22 Mayıs 2015 Cuma

“EĞLENCENİN POLİTİKLİĞİ” ÜZERİNE


Rıza Aydın
Siyasal ortamla sağlığının önlenemez kötüye gidişi karşısında, hayatının son defa önemli bir işe yarayacağını düşünen Joffe, kaygılarıyla isteklerini belirttiği bir mektup bırakarak yaşamına son verir. Yaşamının sonunda olan birinin, dostlarıyla devrimin yararını düşünmekten başka bir isteği olamayacağını yazdıktan sonra, bu duygularla Troçki’ye seslenerek onu Lenin’le kıyaslar.
troç
Sen hep doğruyu gördün, doğruyu hissettin ama onu tutarlıca savunamadın, siyasal hasımlarınla uzlaştın halbuki Lenin hiç böyle yapmazdı, o bir buldok köpeği gibi tuttuğunu koparıncaya kadar bırakmazdı; sense fino köpeği gibi, tuttuğun bir şeyi hemen bırakıyorsun. Ne olur bu kahrolası huyundan vazgeç de, Lenin gibi ol der. Bu mektubun amacına ulaşıp Troçki’nin hayatında önemli bir dönüm noktası olduğuna inanılır.
Bu değerlendirmelerin doğruluğu yanlışlığı tartışıla dursun, Troçki’nin vazgeçtiği o kahrolası huy oradan göçüp bizde konaklamış gibi görünüyor. Önemli bir konuyu gündeme getiriyoruz, sonra da onu işleyip iyice geliştirmeden yüzüstü bırakıp unutuyoruz. Devrimci sosyalistlerin eğlence sorununa yaklaşımları konusu da gündeme geldi, sonra da unutulup gitti.




1995 yılı baharında İstanbul B.S.P. İl Örgütü, hem üyelerin birbirleriyle tanışıp kaynaşmalarını sağlamak, hem de eğlenip hoşça vakit geçirmeleri için vapurla boğaz gezisi düzenlemiş. Vapur demir alıp boğazın serin sularına açılınca, insanlar rahatlamış, biraz da alınan alkol etkisiyle müzik dinleyip eğlenmek, oynamak istemişler. İstemişler istemesine ama bunu toplu halde nasıl, hangi müzik eşliğinde yapacaklarına bir türlü karar verememişler. Devrimci eğlence tarzıdır diye kimileri marş çalıp halay çekmeyi, kimileri pop müzik eşliğinde dans etmeyi, kimileri de başka tür oyunlar oynamayı önermiş… Sonuçta vapur gezisi amaçlarının aksine bir gerilimle noktalanmış. Gezi sonrasında bu olay – İstanbul’da- günlerce tartışılmış.
Konuyla ilgili SÖZ de iki yazı yayınlandı. Olayı değerlendiren yazıların birinde “Devrimciler de elbet eğlenecekler ama eğlenceleri de politik olacak” diyordu.
Sorunun en can alıcı noktasıydı bu, eğlencemiz de politik olmalıydı, başka bir deyişle politik amacımıza hizmet etmeliydi; ama nasıl. İşte, unutulmayıp enine boyuna düşünülmesi, iyice işlenip bilince çıkarılması gereken bir sorunumuz da buydu. Bu yazıda amacım bunu gündemimize alıp tartışmaya açmak.
Böyle bir sorunla ilk defa, Marksist Teoriyle yeni yeni tanıştığım sıralarda Lenin’in “Devrimci, gününün 24 saatinde de devrimci olan kişidir” gibi bir sözünü duyduğumda karşılaşmıştım. O zaman galiba Lenin biraz abartıyor ya da yanlış düşünüyor; İnsan sevgilisiyle sevişirken, ya da uyurken ya da ne bileyim tuvalette – zorunlu olarak – doğal bir ihtiyacını karşılarken ne olacak, bunlar 24 saati eksiltmez mi, diye aklımdan geçirirdim. O zamanlar devrimcilik yapmayı devrim için yapılan illegal işer sanıyordum. Bu yüzden de günün 24 saatinde de devrimcilik yapmayı (devrimci olmayı) o günler kafamda bir türlü çözemedim; tamamen çözemediğimden de bu sorunu kafamdan silip atamazdım. Bu sorun, hapislik sonrasında, köyde yaşadığım sürede, çeşitli kültürlerden insanları gözlemleyip kendi kendimi aydınlatana kadar kafamı hep meşgul etti.
Baktım ki insanlar – Sünnî ya da Bektaşî – hayatlarının her alanında işlerini yaparken, tavırlarını oluştururken, kişilik haline getirdikleri inançlarına, kültürlerine uygun hareketler ediyorlar.
Sünni’nin peçeli kadını yolda eşinin üç adım ardından yürüyor, misafirlerinin yemeğini elini bile göstermeden kapının önüne koyup gidiyor. Bektaşi, yolda kadınıyla birlikte yürüyor, misafirlerinin sofrasını beraberce kurup beraberce yemeklerini yiyip içkisini beraberce yudumluyor. Birinin inancı eşiyle cinsel ilişkiyi duygusal boyutta bir kirlenme olarak gördüğünden boy (gusül) aptesi alıyor, diğeriyse bunu doğal sayıp sadece fiziki temizliğini yapıyor. Kendini yüceltip arındırmak amacıyla ibadet ederken biri; (sınamak için kendini yaratan, bunun için bir takım yükümlülükler veren bunları yerine getiriyor mu getirmiyor mu diye, kendini gözetleyen, sağında ve solundaki meleklerine sevap ve günahlarını yazdıran, hikmetinden sual olunmayacak Allah’ına borcunu ödemek için) günde beş vakit namaz kılıyordu; diğeri, Tanrıyı insanda, insanın özünde, gönül Kâbe’sinde aradığından, gönüllere girmek o güzellikle gönül Kâbe’sinde birleşmek, yunup arınıp, ehli kamil olmak, özünü sözünü cemalini güzelleştirmek için sazıyla deyişler çalıp, türküler söyleyerek, demini yudumluyordu. Birbirlerinin inanç farklılıklarını kabul ediyorlar, onları gözeterek  birbirlerine saygılı davranıyorlardı[1]. Ramazanda Sünni, aileye misafir gelen Bektaşi’ye öğlen yemeği getirirken tersi durumda Bektaşi de Sünni konuğuna sahur ve iftar yemeği hazırlıyor… namaz vakitleri seccadeyi odaya serip “şu borcunu öde” diye nüktesini konduruyordu.
Uzun sözün kısası, her kültürün insanı kültürünü bir kişilik haline getirmiş, günün 24 saatinde onunla birlikte yaşıyordu. İnançları – kültürleri her şeylerine sinmişti. Bu gözlemlerim zihnimdeki -Lenin’in sözüyle ilgili- sorunun da çözülmesini sağladı. Demek ki dedim “Lenin, o sözü ile bunu demek istiyormuş”. Eğer Marksizm devrimcinin kişiliğiyle birleşir, devrimci sosyalizmi bir yaşam biçimi haline gelirse,  işte o zaman o devrimcide günün 24 saatinin yirmi dördünde de, devrimci Marksist olarak yaşayabilirdi; zahir gününün 24 saatinde de devrimci olmak böyle bir şeydi.
Bu gözle kendi yaşayışımı değerlendirdim; Ben de diğer köylülerden farklıydım. Bir yenilgi döneminden sonra örgütsel, ya da devrimci bir çevre olmadan şehirde kendi kendime barınamadığımdan köye, ana ocağına sığınmıştım. Ama bir an evvel olması gerektiğini düşündüğüm yerin (şehirdeki devrimci faaliyetin) hayaliyle yanıp tutuştuğum için kendimi ona göre hazırlıyordum. Yani yaşadığım anın bilincindeydim, kendime de ona göre görevler yüklüyordum.
Yaşanmakta olan, yenilgi sonrasının gericilik atmosferinden en az etkilenmek için sürekli okuyor, okutuyor, kitaplıklar kuruyordum. O süreçte biraz umutsuzluğa kapılanlara, -bazen kendimi de aldatarak- umut aşılıyordum. Fincancı katırlarını ürkütmeden sosyalizm propagandası yapıyor, bir gün farklı (örgütsel) bir ilişkiye dönebileceğini umarak, devrimci kişi ya da çevrelerle küçük de olsa ilişkiler, dostluklar kuruyordum. Bu şeffaf, doğal yaşantımda, hiçbir yerde yalan söylemek zorunda kalmayayım diye, sırlarımı kendim saklayıp, bilinmesini istemediğim işlerimi doğal hayatımın akışı içerisine gömerek yapmaya, kimseye yerine getirmekte zorlanacağım söz vermemeye özen gösteriyordum.
Diğer inanış yada kültürlerden olan insanlarla ilişkilerimdeyse, çatışma yaratmadan kendimi fark ettiriyordum. Bazen ilginç çelişkiler de oluyordu. Cezaevinden çıkıp köye geldiğimde, aile dostlarımızdan yaşıtlarım “Hadi seni üniversiteye götürelim” demişlerdi. Ne demek istediklerini –biraz geç de olsa- anlayınca, gülerek “yoo bizler her türlü paralı eğitime karşıyız” diye o teklifi geri çevirmiş, “yoksa işkencelerde hadım mı ettiler” diye tasalandıklarını görünce de karşılıklı sevgiye ve aşka dayanmayan  ilişkileri niye reddettiğimizi uzun uzadıya anlatmıştım.
Köyde, tarımla, hayvancılıkla ilgili işlerimizi de alışılmış yöntemler yerine bilimsel, teknik yöntemlere göre yapıyordum; tarlaya atılacak gübreyi toprak tahlili yaptırarak belirlemeyi, -hayvanlara- suni döllenme yaptırmayı vs. köyde ben başlatmıştım. Böylece o yörede biz de, farklılığı fark edilip öylece kabul edilen bir ekol olmuştuk.
Eğlence siyaset ilişkisine de mekanik olarak değil, bugünden yarına uzanacak alternatif bir yaşam biçimini, alternatif bir üst kültürü, alternatif bir toplumla bütün bunların üzerinde şekillenecek ilişkiler ağını kurmak şeklinde yaklaşırsak doğruyu  yapmış oluruz; işte o zaman bunlarla uyumlu olarak attığımız her adımımız, oyunundan dansına, türküsünden müziğine kadar düzenin alternatifi, düzen karşıtı anlamında, siyasi olur. İz bırakacak olan etkinliklerimizde buna bağlı olacaktır.
Bunun nasıl başarılacağı hakkında bir fikir bulmak için, dönüp toplumsal geçmişimize bakmamız, acaba geçmişte böyle kavgalar verenler, o kavganın türkülerini, müziğini nasıl yapmışlardı, eğlencelerini siyasal amaçları için nasıl değerlendirmişlerdi diye kendi kendimize sormamız gerekir. Elbette geçmişte olan toplumsal mücadelelere, yaşananın tekrarını yapmak için değil, onu bir üst boyutta, daha gelişmiş bir şekilde yeniden üretmek için bakmamız gerekecek.
Tarih bilimi, insanların (ezenlerle ezilenlerin) çeşitli biçimde süren mücadelelerinde birbirlerine karşı geliştirdikleri ideolojilere, kültürlere, kurumlara ve yaşam biçimlerine tanıklık ederek bugünlere geldi. Bu yüzden bugün bizlere geçmişten iki miras kalmıştır; biri reddedeceğimiz, egemen sınıfların, kanunları, fetvaları, fermanlarından oluşan gerici, kötü mirası; diğeri de, bir süzgeçten geçirerek – kabullenip – yararlanacağımız, ezilen sınıfların kurtuluş mücadelelerinde oluşan, dayanışmacı, paylaşımcı, demokratik fedakarlıklarla dolu devrimci mirası.
Eskiden yazılmış halk türkülerinin, destanlarının yazıldığı dönemler, onları yaratanların bilgi düzeyleri, beğeni ölçüleri, bu günlerden çok farklı oldukları halde, ezilen halkın umutlarını, coşkularını, sıkıntılarını, kısacası onların mücadelelerinin ruhunu yansıttıkları için o türküler bu gün bile bizleri coştururlar, bu yüzden onları severek dinleriz. Yunus Emre’den, Pir Sultan Abdal’a, Koç Köroğlu’ndan, Dadaloğluna … vb. gibi halk ozanlarından bize uzanan gönül köprüsünün özü işte budur.
Eğlencenin politikliği konusunda, dünyanın belki de en çarpıcı, en uygun örneği, Bektaşi toplumunun hayatın bütün alanlarını olduğu gibi, eğlencelerini de (o ölçüde) politik hale getirmiş olmalarıdır.
Bektaşiler, topluma egemen olan dinle devletin empoze ettiği yaşam tarzının dışında, ondan ayrı, onun karşıtı, halkın, bilinçli, inisiyatifiyle oluşan, halkın gönüllü birliğine dayanan, kendi kurumları sayesinde alternatif bir hayat kurmuş alternatif bir yaşam sürdürüyorlardı; onların hayatlarında kadıların, mollaların, hocaların  yeri yoktu.
Bu başarının nasıl sağlanabildiğine bakıp, gerekli dersleri çıkarmamız gerekir.
Bektaşiler gerçeğin olduğu gibi, açıkça, saf olarak görünmediğini, bir sis perdesi altında özünü gizlediğini, bundan dolayı da gerçek sanılan, zahiri görünüm altında gizlenen asıl gerçeğe ulaşmak için, görünen “gerçeği”, söylenilen kelâmı (sözü), akıl süzgecinden geçirip, neden ve niye böyle diye sorguladıktan sonra asıl gerçeğe ulaşılabileceğine inanmışlardı. Bu onlara, gerçek özgünlüklerini veren, kendilerinin “batın ilmi” dedikleri batini felsefesidir. Bu eleştiren, sorgulayan, düşünce yöntemlerini her şeye; dine, devlet iktidarına vb. uygulayarak bu eleştirilerini bütün mantıki sonuçlarına vardırmışlardır.
Onlara göre bütün dinler, akıllı, seçkin insanlarca, iyi niyetle, insanlığı doğru gördükleri yola getirmek, doğru yoldan sapmalarını önlemek, insanlığı ıslah etmek amacıyla kurulmuşlardır. Yalnız bunu korkuya dayanan bir sistemle; günah sevap gibi çıkar duygusuyla, öte dünyada sorgu sual, cehennem ızdırabı gibi esas olarak korkuyu temel alan bir sistemle yapmaya çalışmışlardır. Yanlışlık ta, işte bu korkuya dayanan sistemdir. Eza, ceza, işkence korkusuyla, yada cennet nimetlerine tamahsatarak (imrendirilerek), terbiye edilmek, insana yakışmaz; İnsan sevgiyle, muhabbetle, gönüllerine girilip oradan fethedilerek doğru yola getirilmelidir.
Onlara göre;bütün değerleri, bunca güzel duyguları yaratan insandır, insanlıktır; İnsan(lık) olmasaydı tanrı duygusu da oluşmazdı; onun için aranılan her şey –Kudüs’te Mekke’de Haç’da değil- insanda, insanın gönlünde aranmalıdır; Hak, ben-i ademde, insanda, insanın gönlündedir; Ona ulaşmak isteyen, özünü pak edip, ehil insan olmalı, insana-insanlığa hizmet etmelidir; gönüller yapıp, gönüllere giren kişi, orda tanrıya gark olur (vahdet-I vücut) onunla birleşir, aynîleşir; İnsana, insanlığa zarar veren, halka yarar iş işlemeyen, gönüller yıkan birinin hakka yakın olması, tanrı katında değer bulması mümkün değildir. (Yetmiş iki milleti bir gözle gören, onu sevip, ona hizmet etmeyi temel alan Bektaşi tasavvufunun çıkış noktasıdır, bunlar).
İnsanlığa hizmet etmenin, kişinin özüne dönüp yücelip tanrıyı özünde bulmanın mekanı bu dünyadır. Hüsniye’den, Nesimi’ye, oradan Hacı Bektaşi Veli’ye, Yunus Emre’ye,  Pir Sultan Abdal’a bir iz sürsek, çizgi çeksek düşünce iskeletinde hemen şunları görürüz; Kaderin (alın yazısının) hayırla şer’in önceden belirlendiği; öldükten sonra ki hayat, sorgu, sual, cennet, cehennem, huriler, kılmanlar insanları avutup doğru yola getirmek için söylenmiş sözlerdir; aslında, her şey, cennet de, cehennem de bu dünyadadır. Bunlar korkuyla halkı düzeltmek, halkı avutmak için icat edilmiş, uydurulmuş şeylerdir. Karınla mutluysan yaşantın da iyiyse o zaman “eşin sana huri, evin de cennettir.” Bu yüzden Pir Sultan “alemin muradı dünyada cennet” diyor. Cenneti bu dünyaya getirmek için insanların gönüllerine girip, onu özünden, sözünden bağlamalı, uyuyanlar uyandırılmalı, bu muradın önündeki engeller kaldırılmalıdır.
Bu, “vicdansız dünyanın” hesabının öte dünyada görülüp, ilahi adaletin yerine geleceği, mükafatının da orda alınacağı inancıyla, insanları uyutup, vicdanlarını rahatlatan dinin dünyalılaştırılarak günlük mücadeleye dönüştürüldüğü, politik bir programdır. ( Yüzyıl süren Celali İsyanlarında köylü emekçilere rehber (ışık) olan da, Nesimi’nin yüzülüp, Pir Sultanın asılması neden olan da budur.)
Bektaşiliğin tarihsel oluşum sürecinin kalın çizgilerine bakarsak şunları görürüz: Büyük mücadeleler verip, zaferler kazanmasına rağmen Baba İshak önderliğindeki Babalılar ayaklanması bozguna uğratılıp bastırıldığında her nasılsa canını kurtaran Hacı Bektaş, etrafı dağlarla çevrili geniş bir ovanın ortasındaki tepenin üzerinde bulunan –bugün delikli taş denilen- saklanmaya çok uygun bir mağarada gizlenir. Bu yaşamı sırasında Hacı Bektaş, önce ayaklanmadan sağ kalan dervişleri -Urum Erlerini- etrafında toplar, sonra da birlikte oluşturacakları kurumları aracılığıyla, alternatif bir hayat tarzı oluşturup, halkı örgütleyip birleştirerek, yeni bir sistemi oluşturmaya çalışır.
Vilayet-namede anlatılan; yeşil el, kadın dervişin kadın duyarlılığıyla hissedip işaret ettiği halde, erkek dervişlerin onu görmezlikten gelip, yanına gitmeyi kabul etmeyince, oturdukları minderlerin altlarından çekilip gitmeye başlaması; dervişlerin şahin gibi, geleneklerine yakışmayan bir acımasızlıkla üzerine saldırması… efsanelerinden bunun kolay olmadığı anlaşılıyor. Yine aynı söylencelerden, katılanların yüzlerini bile gizlediği toplantılarda, Baba İshak’ın başyardımcısı olarak görevleri dağıtan, elinde yeşil bir iz bulunan kişinin, Hacı Bektaş olduğu; Urum elindeki dervişlerin Hacı Bektaş’a bağlanmayı kabul etmeyip ayrı toplantılar yaptıkları halde, bağlı oldukları halkın (minderin) onları bırakıp Hacı Bektaş’ın yanına gitmesiyle onlarında mecbur kaldıkları, aralarında sert tartışmalar olduğu, Hacı Bektaş’ın zorda kalıp kendini savunduğu, sonunda onları kendine bağladığı anlaşılıyor. ( Hacı Bektaş’ın o dönemlerde “ıhtırıcı” lakabıyla anılmasının nedeni de buradan geliyor.) (Dikkatli bir gözden kaçmayacağı gibi bütün bunlar kendi içlerindeki –örgüt içi- hesaplaşmalardır.)
Bundan sonra, Hacı Bektaş, dervişlerin söyleyişiyle (diliyle), çiğken piştikleri, yunup arınıp, aşk meyini içtikleri, suyun durusunun geldiği serçeşme’ler olan dergahları kurar. Dergahlar teoriyle pratiğin birleştiği, yeni yaşamın fideleri olan hayat okullarıdır. İlkelliğin, cahilliğin göstergesi diye küçük görülüp saraydan ve medreseden kovulan halkın konuştuğu dille (Türkçe’yle) eğitim verilen bu dergahlarda; edep erkan, yol yordamla beraber bu düşüncenin bütün incelikleri, bunları halka anlatmanın (yani aldığını satmanın) dilin, söz söylemenin, şiirin, müziğin, raksın bütün incelikleri de didar didara yapılan muhabbet ortamlarında öğretilirmiş. Buralara hizmet edip yeterli eğitimi alanlar, eline, beline, diline sahip olup, ikrar verip ikrarında durmayı destur edinenler dedelik hüccetiyle, yılda bir kez dergaha gelmek kaydıyla bölgelere gönderilirlermiş.
Dedeler gittikleri yörelerde, oradan aldıkları gevheri yayan, halkı aydınlatıp (irşat edip) etrafında toplayan (ocaklar) olmuşlardır. Bu gelenek sayesindedir ki Yunus gibi nice propagandacılar, Tebrizli Şems gibi nice örgütçeler, kara donlu Can baba gibi nice diplomatlar ve Pir sultan gibi nice halk eyleminin önderleri yetişmişlerdir.
Bütün halk, dergahlarda eğitilemeyeceğinden, bu ibadetle yargının, eğlenceyle eğitimin ahenkle (ustalıkla) birleştirildiği bir çeşit halk meclisi de olan, ayin-i cem de yapılırdı.
Dedenin önderliğinde bütün halkın katkısıyla toplanan cemde; mey ya da dem içilerek sazla şiirin (deyişin) yada başka bir deyişle sözle müziğin eşliğinde bütün öğreti keyifle anlatılır; Dem alınır semah dönülür. Halkın her derdi, sorunu tartışılıp derman aranır, öğretiyi, yolu anlatan sohbetler olur. Bu yolla özdeşleşmiş, örnek alınacak (özenilecek) kişilerin; Pir Sultan Abdal, Eba Müslim, Hz. Hüseyin’le  Nesimi gibi bayraklaşmış kişilerin hayatı anlatılarak, örneğin sayesinde öğreti pekiştirilir. Bunların hayatı bilinip örnek alınırsa -bugün bile- önemli birer derstir, rehberdir; hiçbiri yolundan dönmemiş, onca işkenceye rağmen ezilip büzülmemiştir: “İstanbul şehrindeki o zalim devlet, tacı devletiyle yıkılmalıdır” diye bayrak açan Pir Sultan Abdal, devlet katında görev alarak bu yola hizmet edilemeyeceğini, bunun bir fayda sağlanamayacağını müridi Hızır Paşa olgusuyla verir. Pir Sultanın himmetiyle,  desteğiyle okuyup devlet katında göreve başlayan Hızır, o makamın gereklerini yaparak,  hareketi bastırmak için pirini astırır. “Büyük edebiyat” eleştirmenleri, bunla anlatılmak istenen gerçek özü bir yana bırakıp, işin lafzıyla “Hızır gerçekten Pir Sultanın öğrencisi miydi” diye boşuna araştırmalara girdiler. Halbuki anlatılmak istenen gerçek mesaj, çok açıktır.
Pir Sultan yaşamış bir Promete’dir; Promete’den Farkı doğru söylediği ve sözünden dönmediği için zincirlere vurulmuş vücudu Kafdağı’nda kuzgunlara paralatılmaz; o Sivas Kalesindeki zindana atılıp zincire vurulur, sonunda da asılır. Şah diyerek türkü söylediği için idamını onaylayan, o yolu seçen, bilinçli iradesidir. Bu hayatın bugün bile alınacak öyle dersleri var ki, paha biçilemez.
Sonunda, devlet, saz çalmayı da, cem yapmayı da yasaklar. Din adamlarına, şeyhülislamlarına fetvalar verdirerek; içinde şeytanlar olduğundan, saz çalmanın günah olduğunu, horoz çırpındırılıp, ana bacı demeden zina yapıldığı için de, ceme gitmenin hem tehlikeli, hem de çok günah olduğunu, bu yüzden de ayın-i cemin yasaklandığını vaaz ettirir.
Bu yasaklara rağmen Bektaşiler geri adım atmazlar. Gizli gizli cemlerini yapar, “senin aklın ermez bu başka hesap, ben doldurur ben içerim günah benim ele ne” diye demlerini yudumlar, ayin-i cemin bülbülü sazlarını, “sarı turnam sinen yaralandı mı” diye okşayıp halını hatırını sorarak onu yüceltir “telli Kur’anı” okur- sazlarını çalarlar. Egemenlerce yasaklanan sazı çalmak onlar için bir yaşam biçimidir. Düzenin suç aleti olarak ilan ettiği saz, onlar için; “hep doğru görüp doğru söyleyen telli Kuran’dır”. “Ardıç ağacından kolu, Venedik’ten gelir teli be Allah’ın sersem kulu şeytan bunun neresinde” diye o yasağı alaya alarak sazlarını çala çala bu günlere gelmişlerdir.
Saz eşliğinde söylenen her türkü, oynanan her oyun ya da dönülen her semah, alternatif bir kültürün, alternatif bir hayatın doğal parçası olduğu için, politik bir eğlencedir. Bektaşi cemlerinde, toplantılarında yapılan eğlencenin çalınan sazın, oynanan oyunun politikliği, düzen karşıtlığı onun biçiminde değil özündedir.
Baştaki “eğlencemizin politik olmasını nasıl başaracağız?” sorusuna bu perspektifle yanıt buluna bilineceğine inanıyorum.
Bugüne kadar Türkiye’deki genel olarak “solcu, sosyalist” kimliği arızalı bir kimlikti. Sosyalist, işyerinde, mahallede, devlet karşısında (poliste), hatta kimi zaman ailesinden bile sosyalistliğini gizleyen,  bunu sadece sol toplantılarda, örgüt içinde kendi gibi olanlar karşısında açığa vuran çarpık bir kişilikti. Bel ki bu yüzden, özgün kişiliğini, alternatif kurumlarını, yaşam biçimini oluşturamamıştı. Eğlencesi de bundan dolayı arabeskti; Hâla da öyle. Bizler alternatif toplum anlayışımızı, bugünden şekillenecek kurumlarımızı, hiç değilse, bunların nüvelerini, alternatif yaşam biçimimizi, kimliğimizi, kültürümüzü oluşturamadan, sadece eğlencemizi politik yapamayız; yapamadık da. Bundan sonra bunu nasıl yapacağımızı, bize meyleden, kitlelere düşüncemizi  nasıl yayacağımızı, eğlencelerimizden bu uğurda nasıl yararlanabileceğimizi, kısaca –Marksın dediği gibi- eğlenceyle sosyalizmi öğrenmeyi nasıl birleştireceğimizi düşünüp tartışmamız gerekiyor. 1995
[1] Konuyla ilgili bir anımı burada anmak istiyorum: Hapisten çıkıp köye geldiğimde annem gilin Çerkez ahbaplarından biri göz aydınlığına gelmişti. Annem misafirlerine yedirmek için horoz kesmek istiyordu. Annem bana odada oturan misafirimizi çağırıp horozu ona kestirmemi söyledi. Anneme kızıp “neden böyle yapıyorsun burada bu işi yapacak bir sürü insan var niye adamı rahatsız ediyorsun” dedim. Annem gayet sakin bir edayla beni kırmadan “oğlum sen bu işlerin inceliklerini bilmezsin, sen dediğimi yap” diye ısrar etti. Bende annemin ısrarına dayanamayıp misafirimizden bu işi yapmasını rica ettim; oda sağ olsun hiç ikilemede kalkıp horozu kesti. Yemek hazırlanıp sofra hazırlığı yapılırken bir ara oğrunlatıp (tenha bir anında) neden böyle yaptıklarını anneme sordum, annemde: “oğlum onlar bizim kestiğimizi yemezler, bende o yesin diye kesiyorum kimseyi zorda bırakmamak için horozu ona kestirdim” dedi. Bunu duyunca hayretler içinde kalıp gerçekten yemez miydin diye misafirimize sordum, o da “evet yemezdim” deyip bana çıkıştı “buna niye şaşırıyorsun ki, annen bize misafir geldiğinde yemesi için sofraya tavşan getirsem annen yermiydi, böyle bir şey yapsam bir daha yüzümüze bakar mıydı, o nasıl tavşanı yemiyorsa bizde Kızılbaşın kestiğini yemeyiz; bunda utanacak sıkılacak bir şey yok, bu böyle kurulmuş”dedi.

Hiç yorum yok: