17 Nisan 2010 Cumartesi

Kürd'e Prokrustes Yatağı

Ferhan Umruk

Her kritik dönemeçte, Türkiye’nin muktedirleri siyasi yelpazenin neresinde yer alırlarsa alsınlar sanki bir yerlerden düğmeye basılmış gibi müşterek bir dille konuşmayı ustalıkla başarırlar. İşte yine o meşum zamanlardan birinin daha içinde bulunmakta ve onlar tarafından belirlenen zihniyet dünyasının çepeçevre içine sıkıştırılmaya çalışılıyoruz.

Yazının başlığını mitolojiden esinlendim, yine tarihin derinliklerinden insanın toplumsal yaşamına bir ışık huzmesi gönderiliyor buradan. Grek mitolojisinde yer alan Prokrustes isimli eşkiya kendi boyuna uygun bir demir yatağa sahiptir. Yolu onun bulunduğu yerden geçen yolcuları yakalayarak bu yatağa yatırıyor, eğer yatağa yatanın boyu kısaysa onu gererek yatağın boyuna denk getirerek parçalıyor, eğer yatağın boyundan uzunsa bu defa keserek amacına erişiyor.

DTP kapatıldı, meclisten çekildi ya...

Dün belledikleri demir yatağa uzun geldiğine karar verip DTP’nin kapatılmasının gerekçelerinin yasal dayanaklarını sağdan soldan bulup küstahça veya utangaç tarzda sunan muktedirlerin siyasi yelpazesinde yer alan aktörler, şimdi DTP meclisten çekildiğinde AKP’sinden CHP’ye ,MHP’ye kadar partileriyle, medyanın köşelerinde yer tutan ulusalcısından liberaline, faşistinden sosyal demokratına islamcısına bilcümle köşeci yazar Prokrustes edasıyla bu defa demir yataklarına kısa gelen Kürd’ü gererek meclis zeminine davet şarkısını terennüm ediyorlar.

Muktedir sınıfların bu tutumları süre giden zihniyet dünyalarının değişmediğini aksine sosyal, etnik, dinsel, kültürel, cinsiyet bakımından altta olanların ancak onların belirlediği sınırlar içinde siyasal varlıklarını sürdürebileceğini ve bu sınırlar içinde hak elde edebileceklerini bir kez daha teyid ediyor.

Daha yakın zamana kadar Kürt sözcüğünü kullanmak cezalandırılma nedeni olmuştu. Neden böyleydi, zira cumhuriyetin ulus devlet paradigması tek tip Türk-Sünni vatandaş yaratmak doğrultusunda gelişti. Zora dayalı asimilasyon, bu aşamada yaşadığımız coğrafyanın otokton bir halkı olan Kürtlerin kimliklerini koruması ve tarihsel bilincinin derinleşmesinin direnciyle karşılaşarak iflas etmiş bulunuyor.

İflas etmiş bulunuyor ama muktedir sınıflar bu hakikati kabullenemedikleri gibi asimilasyonun yeni bir yöntemini keşfedebileceklerinin hayali içinde görünüyorlar. Başbakan meclis konuşmasında , Türkiye halkı demenin neden yanlış olduğunu soruyor, ama arkasından hemen Türkiye halkı zaten Türk milleti demektir diye ilave etme ihtiyacı duyuyor.

Somut duruma bakıldığında artık Kürt kimliği fiilen toplumsal meşruiyeti kazanmış durumda, ancak yasal statü sorunu orta yerde duruyor. Kürt siyasetinin eşit yurttaşlık talebi kuşkusuz yasal bir statü ile mümkün olabilir. Muktedir sınıflar koalisyonu, Kürt kimliği meşruiyetini fiilen kazanmışken Kürtleri Türkleştirme hedefinden Osmanlı’nın anasırı islamın milleti hakime damarına uygun bir politik yönelim doğrultusunda tabii ki bu defa Türk’ün milleti hakime oluş biçimi istikametinde ilerleme çabasında görünüyor.

Ancak farklı etnisitelerden farklı dinlerden oluşan Osmanlı imparatorluğunun farklılıkları bünyesinde taşımasını sahip olduğu hoşgörü meziyeti iddiası ile zamanımıza taşımaya eğilimli olanların yarattığı bu mistifikasyonu çürütmek için izninizle Karl Marx’ın şu değerlendirmesini sizlerle paylaşayım. ‘Türk işçidir, çiftçidir, küçük mülk sahibidir, tacirdir, feodalizmin en düşük, en barbar düzeyinde feodal beydir, memur ya da askerdir; Ancak bütün bu değişik yerlerde olsa da, o, ayrıcalıklı bir dine ve ulusa mensuptur, silah taşıma hakkı sadece onundur, en yüksek düzeyde bir hıristiyan, karşılaştığı en aşağı düzeyde bir müslümana yol vermek için kaldırımdan aşağı inmek zorundadır.’

Görüldüğü gibi çözümü Osmanlı’da arayanlar , bir de bakarlar ki, tavan arasındaki sandıklarından çıka çıka zamanın ruhuna hiç de uygun olmayan kirli çamaşırlar suratlarına çarpıvermiş.

Güncel durumda, meclisten çekilmenin siyasi mücadelenin bütünsel hedefini değiştiren değil siyasetin taktik bir halkası olduğu dikkate alındığında bu kararı veren Kürt siyaseti içinde de tartışmanın olması doğaldır. Bu bakımdan da, söz meclisten dışarı olmak kaydıyla, yani şovenizm tuzağına düşmemiş, demokrat, enternasyonalist görüşe sahip olanların DTP’li vekilleri meclis zeminine çağrısını da ayırarak , muktedir sınıfların siyasi aktörlerinin hiçbir demokratikleşme düzenlemesi yapmadan DTP’li vekilleri meclise daveti buyurgan milleti hakime rolünü tekrardan ya da tek parti zihniyetinin yine zuhur etmesinden ibaret kalıyor.

DTP’li vekillerin meclisten çekilmelerinin ortaya çıkardığı iki sonuç gözüküyor. Birincisi mecliste yer alan Kürt siyasetçiler, bu tutumlarıyla Türk siyaset sınıfının parlamentonun varlığını sürdürdüğü tarih boyunca bir kaç istisnai durum dışında yapmadığı bir eylemi gerçekleştirerek milletvekili olmanın kendilerine sağladığı maddi manevi müşevvikleri ellerinin tersiyle itiyorlar. Yalnızca bu sonuç bile sistemin siyasi aktörlerinin rantçı karakterinin teşhir edilmesi bakımından çok önemlidir. Günümüzde siyasetçinin toplum nezdinde itibarının yerlerde sürünmesinin en önemli sebebi seçim kampanyalarında halka verdikleri sözlerinin aksine yer aldıkları sistemin siyasi partilerinin temsil ettikleri üst sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket edişleri olduğu gibi bu hizmetleri karşılığında devletin ve toplumun kaynaklarının yağmasında bizzat yer almış olmalarıdır. İkinci önemli sonuç. hakim Türk siyasi aktörlerinin Kürt siyasetini parlamento dışına itmelerinin siyasi bir özne olarak onları yok edemeyeceğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Ankara Kürt siyasetini dışlamıştır ama Kürt siyaseti Diyarbakır’da halkın özörgütü olarak doğan Demokratik Toplum Kongresi’nde bir bakıma ikili iktidarı somutlaştırmıştır.

Kürt siyasetini Prokrustes yatağına yatırarak sistemin belirlediği sınırlar içinde ve onun bir parçası haline getirmek için muktedir sınıflar her türlü aracı kullanmayı deniyorlar denemeye de devam ediyorlar. AKP açılım retoriğiyle yarattığı mistifkasyon vasıtasıyla Kürt kitlelerini kazanmayı hedefliyor. Liberaller Kürt siyasetinin bölünmesi için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Açılımın da bir devlet projesi olarak ilan edildiğini ve MGK onaylı olduğunu unutmazsak bunun muktedir sınıflar koalisyonunun taktik bir yönelimi olduğu aşikardır. Kuşkusuz CHP ve MHP’ nin ve ulusalcı-milliyetçi kesimin saldırgan karşıtlığı sanki ortada bir koalisyon veya devlet projesi yokmuş görüntüsü vermektedir. Ancak bunun Kürt taleplerinin ve geniş yığınların hak taleplerinin baskı altına alınması işlevi gördüğü böylelikle de taktiğin bir parçası olduğu gözardı edilmemelidir. Yalnızca şunu hatırlamak bile bu koalisyonun ipliğini pazara çıkarmak için yeterlidir. Bilindiği gibi Kürt seçmeninin oyundan vazgeçmiş olan CHP-MHP Kürt illerinde oylarını AKP’ye yönelttiğini açık açık ilan etmekte bölgedeki emniyet güçlerinin bütünün de bu doğrultuda halka baskı yaptığı basın organlarında dile getirilmektedir.

Bir başka üzerinde durulması gereken nokta AKP’nin açılım politikasını başlatırken içeriğini ortaya koymamasından öte yıllardır şovenizm zehiriyle bilinçleri bulandırılmış olan Türk halkının çoğunluğunun açılım sözcüğüne dahi tahammülsüzlüğünü giderecek ikna çalışmasına girmediği gibi böyle bir hedefi olmadığı da ortaya çıkıyor. Görüldü ki DTP’ nin Anayasa mahkemesince kapatılması öncesinde AKP’nin görevlendirilen iki etkili ismi kapatmanın siyasi zeminini hazırlamak için kampanya yürüttü, Cemil Çiçek ve Burhan Kuzu İspanya’da yasaklanan Herry Batasuna örneğiyle televizyon ekranlarını işgal ederek DTP’nin kapatılmasının zeminini hazırladılar.

AKP siyasetinin içyüzünü ortaya çıkaran yalnızca bunlar değil. Bir başka işarette kararın Anayasa mahkemesinin 11 üyesinin oybirliği ile alınmış olması. AKP’nin kapatılmasında 6’ya 5 bölünmüş olan AYM DTP kararını ise oybirliği ile verdi. Kuşkusuz mahkemenin AKP kararı üst sınıfların aile içi çatışmasının işaretlerini verirken, DTP kararı ise ailenin müşterek olduğu zihniyeti su yüzüne çıkarmaktadır. Daha iyi anlaşılması için şu anda AYM başkanı olan Haşim Kılıç’ın parti kapatma davalarında kullandığı oylar fotoğrafı berraklaştırmaktadır. Haşim Kılıç bugüne kadar HEP, ÖZDEP, DEP, HADEP, DTP davalarında kapatılma yönünde oy kullanırken, Refah, Fazilet, AKP davalarında kapatılmaya ret doğrultusunda oy kullanıyor. Bu belirgin tabloya ek olarak Haşim Kılıç’ın kapatılma kararına ret verdiği bir karar da HAK-PAR’la ilgili. Bunun da nedeni anlaşılır gibi gözüküyor, etkisiz bir parti olması ve Kürt siyasetinin ana damarı dışında ve ona karşı propaganda faaliyetinde bulunuyor olması icazete imkan sağlıyor .

Süre giden savaşın can kayıplarına neden olan istenmeyen sonuçları ortaya çıktığında, akan kanı durdurmak için çözüm arayanların iktidar partisi olan AKP’nin yarattığı açılım mistifikasyonundan umut beklentisi içine girmeleri anlaşılırdır, ama buzdağının altında kalan hakikati göremeyince ve bunun için çaba harcamayınca onların yani Liberallerin hatta onların etkisi altına giren bazı sosyalistlerin bu mistifikasyonun yaratacağı yangına odun taşıdıklarının farkında olmadan tutum geliştirdikleri görülüyor. Kuşkusuz bu tutumların iyiniyetli veya kötü niyetli, bilinçli veya bilinçsiz tepkiler olduğunu ölçecek bir kuyumcu terazisine sahip değiliz.

Ancak hatırlanmalıdır ki muktedir sınıfların alt sınıf ve kimliklerin her türlü örgütlenmesini bastırmak için makul gerekçeler peşinde olmadıkları aşikardır. 1960’ta kurulan Anayasa Mahkemesinin bugüne kadar kapattığı sosyalist partilerin hiçbirinin de şiddetle alakası olmadığını ve de suçlanmadığını bildiğimiz TİP, TEP, TBKP, SP, STP, EP olarak sıraladığımızda bu partilerin hepsinin bölücülük nedeniyle kapatıldığını görürüz. Denebilir ki koşullar değişti günümüz koşulları artık başka bir aşamadadır. Doğrusu DTP’nin kapatıldığı koşullar dikkate alındığında bu tutum en hafif deyimle çok naif kalır.

Burada Liberallerin kurguladığı askeri vesayet rejimi paradigmasını yalnızca askerlerin üzerine kurup Türk siyaset sınıfının yahutta Türk burjuvazisinin aslında alt sınıf ve kimliklerden doğan ürkekliğinin yarattığı karakteri icabı bu rejimin bir parçası olduğunu gözden kaçırıp serdettikleri analizler gerçekleri ters yüz ediyor. Darbe ‘mağdurları’ Süleyman Demirel’in ve Bülent Ecevit’in 28 şubatçılığı hatırlanırsa rejimin niteliksel özelliği daha iyi kavranır. Refah partili Mukadder Başeğmez ekranlarda 28 şubat’ın her kafadan bir sesin çıktığı RP’ye vurduğu darbenin son derece yerinde olduğunu beyan ediyor.Türk burjuvazisi sosyal varlığını sürdürmek için siyasal varlığını askeri cenaha bırakmaya her zaman gönüllü olmuştur. Liberaller Türk siyaset sınıfının gerçekliğini gözden kaçırınca şematikleştirmenin tuzağına düşerek Kürt siyasetine de bu analizi uygulayarak kopuş çağrılarında bulunuyorlar. Bu tutum Kürt hareketinin sosyolojik bir olgu olduğu gerçeğini gözardı etmektedir. Her sosyolojik olgu kendi yarattığı kurumlarla var olur. Bu gerçekliğin bireysel tercihlerle veya toplumsal mühendislik önerileriyle değiştirilmesi mümkün değildir. Kaçınılmaz olarak sosyolojiler kendi sembollerini kendi değerlerini üretirler, martirler doğar, sonuçta bütün bunlar mücadelelerin mihenk taşının kendisi olurlar.

Resmi görüşün sözcüleri çıkmazı gördükleri için sosyolojik analizle değil psikolojik analizle yöntem öneriyorlar Avni Özgürel kıyılarda dolaşarak şunları dile getiriyor.‘Hal böyleyken ‘Açılım’ı Öcalan’la pazarlık ederek değil ama onu göz ardı ederek inşa etmeyi düşünmenin fazla iyimserlik olduğu kanısındayım... Açık söyleyeyim, farzımuhal Kürtler adına bugüne kadar seslendirilen taleplerin tamamına evet deyip bir tek Öcalan’ı tartışma harici tutsanız, şiddetin önüne geçme şansınız yok seviyesinde olabilir.’ Bu görüş bir gerçekliğe yaklaşıyor ancak zaten taleplerin tamamının gerçekleştiği Türkiye’nin, artık halkların barışının gerçekleşmiş olduğu bir Türkiye olarak her sorunu çözecek iradeye sahip olacağını kavrayamıyor. İşte önerilen Hakikatleri Araştırma kurulu Türkiye’nin bütün karanlık tarihini aydınlatmak ve barışın hüküm sürmesi için yerinde bir öneri olarak masada duruyor.

Son söz olarak DTP’nin meclisten çekilmesi Kürt siyaseti bakımından çok ciddi bir mevzi kaybı anlamına gelmez, zira Kürt hareketi örgütsel gücünün yaygınlığıyla bu eksiği kapatma imkanına sahiptir. Ancak örgütsel gücü zayıflayan Türkiye emekçileri yoksulları ve bütün mağdur kesimlerin parlamentodaki mevzilerini yitirdikleri açıktır. Büyük ölçüde bilinci karartılmış olan işçi sınıfı bugün bunun ayırdına varmayabilir ama Meclisten ayrılma açıklamasını yaparken de Ahmet Türk kapitalist piyasa ekonomisinin kurbanı 19 maden işçisinin acılarını paylaşarak sözüne başladı. DTP mecliste, AKP ve CHP’lilerin işveren olduğu Tuzla tersanesinde tersane işçilerinin can pazarına dönen durumları için, Davutpaşa’da canlarını kaybeden işçiler için soru önergesi veren tek partiydi. Silikozis hastalığına, kot taşlama işçiliğinden dolayı yakalanan işçilerin durumunu mecliste gündemleştirdiler. Artık mecliste emekçilerin taleplerini seslendirecek bir parti yok.

Tarihsel tesadüf mü bunlar? DTP kapatılıyor, Ankara’da işlerinden edilen binlerce Tekel işçisi gaz bombasına maruz kalıyor, Demiryolu emekçileri işten atılıyor. Maden işçileri karların düşmemesi için sistemin yol açtığı tedbirsizliği küstahça sürdürüp hiçbir maliyete katlanmayan kapitalistin kurbanı oluyorlar.

Üsttekilerin tarihsel çıkarları için birleşerek yol aldığını görüyoruz, alttakilerin de tarihsel çıkarları için birleşmeyi başarmaktan başka seçenekleri görünmüyor. Prokrustes’in yatağı ancak böyle parçalanabilir.

Hiç yorum yok: