22 Mayıs 2015 Cuma

YABANCILAR KİM? BİZ KİMİZ?


Ahmet Doğançayır
Doğuştan sahip olduğumuz belirsiz, öngörülemez ve bilinemezden duyduğumuz korkuyu dışa vurmak için yabancılar oldukça elverişli ve işe yarar kaynaklardır. Yabancıları evlerimizden ve sokaklarımızdan kovarken kısa bir anlığına da olsa belirsizlik canavarını defederiz. Fakat bütün çabalara karşı ‘’modern’’ yaşantımız fazlasıyla güvencesiz. Rahatlamalar kısa sürüyor ve en sert tedbirlere bağlanan umutlar bile tedbirler uygulanır uygulanmaz suya düşüyor.
Tanım olarak yabancı denilen kişinin hangi niyetle hareket ettiği en iyi olasılıkla tahmin edilebilir ancak asla kesin olarak bilinemez. Dolayısıyla yabancılar saldırgan bir şekilde davranmasalar bile onlara bilinçli ya da bilinçsizce kızılır. Fakat yine de şehirde yaşayan insanlar kentsel alanları yabancılarla paylaşmaktan, yabancılarla iç içe yaşamaktan kaçınmakta zorlanır hatta bazen zorunlu olarak onlarla birlikte yaşarlar.


Yabancı basitçe hiç tanımadığımız bir kişi değildir. Yabancılar görülen, dinlenen insanlardır. Tam da onların mevcudiyetine dikkat ettiğimiz, görmezden gelemediğimiz için onları anlamlandırmakta güçlük çekeriz. Onlar adeta ne yakın ne uzaktırlar. Ne düşman ne de dostturlar. Bu nedenle şaşkınlık yaratırlar onlardan ne bekleyebileceğimizi, nasıl davranacağımızı bilemeyiz. Belki başlarda gülünüp geçilebilecek, üzerine şakalar yapılacak alaya alınacak bir şey olarak gözümüze görünmüş olan şey şimdi artık düşmanlığa hatta saldırganlığa neden olabiliyor.
Bu yüzden ilk tepki yabancıları geldikleri yere geri göndererek bölünmenin yarattığı kaybedilmiş netliği yeniden oluşturmaktır. Bazen bu insanları göçe zorlama ya da hayatlarını kötünün iyisini tercih edip kendiliklerinden toplu halde bırakıp gidecek kadar dayanılmaz kılma çabasına girişilir. Eğer böyle bir hamle direnişle karşılaşırsa ya da kitlesel göç ettirme şu ya da bu nedenden dolayı geçirilemezse soykırım gündeme gelebilir. Vahşi fiziksel yok etmenin sorumlusu fiziksel olarak göç ettirme çabasının başarısızlığa uğramasıdır.
Bireysel güvensizliğin kökleri uzak ve ulaşılamaz yerlerde yattığı için gözle görülür güçlerin mevcut hastalıkları gidermek için ne yapacakları belli değildir. Ama diğer kolektif kimlikle ilgili soruya verilecek bariz, doğrudan bir cevap var gibi görünmektedir. Göçmenleri ürkütüp geri çevirmek, ‘’tımarhanelikleri’’ büyütecin altına koymak ve istenmeyen yabancıları toplayıp sınır dışı etmek için hâlâ yerel devlet güçleri kullanılabilir.
Yabancılar, ‘’Güvenlik devleti’’ ve etnik temizlik
Etnik temizlik ve kabileci saflık hayranlığı güvenlik devletinin aşırı örneklerdir. Ama tımarhane yasalarının sıkılaştırılmasını, sınırların ‘’ekonomik göçmenlere’’ kapatılmasını ve kapılardan içeri gireli çok olmuş yabancıların daha sıkı kontrol edilmesini savunmakta aynı eğilimi temsil eder. Bu eğilim siyasi sınıfların endişenin en derin nedenini yani bireysel güvensizlik deneyimini saptırarak ‘’kolektif kimliğe’’ yönelik tehditlerle ilgili yaygın kaygılara dönüştürme şeklindeki temayülleri tarafından sık, sık beslenir ve teşvik edilir. Böylesi bir saptırmanın siyasi açıdan cazip olmasının gayet ikna edici pragmatik bir nedeni vardır.
Hükümetlerin hem dürüst kalıp, hem de yurttaşlarına güvenli bir varoluş ve kesin bir gelecek vaat etmeleri mümkün değildir. Ama şimdilik iş arayan yabancılara ve kaçak giriş yapanlara, ‘’bir zamanlar tertemiz, sakin, düzenli, bize ait olan bahçemize’’ giren davetsiz misafirlere karşı verilen savaşta enerjilerini ve kararlılıklarını sergileyerek birikmiş endişelerin en azından bir kısmını giderebilir. Hatta seçimlerde bundan kâr sağlayabilirler.
Yani oy avcısı siyasetçilerin dilinde yaygın ve karmaşık durumda olan güvensizlik hisleri çok daha basit yasa ve düzen kaygılarına aktarılırken, yasa ve düzen sorunu da etnik, ırksal ya da dini azınlıkların daha genelde yabancı hayat biçimlerinin sorunlu varlığıyla iç, içe geçirilir.
Bu şekilde ‘’dışa kapalılık’’ hisleri bir kere harekete geçirildiğinde ivme yitirmekten çok güç kazanırlar. Bir türlü azalmayan sorun ve endişeleri için suçlu arayan seçmenler ve seçmenleri bir işe yaradıklarına ikna etmenin yollarını arayan siyasetçiler karşılıklı birbirini güçlendiren bir halka içine hapsolup, dışa kapalılık hislerini desteklemek hatta kızıştırmak için ihtiyaç duyulan bütün kanıtları beraberce üretirler.
Bu endişe bir kere saptırılıp kapıları ve pencereleri kapama, gümrük kapılarına elektronik kontrol sistemi, hapishanelere elektronik gözetleme araçları, sokaklara gönüllü asayiş bekçileri yerleştirme talebine dönüştürülünce sorunların ve güvensizliğin köklerine inme ve onu besleyen kaynakları kontrol etme şansı buharlaşır, gider. Dikkatlerin ‘’cemaatlerin savunulması’’ üzerine odaklanması küresel iktidar akışını her zamankinden daha fazla serbestleştirir. Bu akış ne kadar serbest olursa güvensizlik hissi de o kadar derinleşir. Güvensizlik hissi ne kadar boğucu olursa ‘’dışa kapanma hali’’ o kadar yoğunlaşır. Sonuçta kamu gündemi, kamu çıkarına ve bireysel refaha yönelik tehditlerin kaynaklandığı alandan uzak durur.
Ülkeler arasında örülen duvarlar da, bu hakları belirli bedenler üzerinden uygular. Vatandaşlık çoğu ülkede belirli bir beden-hak ilişkisi üzerinden tasarlanır. Bu inanca göre, herhangi bir toprak üzerinde bulunan/yaşayan/çalışan kişi değil, belirli bir renge, dile, ‘insani sermayeye’ sahip olan kişiler sınırları geçebilir.  Duvarlar herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda örülmez. Duvarların örülebilmesi için, belirli grupların tehlikeli görülmesi, belirli grupların ise güvenliğe ihtiyacı olanlar olarak hissettirilmesi gerekir. Duvarların çizilebilmeleri ve inşa edilebilmeleri için, ‘istila ediliyoruz’, ‘kullanılıyoruz’ fikirlerinin akıllara yerleştirilmesi gerekir. Burada politikacıların günaşırı yaptıkları konuşmalar bir yana, medyanın – genellikle çok az sayıda gruba ait medya holdinglerinin – etkisi büyüktür. Burada ‘güvenliğe ihtiyaç duyan’ kesim, diğer ülkeler ile olan ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini, bu ilişkilerden ne derece fayda sağladığını göremez (ya da görmek istemez). Ancak bedenen var olan tehdit, ürkütücüdür. Duvarların örülmesi ile istenilen sonuca varılamaz, çünkü bütün güç ilişkileri sonsuz bir şekilde gelişir.
Duvarların örülmesi ile ilk bakışta: ‘’güvenlik’’ sağlanır. Duvarın içerisinde kalan kesim kendi arasında sadece dilediği bedenler ile iletişime girer. Dolayısıyla diğer tarafta olanın daha da ‘tehlikeli’ olarak görülmesine neden olur. İnsanoğlu, aslında ona en yakın olanı kendinden en uzak yere iterek, kendini koruduğunu zanneder. Duvarlar aynı zamanda, bir tarafta ‘güvenlik’ sağlarken, diğer tarafta biriken enerjinin de görülmesini önler. Devletleri ulusal sınırları kapatarak güvenli hale getirmeye sevk eden fiziksel güvenlik ve ekonomik refahtan tutun da ‘’ben’’ ve ‘’biz’’ algısına kadar her konuda endişeye kapılmış yığınlardır. Bugün yabancı düşmanlığı uluslararası sistemin yarattığı ekonomik ve siyasi güvensizlik koşullarının o derece güdümündedir ki sınır tahkimatlarının ancak kısıtlı bir tedbir olduğunun bilincinde olan politikacılar dahi bu meseleyi bir türlü tartışmaya açamamaktadır.
Duvar çekme, kendilerini adil ve iyi hiç olmazsa masum görmek isteyenlere bu durumun yarattığı müşkülattan çıkmak için bazı kapılar sunar. Söylem düzeyinde ‘’yasa dışı istilacıları’’ engelliyormuş gibi resmedilen ve bu amaçla devreye sokulan duvarlar aslında uluslararası eşitsizlikle veya yerel sömürgeci tahakkümle yüzleşmeyi önleyen bir perde çeker. Duvarlar dışardakini istilacı olarak yansıtmak, bir taraftan da engelledikleri yoksulluk koşullarını aslında gözlerden saklamak suretiyle, tabiiyet ve sömürüyü tersine çevirmekte ve egemen olanın ihtiyaçlarından türemeyen, o ihtiyaçlarla bağlantılı olmayan muazzam bir tehdit gibi göstermektedir. Bu bağlamda duvar çekme faaliyeti bağımlılığı yeniden yazıp, bunu özerklik olarak göstermek suretiyle otorite kurgusunun gerisindeki toplumsal ilişkiler ağını gözlerden saklar.
Küresel yoksulluğun faydaları!
Siyasal dizginler ve yerel kısıtlamalardan kurtulmuş, hızla küreselleşen ve giderek ülkeler üstü hale gelen ekonominin dünya nüfusunun hali vakti yerinde olan kesimleri ile kötü durumda olan kesimleri arasındaki ve her tekil toplumun içinde giderek derinleşen servet ve gelir dengesizlikleri ürettiği bilinmektedir. Giderek daha geniş nüfus yığınlarının zaman, zaman işsiz kaldıkları ve bu yüzden yoksulluk, sefalet ve mahrumiyet içinde yaşamakla kalmayıp, iktisadi olarak akılcı ve toplumsal olarak kabul edilmiş her şeyden sürekli olarak dışlandıkları ve böylece gereksizleştikleri de bilinen bir durumdur.
Artan yoksulluk tartışmasında uygun verilerin seçilmesine ve yorumlanmasına ilişkin bilgi sağlayan değer kümesi genellikle yoksullara acıma, merhamet ve ilgi göstermeyle ilgilidir. Zaman, zaman toplumsal düzenin güvenliğiyle ilgili kaygılar da dile getirilir. Çünkü bazı ‘’uyanık zihinler’’ çağdaş yoksulların ve muhtaçların içinde bulundukları kötü durumda somut bir isyan tehdidi hissederler. Fakat kurulan bu çerçeve ve değerler kümesi yanlıştır. Sorun, üzerinde odaklanılan şeyde değil, makul gösterilen ve bilinçli olarak gözden kaçırılandadır.
Yeni yoksulların ve aynı zamanda geri kalan herkesin hayatını sefilleştiren ve kuşatan korkunun sebebi uluslararası düzenin yeniden üretiminde ve pekiştirilmesinde oynadıkları rol ve emperyalist düzenin kendini sürdürmesi için bu yoksulluğa ve kuşatıcı korkuya ihtiyaç duymasıdır. Ama aynı zamanda yoksullar ordusunun varlığı ve bu yoksulların içinde bulundukları koşulların iyice yaygınlaşan kötülüğü mevcut düzen için büyük bir karşı koyucu etkendir. Yoksulların görünüşü, yoksul olmayanları zapturapt altında tutar ve hizaya sokar.
Bugün belirsizliğin siyasal iktisadı uluslararası finans, sermaye ve ticaret güçleri tarafından yerel siyasi otoritelere dayatılan ‘’bütün kuralları sona erdiren kurallardan’’ oluşan kümedir. Onun ilkeleri adı ‘’çok taraflı yatırım anlaşmaları’’ olarak bilinen yöntemde ifadesini bulmaktadır. İlke basittir: yeni bir düzen kurma değil, mevcut düzenleri parçalama ve günün hükümetlerini kaldırılan kuralların yerine yenilerini koymaktan men etme anlamına gelir. Bu siyasal iktisat aslında siyasal olarak oluşturulan ve güvenceye bağlanan kural ve düzenlemelerin yasaklanmasına ve sınır tanımaz hale gelen sermaye ile finansın yoluna dikilen savunmacı kurum ve örgütleri silahsızlandırmaya indirgenir.
Dünya çapında bilgisayar ağı kullanıcılarının kendilerine sunulan seçenekler arasından seçim yapabilmeleri ve internet işleticileri tarafından belirlenen kuralları pek etkileyemedikleri gibi tekil ulus devletler de küreselleşmiş ortamda oyunu kurallarına göre oynamak ya da kurallara uyulmaması halinde ağır bir cezaya çarptırılma ya da etkisizlik riskini üstlenmek zorundadırlar. Mekânlarla bağlarını kopartmış bulunan sermaye ve finansman sözcüleri belli şeylere katlanamazlar. Ticaret duvarlarından, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesinden ve yerli halkların çıkarlarının dünya çapında ki rekabetin, serbest ticaretin üzerine yerleştirilmesinden şikâyet ederler. Siyasi egemenliklerin parçalanması sürüyormuş, sürmüyormuş onların umurlarında değildir. Hem niye olsun ki? Siyasi birimler ne kadar küçük, dolayısıyla zayıf olursa bunların sermayenin tarzına karşı etkili bir biçimde direnme ve onun karşısına kendi kolektif eylemleriyle çıkma şansları da o kadar azalır.
Artan çaresizliklerin neden olduğu öfke ülkedeki ‘’yabancılara’’, yabancı göçmen işçilere yönelik düşmanlığa yönlendirildiğinde sevinmemeleri de mümkün değildir. Böylece yerel meselelerin içinde bulunduğu durumu düzeltmenin yolları ve araçları hakkındaki tartışmalar ‘’aramızdaki yabancılar’’ üzerinde, onları tespit etme etraflarını kuşatma ve geldikleri yere geri göndermenin yöntemleri üzerinde odaklanır ve gerçek bela kaynağına hiçbir zaman yaklaşamaz.
‘’Cemaat kalelerini’’ tahkim ederek uluslararası belirsizlik kaynaklarına siyasi kontrol dayatarak gezegen çapında bir dayanışma oluşturulabileceği umudu, yaygın olduğu kadar yanlış da olan bir umuttur. Günümüzde belirsizliğin kaynağının yaygın bir biçimde ‘’ kimlik dertleri’’ açısından kavramlaştırılması, yanlış teşhisin ve zararlı olması muhtemel reçete vermenin önemli bir örneğidir. Endişenin kimlik kalıbına dökülmesi bizatihi uzun ve karışık bir faktörler dizisinin sonucudur. Hastalığın nedeni değil, belirtisidir.
Siyasi sermaye kokusu alan siyasetçilerin de desteklediği kışkırttığı ve kamçıladığı yaygın kimlik meselesi takıntısı çağdaş koşullara verilen kendine özgü bir rasyonel tepki olabilir. Hatta ‘’anlamlı’’ bile olabilir. Ama kendi sebeplerini yanlış yerlere yerleştirmekte ve önerdiği tedavi bu sebepleri fena halde ıskalamaktadır. Grup kimliğine militanca sahip çıkılması, buna yol açan güvensizlik kaynağını ortadan kaldırmak için hemen hiçbir şey yapamayacaktır.
Hayat durumlarının artan esnekliğine nezaret eden ve böylece insan hayatının bütün gidişatını daha da derin bir belirsizlikle dolduran güçler uluslararası hale geldiği için, güvensizlik, belirsizlik ve güvenlik unsurlarından ilk ikisinin düzeyini düşürmeyi amaçlayan etkin bir eylemin ilk koşulu siyaseti bugünkü güçlerin temel aldıkları kadar sahici biçimde uluslararası olan düzeye yükseltmektir. 

Hiç yorum yok: