırakmıyorsa Allah’ınızdan daha ne istiyorsunuz, şükredin halinize” dedi. Garnik babamdan bizim köydekiler kadar çevre köylerden de birçok kişiyi sordu, böyle epeyce sohbet ettiler. Onların muhabbeti bitince sıra bana gelmişti.
Garnik’e böyle elinde esbap satmak zor olmuyor mu, niye terzi dükkânını işletmiyorsun dedim. “Dedenin torunu şimdi asıl o zor oluyor. Yaşlandım artık, hem elim iğneyi tutmakta zorlanıyor, hem de gözlerim iyi fehmetmiyor. Ben kötü işler yapıp, ondan ekmek yemeyi sevmem, yaptığım iş bana yakışıyor olmalı” dedi. “Peki” dedim, “gardaşların, bacın gelip seni Avrupa’ya götürmüşler, orada rahat edemedin mi niye geldin.” Bana şöyle bir baktı, yukardan aşağı beni süzüp, “Gardaşlarımın, bacımın çocuklarının orada durumları çok iyi, bana da çok hürmetli davrandılar ama ben oralarda yapamadım.” “Niye” dedim “ne oldu da yapamadın”. “Dedenin torunu kimse beni anlamıyor. Ben buralara alışmışım. Ben bir yezide dahılıp onu kızdırmadan, – elindeki çayı göstererek- böyle bir gızılbaşın çayını içmeden yapamam. Buradaki hayata alışmışım bir kere. Orada itler bile gavurca konuşulunca anlıyor. Ben ite ‘geh geh geh’ diyorum gelmiyor, gardaşım gâvurca bir şeyler söyleyip iti çağırınca, it, o dili anlayıp, hemen geliyor. Ben elin memleketinde bu yaştan sonra ne yapacağım, oralarda yabancılık çektim, bundan dolayı rahat edemedim, bunalıp geldim. İnsanın vatanı gibi var mı, oranın rahatından bana ne” dedi. Bu beklemediğim bir cevaptı, bunları duyunca ne diyeceğimi şaşırmıştım.
Peki” dedim, sana merak ettiğim bir şeyi daha soracağım, “sor bakalım, daha başka ne merak ediyormuşsun” dedi. Ben cezaevindeyken gazetede okumuştun, senin Müslüman olduğunu, adını değiştirdiğini yazıyordu, niye Müslüman oldun, sen şimdi sahiden Müslüman mısın” dedim. “Yok, canım” dedi, “niye Müslüman olayım, başçavuş karakolda bana çok eziyet etti, dayanamadım Müslüman oldum dedim, yoksa ben nere Müslümanlık nere” dedi. Bunu dedi ama sanırım canı da sıkılmıştı, pılısını pırtısını toplayıp dışarı çıktı. Kapıdan çıkıp bir iki adım attıktan sonra, ne düşündüyse aniden geri dönüp, kahvehanenin kapısını açıp ayağının birini eşikten içeri atıp, gözlerimin içine bakarak, “dedenin torunu Allah kimsenin yüzünü yüzüne düş etmesin, başçavuş beni öyle bir dövdü, öyle bir dövdü ki anlatılamaz, değnek katı et yumuşak dayanamadım” deyip, kapıyı çekip gitti. Garnik’in o hali, “değnek katı et yumuşak dayanamadım” deyişi gözümün önünden hiç gitmedi. Bu Garnik’i son görüşüm oldu.
Sonra ben tekrar Adana’ya geldim. Doğru Yol Partisi ile Sosyal Demokrat Halkçı Partinin (DYP ile SHP’nin) koalisyon kurup hükümet oldukları dönemdi, milliyetçilik duygularının şaha kalktığı o dönemde, poşulardan biri nacağı kapıp, Allah Allah diyerek Garnik’e saldırmış, elindeki nacahla vura vura Garnik’i öldürmüş. Bunun burası Şarkışla, Garnik’e şahitlik yapacak adam bulunamamış. Sonra Garnik’i öldüren deli raporu alıp, az bir ceza ile kurtulmuş ya da kurtarılmış. Bunu Şarkışla’ya gelip duyduğumda vicdanım sızlamıştı.
Garniğin öldürülmesinden yıllar sonra, eşimden boşanınca tekrar köye dönmek zorunda kalmıştım. Bir gün annemgilin tosunları çeçe düşüp tohmalandığı için kesmek zorunda kaldılar. Kocaman tosunun etini yiyerek tüketmemiz mümkün değildi. Annem “İriza bunu Çağşığın’a götürüp sucuk yaptıralım” dedi. Çağşığında sucuk yapan bir aile varmış, annemle tosunu traktöre atıp Çağşığın’a gittik. Çağşığın şimdilerde belediyelik olmuş eski bir Ermeni köyü. Kenan Evren, Kayseri’den Sivas’a giderken yolunun üstünde olduğu için köye uğrayınca köyün adını “Gülçayır” diye değiştirmiş ama halk hala eski adıyla anıyor. Annem gil Çağşığın’da tosunun sucuk yapılması işiyle uğraşırken, baktım orada bir ihtiyar amca var ben de gidip onunla konuşayım dedim. İhtiyar amcanın yanına vardım, oradan buradan biraz konuştuktan sonra sözü döndürüp dolandırıp ihtiyar amcaya “bu köy eski bir Ermeni köyüymüş, Ermeniler buradayken sizinle ilişkileri, komşulukları nasılmış” diye sordum. İhtiyar amca “çok iyilermiş yavrum” dedi. “Ermeniler elinden iş gelir, sanat erbabı adamlarmış. Köyde duvarcılığı, nalbantlığı, marangozluğu, çıkrığı hep onlar yaparmış. Yaptıkları işi sağlam iyi yaparlarmış. Halkla bir sorunları yokmuş ama devletle dalaşmışlar, devlette onları buralardan sürmüş, hiç aklı olan bir adam devletle dalaşır mı” dedi. “Peki” dedim “Garnik’i tanır” mıydın? “Garnik’i kim tanımaz elbette tanırdım. O da beni tanırdı. Karşılaşınca hal hatır ederdik.” “Peki” dedim “nasıl bir insandı, sever miydin” onu. “O hepimizi tanırdı, o herkesle ahbaptı, birbirimizi severdik, iyi adamdı ama dili durmuyordu.” “Dili durmuyordu da ne yapıyordu mesela” dedim. “Yahu nerede bir haksızlık görse, birisi bir haksızlık yapsa ya da bir yerde kafasına yatmayan bir iş olsa, hemen oraya varıp “Ali bana böyle dedi” diye varıp oraya burnunu sokuyordu.” “Canım bu Şarkışla’yı düzeltmek ona mı düşmüştü, dilini bir türlü tutamıyordu, Şarkışlalının başına doğrucu Davut olacaktı sanki.” “Bunun için mi öldürüldüğünde kimse şahitlik etmemiş, ona sahiplik eden olmamış” dedim. “Kimi kimsesi yoktu ki ona sahip çıkalar. Avrupa’dan gardaşları gelip cenazesini bile burada koymayıp götürdüler, hâlbuki o buraları çok severdi, hiç mi değil cenazesi barı burada kalsa iyi olurdu ama ona bu topraklarda bir mezar bile nasip olmadı.” Bunu bilmiyordum, gardaşları mezarını burada bırakmadılar mı” dedim “ya yavrum bırakmayıp alıp götürdüler” dedi.
Peki dedim, sen üzüldün mü? “Üzülmez miyim hiç.” “Bak” dedi yavrum. Ne demişler ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’, Şarkışlalılar böyle yaptı da Allah Şarkışlalıya ne yaptı gördün mü? Bir de onu de bakalım” dedi. “Ne yaptı” dedim. “Daha ne yapacak, Allahın parmağı yok ki gözlerine sokup gözlerini kör etsin. Garnik öldürüldükten sonra üç yıl rahmet yağmadı, buralarda kıtlık oldu, kıtlık; pınarlar kurudu, millet saman bulamaz oldu. Sonra doğudaki askerlerden düzinelerce asker, şehit olup tabutları içinde Şarkışla’ya geldi. Allah daha ne yapacaktı, yaptı yapacağını işte” dedi. Yaşlı amcanın bu duruma kızdığı her halinden belliydi. Çağşığın’da işimiz bitip geri gelirken bu yaşlı amcanın söylediklerini düşünüp kendi kendime, üstadın o sözlerine hak verdim: “Din işte bu dedim kendi kendime,” ruhsuz bir dünyanın ruhu, vicdansız bir dünyanın vicdanı”, din halkın kanayan vicdanına sürüp rahatladığı tek ilacı. Üstadın bu sözlerini o gün daha iyi anlamıştım.
Bu yazımı o günlerde dilimden düşürmediğim Ruhi Su’nun söylediği Kul Hüseyin’in bir türküsüyle bitiriyorum. Zamanede bir hal gelmesin başa.
Zamanede bir hal gelmesin başa
Ahdı bütün bir sadık yar kalmamış
Kalleş yar olana dost deme hâşâ
N’olacak muhannet meydan görmemiş.
Ben bir yar isterim derûn-u dilden
Sarfede varını geldikçe elden
Beni setreyleye âdudan elden
Her yüze gülen yar olmuş olmamış.
Hüseynim beyhude ah etme nâçar
Bir kapı örterse birini açar
Buna dünya derler hepisi geçer
Hanhi günü gördün akşam olmamış”
Saygılarımla. 12 Mart 2013. Adana.
Rıza Aydın.
Not: Anlatılan her şey essahtır.
1Bu mülkiyet biçimini okurun F. Engels’in “Ailenin özel mülkiyetin ve devletin kökeni” adlı kitabında anlattığı mülkiyet biçimleriyle karşılaştırmasını isterim. Unutmayın ki şeytan ayrıntıda gizlidir.
2Cemal Altınbulak Dev –Yol’un Adana’daki yerel önderlerinden biriydi, 5 .8.1979 da bir sol grup tarafından öldürülmüştü.

Hiç yorum yok: